Özgür Mumcu
(Radikal, 10 Mayıs 2012)
Başbakan salı günü yaptığı açıklamada pek de alışık olmadığımız bir şey yaptı ve kendisine yönelik eleştirilerin haklı olduğunu belirtti.
Malum, Erdoğan iki gün üst üste ‘tek din’in partisinin kırmızı çizgilerinden biri olduğunu söylemişti. Hatta 5 Mayıs’taki konuşmasında “Dil değil din, din, bunu söyledik” diyerek kararlılığının altını çizer gibi davranmıştı. Ancak 8 Mayıs’ta geri adım attı: “O gün orada ‘tek vatan’ yerine tek dini söylemiş oldum. Bu bir dil sürçmesidir. Eleştiriyi yapanlar haklıdır.”
Bu tavrın gelen tepkiler üzerine taktik bir geri çekilme mi olduğu, yoksa Başbakan’ın gerçekten dilinin mi sürçtüğü tartışılır. Dili sürçtüyse dilinin neden iki gün üst üste ve biraz da ısrarla sürçtüğü de tartışılabilir. Fakat her şeye rağmen bu tehlikeli söylemi sürdürmemesi elbette herkes için hayırlıdır.
Elbette Başbakan’ın formülünden ‘tek din’ ibaresinin şimdilik kaybolması ‘tek millet, tek devlet, tek bayrak’ sloganının fena halde Nazi döneminin meşhur ‘Ein Volk, ein Reich, ein Führer’ sloganını çağrıştırmasını engellemiyor. Henüz sloganda ‘ein Führer’ yok. Bakalım İçişleri Bakanı’nın kulakları alıştırmaya çalıştığı reis ismi ve yine Şahin’in kullandığı “Ama hem lider, reis, genel başkan hem de başbakan tek” söylemi sloganda kendisine nasıl bir yer bulacak?
Erdoğan’ın Alparslan Türkeş’e referans vererek talep ettiği başkanlık sistemi tartışmaları da bu hususta belirleyici olabilir.
Erdoğan’ın salı günkü açıklamasında tek olumlu kısım, ‘tek din’ ısrarından vazgeçmiş görünmesi değildi. Başbakan aynı açıklamada İtalyan Corriere Della Sera gazetesinde kendisine atfen yer alan “Suriye konusunda NATO’nun askeri müdahalesini istemeye hazırım” ifadesini de yalanladı. Bu yalanlama da yine Başbakan’ın bir taktik geri adımı olarak değerlendirilebilir. Ancak her halükârda bu geri adım bölgede yalınkılıç savaş çığlıkları atmaktan vazgeçildiği anlamına geliyorsa hayırlıdır. Öte yandan Başbakan’ın daha önce de Suriye konusunda NATO’ya atıfta bulunduğu biliniyor.
12 Nisan’da NATO sözcüsünün de bu atfı karşılıksız bırakmayarak “NATO müttefiklerini koruma görevimizi çok ciddiye alıyoruz” dediği hâlâ akıllarda.
NATO’nun kurucu antlaşmasının beşinci maddesine göre, örgütün harekete geçmesi için Türkiye’nin saldırıya uğraması gerekiyor. O sebeple Başbakan’ın da belirttiği üzere “Bizim sınırlarımıza herhangi bir tecavüzde bulunması halinde NATO’nun 5. maddesi devreye girer. Şu anda henüz böyle bir şey söz konusu değil” açıklaması doğru. Gerçi basit bir sınır tecavüzünün, o tecavüzü püskürtmek haricinde geniş kapsamlı bir askeri müdahaleye cevaz verip vermeyeceği şüpheli. Bir sınır tecavüzünü Türkiye’nin tek başına karşılayabileceği ve diğer NATO devletlerinin yardımına ihtiyaç duymayacağı öngörülebilir. Buna rağmen Başbakan’ın nisan ayından bu yana NATO’dan bahsetmesi dikkat çekici.
Yine de NATO’yu şimdilik de olsa müdahaleye davet etmemesi iyi bir gelişme. En azından Güvenlik Konseyi onayı ya da Suriye’den bir saldırı gelmediği sürece NATO’nun da müdahalede bulunmak arzusunda olmadığı anlaşılıyor.
Bu da Suriye meselesine hâlâ barışçıl bir çözümün bulunabileceği umudunu veriyor. Bu, zayıf ancak yaşatılması gereken bir umut.