'Başbakan Uludere için açıkça özür dilemekten neden kaçınıyor?'

'Başbakan Uludere için açıkça özür dilemekten neden kaçınıyor?'

Sedat Ergin

(Hürriyet, 23 Mayıs 2012)

 

Uludere için yarım özür formülü

 

The Wall Street Journal gazetesinin geçen hafta verdiği, büyük gürültü kopartan haberin en önemli yararı, küllenmeye yüz tutmakta olan Uludere faciasının üzerine çekilmek istenen örtüyü kaldırarak, basını ve Türk kamuoyunu bu olaydaki çıplak gerçeklerle bir kez daha yüz yüze bırakması oldu.

Hepimiz, aradan 5 aya yakın bir zaman geçtiği halde çoğu çocuk yaşta 34 insanımızın hayatını kaybettiği bu olayda hatanın nasıl yapıldığı konusunda doyurucu bir izahatın verilmediğini, olayın hâlâ tam olarak aydınlatılmadığını hatırlamış olduk.Ve bu haberin bir başka önemli sonucu, basının yeniden ısrarlı bir şekilde bu soruları gündeme getirerek hükümeti ve Genelkurmay Başkanlığı’nı sıkıştırmaya başlaması oldu.

 

Bir özür açıklandı mı?

 

İşte bütün bu sorular karşısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı son açıklamalar Uludere konusunda hükümet adına kayda geçen en ileri beyanlar olarak gözüküyor. Pazartesi günü İslamabad’da Türk gazetecilerin sorularına verdiği yanıtlarla ilk kez Başbakan’ın ağzından çok açık ifadelerle “özür” gerektiren boyutlarda bir “hata” yapılmış olduğunu duymuş olduk. Şöyle diyor Başbakan Erdoğan: “Bizim Silahlı Kuvvetlerimiz bu görevi samimi bir şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık... Tazminatı da açıkladılar. Ama birileri istismar ediyor. Bir hatanın olduğunu, hatamızın olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa tazminat... Bizim resmi tazminatımızın ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz? Kusura bakmasınlar.” Burada izaha muhtaç olan, Erdoğan’ın “Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık” şeklindeki sözleridir. Daha önce herhangi bir Türk yetkilisinden açık bir hata kabulü anlamına gelen ve ayrıca “özür” içeren bir kayda rastlayamadık arşiv taramamızda.

Ancak yine de Başbakan’ın bu tür dolaylı ifadelerle kayda geçirdiği sözleri, hükümetin sorumluluk taşıdığı bir konuda halka hesap vermesi ilkesinin gereğinin yerine getirilmesi bakımından sınırlı da olsa bir hareketlenmeye işaret ediyor. Erdoğan, belli ki, PKK’ya ödün gibi algılanacağı düşüncesiyle çok açık bir özürden kaçınıyor.

 

Başbakan kararı savunuyor

 

Başbakan’ın bir diğer açıklaması da bombalama kararında sivil otoritenin bir rolünün olmadığını, kararın doğrudan TSK tarafından alındığını ortaya koyarak, bu konudaki siyasi polemiklere son vermiştir. Erdoğan, Pazar günü İslamabad’a gitmeden önce yaptığı açıklamada aynen şunları söylüyor: “Biz güvenlik güçlerimize yetkiyi veririz, askerimize veririz, polisimize veririz, onlar da o yetkiyi, yetkileri dairesinde kullanır. TSK da bunu kullanmış. Eğer biz Türkiye’de, TSK’mıza güvenmiyorsak, polisimize güvenmiyorsak biz terörle mücadeleyi kimle yapacağız? Ben izlediğim CD’de bir hareket gördüm. Bir konvoy gidiyor. 30-40 kişi var. O yüksekten görebilmek mümkün değil. Bizim gözcülerimizin vermiş olduğu CD. Heronlarımızın. Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli adımı atmıştır. Bu bölge terör bölgesidir. Halkın, sivilin oturduğu bir bölge değildir. Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet midir, Mehmet midir bilemez ki?”

Bu sözleri, Başbakan’ın konvoyla ilgili CD’leri de izledikten sonra eldeki verilerden hareketle TSK’nın 28 Aralık günü F-16’ların uçurup konvoyu bombalama kararını yerinde, kaçınılmaz bir değerlendirme olarak gördüğünü, askerler tarafından kendisine bu konuda verilen bilgilerden, önüne konan bulgulardan ikna olduğunu gösteriyor.

 

Sorular hâlâ asılı duruyor

 

Gelgelelim Başbakan’ın bu açıklamaları bombalama kararıyla ilgili bazı temel soruları yine de gündemden düşürmüyor.

Örneğin, Uludere’de sınırın hemen ötesinde bombalanan noktanın Türkiye ile Irak arasında eskiden beri devletin bilgisi ve göz yumması dahilinde köylülerin rutin bir şekilde kullandığı kaçakçılık yolu üzerinde olduğu bilinmiyor muydu? Düğmeye basılırken bu nedenle hiçbir şüphe duyulmadı mı? Heronlardan alınan istihbaratın, o coğrafyadaki kaçakçılık hareketlerine, köylülerin bu amaçla sınır geçişlerine hiç de yabancı olmayan bölgedeki jandarma birimleriyle teyidi yapılmadı mı? İlk istihbaratın gelmesiyle konvoya ilk bombanın atılması arasında geçen üç saat içinde teknik istihbarat ile yerel istihbaratın örtüşüp örtüşmediğine bakılmadı mı? İşte bütün bu sorular karşımızda asılı durmaya devam ediyor ve sonuçta Uludere faciası hâlâ kamuoyu açısından tatmin edici bir şekilde aydınlatılmayı bekliyor.