T24 - Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü Öğretim Üyesi Murat Sevinç, pazar günü Radikal 2'de yayımlanan yazısında Türkiye demokrasisini, LPG’li arabalara benzetti.
Ankara SBF öğretim üyesi Murat Sevinç Radikal 2'de yayımlanan yazısı şöyle:
Türkiye’nin demokrasisi, LPG’li arabaları andırıyor. Araba mı, araba; yürüyor mu yürüyor; ayağını yerden kesiyor mu, kesiyor. Ancak kapalı otoparka almıyorlar. Güvenli değil çünkü. Hiç kimse kapalı alanda kendi arabasının yanında olsun istemiyor. Kapıda kontrol edip “kusura bakmayın” diyorlar. Kimisi zorla sokmaya çalışıyor ama kabul ettiremiyor. Bir de dalga geçiliyor üstelik “tüplü araba” diyerek. İstediğiniz kadar anlatmaya çalışın, “tüp değil, LPG”, hiç faydası yok.
Üzerinde yaşadığımız topraklar, dünyanın en eski yazılı anayasa ve hukuk geleneğine sahip yerlerinden biri. Ruslar meşrutiyete geçmeden uzun yıllar önce Osmanlı, iyi kötü bir anayasa hazırlayıp monarşiyi şarta bağlıyor; Kanun-u Esasi ile. Öncesinde hazırlanan Mecelle’yi bugün hâlâ uygulayan ülkeler var. İslam referanslı çok sağlam bir özel hukuk mantığı var çünkü. 1908’de, 1920’lerde yapılan işler müthiş. Örneğin bir savaş, tümüyle yeni mevzuat yaratılarak sürdürülüyor. Yerel kongreler ve savaş anayasası yapılıyor.
Demokrasinin, parlamenter sistemin beşiği olan İngiltere, “eşit oya” (1948) geçtikten yalnızca bir iki yıl sonra Türkiye, YSK’yi kurup dünya üzerinde seçimlerin hem denetimini hem gözetimini yargıçlardan oluşan bir kurula bırakan ilk ülke oluyor. Kuruluşundan gelişimine ve bugüne dek can yakıcı sorunlarını halı altına süpürerek, yurttaşına acı çektirerek halletmeye çalışan bir Cumhuriyet bu. Bugün yaşadığı acılar, sıkıntılar yüz yıllık siyasal çekişmenin, hesaplaşmaların (daha doğrusu hesaplaşamamanın) ürünü. Ancak tüm gerçekler, bu toprakların hukuk, anayasa vs. konularındaki geleneğini yok saymaya gerekçe değil. O kadar da azımsanacak bir toprakta yaşamıyoruz.
Ama işte, LPG’li arabalar gibi, ülke düzeni ne yurttaşına ne dışarıya güven veriyor. Bakalım İngiltere’ye, Fransa’ya, ABD’ye. Demokrasinin vatanlarına. Pek çok sorunla boğuşuyorlar ancak demokrasi algısı, kurumların oturmuşluğu, karar alma mekanizmaları, muhalefete ve yargıya bakışları tümüyle farklı. Örneğin İngiltere, bir yasayla, yaklaşık 80 yıl önce muhalefeti “resmi” hale getiriyor, liderini maaşa bağlıyor ki muhalefet “görev” olsun.
Fransa ve ABD siyasetçisi, ne kadar tepki çekerse çeksin anayasa mahkemesine küfretmiyor, örneğin. Hazmetmeye çalışıyor. Saçmasapan bir yasa Fransız Anayasa Konseyi önüne gittiğinde Sarkozy memnuniyetsizlik ifade ediyor ama “vay efendim, millet egemenliğine ortak mı getiriyorsunuz, höhöyt!” demeyi aklından dahi geçirmiyor. Tüm Sarkozyliğine rağmen. Sonsuz sayıda örnek var; demokrasi algıları arasındaki farklara dair. 2012 Türkiye
Çok uzadı! Türkiye, benzer kurumlara sahip olmasına karşın, 2012’de, hâlâ yazması engellenmeye çalışılan basın mensuplarıyla meşgul. Neymiş efendim, patronlar çekiniyormuş, hükümet yıpranıyormuş vs. Peki hiç mi ilke sahibi patron kalmadı gerçekten? Hep mi bu kadar ilkesizdiler. Cevap “evet” ise , neden hep böyleydiler? Bırakın ifade hürriyetini, hukuk devletini vs. Bırakın uluslararası hukuk ilkelerini. İktidarın canını sıkan bir şeyler yazan gazetecilerden, onlara yazdırılmamasından ve otosansürden söz ediyoruz. Yani çok basit, en basit işlerden bahsediyoruz.
Onlar safdışı bırakılırken ellerini ovuşturan meslektaşlarından, sevinenlerden, laf olsun diye isimlerini ananlardan söz ediyoruz. Onları muhtelif soruşturmalarla bağlantılandırmak için canhıraş çaba harcayanlardan söz ediyoruz.
Muhabirler vs. ya bedava ya da üç kuruşa çalışırken müthiş ücretlerle köşe yazıp hiç utanmadan eşitlikten vs. söz eden geniş basenli duayenlerin, bu kez de haksızlığa uğrayan yanı başındaki insanlara sahip çıkmayışından söz ediyoruz. Hadi akademiyi anladık, hep bir ilke/onur sorunu vardı. İsmail Beşikçi, ezcümle “Türkiye’de Kürt var” dediği için yaklaşık 17 yıl cezaevinde kaldı ve dışarıdakilerin çoğu, izledi. 12 Eylül’de insanlar işlerinden atılırken, kalanların bir kısmı, izledi. Kutlama yaptı. Yönetici oldu vs. Akademinin hali zaten harap.
Peki hani basın özgürlük peşindeydi? Ahmet Şık’ın kitabının başına geleni engellemek için gerekli hukuksal önlem, 1909’da alınmıştı zaten. 102 yıl sonra, olacak iş mi? Anladık, sermaye hep böyleydi, patronlar hep böyleydi, akademi hep böyleydi, yargı hep böyleydi vs. Peki yurttaş onuru hep böyle olmak zorunda mı? Yahu, insan haysiyeti de hep vardı; ne oldu, tedavülden mi kalktı? Bunun yanıtı, “aman canım bu işler hep böyleydi” olabilir mi? Nasıl olur da insanlar, meslektaşlarını ihbar eder? Bunu, nasıl böyle açıkça, fütursuzca yapar? İşinden atılana nasıl sevinir? Bunu yapanları, kendilerinden başka kim ciddiye alır bu hayatta? 2012’de baskıya uğrayanların, Ece Temelkuran, Nuray Mert, Banu Güven gibi, sağlıklı bir demokraside kendine özgü üsluplarıyla, dürüstlükleriyle tanınacak ama hiç de “ifade hürriyeti kahramanı” olmayacak insanlar oluşu, çok vahim değil mi? İngiliz Başbakanı’nın bir seçim konuşmasında, gazetecileri hedef aldığını, onlara “namert” dediğini hayal edebilir misiniz? Fransa’da bazı bakanların, kendi memleketlerinin Kürtlerini sabah akşam aşağıladığını, hedef gösterdiğini bir düşünün.
ABD’de bir grup Kongre üyesinin açlık grevine başladığını ve bunun konu bile olamadığını hayal edin. Kim bu ayrımların yalnızca mevzuat farkından kaynaklandığını iddia eder? Türkiye AİHS’ye imza atalı onlarca yıl geçmedi mi? Olmuyor ama, bir türlü olamıyor. Hiçbir anayasadan memnun kalmadı Türkler. Bu bir rastlantı mı? Yoksa çok çılgınlar da kaplarına mı sığamıyorlar?
Bu yazıyı, Nuray Mert yazıları üzerine yazacaktım ama olmadı! Çoğu yazısını beğendiğim, tutarlı bulduğum bir yazar Mert. Ama iki yazıdan söz etmek özellikle önemli benim için. Biri, yıllar önce Cogito’da çıkan ve özgürlükçü olduğunu düşündüğüm “laiklik” yazısı. Diğeri, dosyamda sakladığım bir sosyal devlet yazısı. Saklama nedenim, yazının, “özelleştirmeleri ne kadar savunur, sosyal devlet önlemlerini ne kadar lüzumsuz bulursan o kadar solcu olursun!” duygusunun yaratıldığı bir dönemde,
İngiltere’deki demiryolu özelleştirmesinin nasıl çuvalladığını ve devletleştirmenin başladığını anlatmasıydı. Her neyse, Mert nasıl olsa yine yazar çizer, TV’lere de çıkar. Sorun, 2012’de bunların tartışılması; “acep İslamcıların hangi kanadı galip gelecek?” diye meraklanılan LPG’li demokrasimizde. Kırmızı çizgi fetişistleri, ilk üç maddeye, ikinci maddedeki ilkelere yapışıp kalmaktan yana. Oysa Türkiye, insan haklarına saygısız, sosyal önlemleri umursamayan, hukuk devletine rahmet okuyan, kesinlikle laik ve demokratik olmayan bir ülke. Aman değişmesin ilk üç madde, turşusunu kurarsınız!