'Başka bir dayanışma mümkün mü?'

Golnaz Fathi

Lilah / 5hafliler.com

Bu yazı temsiliyetin sorunları, kimin kimin adına konuşma hakkı olduğu tartışmasının yakıcılığından kendi hikâyemi anlatma ferahlığına geçme çabası. Biraz itiraf, biraz sorgulama, biraz özeleştiri, çokça soru.

Orta sınıf, Türk kökenli, ateist, Alevi bir kadınım. Ateist Alevi şöyle oluyor: Allah diye bir şeyin olmadığını, Kuran’ın uydurmaca olduğunu düşünüyorum. Ve fakat, Alevi bir aile içerisinde yetiştim. Alevilik tanımının içine soktuğum bir çok şey vardı çevremde ben büyürken. Bunların yanı sıra gericilik tehlikesi de içime tatlı tatlı işlendi. Başörtüsü, çarşaf, sakal, cübbe gibi şeylerden ürkerek büyüdüm. Ailemin neredeyse tamamı CHP-sporlu. İlkokul 2′de sarı zeybek izlerken Atatürk’ün öldüğü sahnede hıçkırıklarla arkadaşlarıma eşlik ettim. Liseye geldiğimde politik bir bilinçten çok kaynayan kanımın verdiği asilikle “Neden Atatürk’ü sevmek zorundayım? Sevmiyorum işte!” demeye başladım. Gene politik bir bilinçten ziyade mecbur bırakılmışlığın boğuculuğundan, andımıza da istiklal marşına da uyuzdum. Kürtler’e Kürtçe konuşma izninin verilmesi gerektiğini düşünüyordum ancak şimdi bakınca hissiyatımın dayanışmaktan çok lütfetmeye tekabül ettiğini görebiliyorum. Lisedeyken, üniversitelerde başörtüsüne özgürlüğü de savunuyordum fakat, derdim kadın dayanışması falan değildi. İşime geldiğinde “Ama erkekler takke cübbeyle girebiliyor???” gibi şeyler diyordum ama, sadece elimi güçlendireceğini bildiğim için. Sevdiğim argümanlardan biri de “üniversiteye gelsinler ki aydınlansınlar”dı. “Kafalarının içi açılmadan dışı nasıl açılabilir ki?” dediğimde zekâmla gurur duyuyordum. Bazılarının fakir olması da gerçekten çok talihsizdi, ara sıra sokakta gördüğüm çocuklara yemek ısmarlıyor, teyzelere amcalara parasını veriyor ama mendili almıyordum. Ben şanslı değildim -öyle düşünmüyordum-, onlar şanssızdı. Keşke onların da annesi babası benimkiler kadar zeki ve çalışkan olsaydı da, çalışıp kazanabilselerdi.

Şu an durduğum yerden bakınca naif bir liberaldim demek yanlış olmaz herhalde. Ve çoğu liberal gibi asıl derdim eşitsizlik, haksızlık falan değil; benim bir kişi olarak bunlar karşısında aldığım pozisyondu. Yani, iyi bir insan olmak istiyordum. Kendimi iyi bir insanmışım gibi hissetmek istiyordum. Doğruyu biliyor, ve ona göre hareket etmiş olmanın rahatlığını istiyordum. Savunduğum şey tahammül ve toleranstı. Yardımımı bahşettiğim insanlar tabii ki dengim değildi ama “yazık”tı. Olağanüstü üstünlüğüme rağmen onları umursuyor olmam benim iyi bir insan olduğumu gösteriyordu, bu da yeterliydi. O zaman biri bana bunları söyleseydi, karşımdakini kötü niyetli olmakla suçlar ve yardım ettiğim düşkünler kataloğumdan çarpıcı birkaç örnekle karşımdakini mahçup etmeye çalışırdım.

Üniversiteye geçtiğimde hemen liberalliğin kötü bir şey olduğunu öğrendim. İnsanlar beğenmediğim bir şey söylediklerinde nedenini açıklamaya gerek duymadan sadece karşımdakinin liberal olduğunu söyleyerek haklı çıkmak pek rahatlatıcıydı. Ayrıcalıklı bir günahkâr olduğumu öğrenmiştim ve herkesi kurtarmak için sabırsızlanıyordum. Başörtülü kadınlar bacım, Kürtler kardeşimdi. Günahlarımın bedelini ödemeye hazırdım. Öğrendiğim şekilli kelimeler sağ olsun, gördüğüm her mağdurun yanında olabiliyor, ona mağduriyetini öğretebiliyordum. Onların adına veya yerine konuşmak sorun değildi, sonuçta niyetim iyiydi ve şu ayrıcalık yükünden kurtulmak istiyordum. “Peki ya PKK sevdiğin birini öldürse?” diyene hınçla “Devletten daha çok nefret ederim sadece!” dedikçe; Müslümanlığa dair herhangi bir şey söylemeye cürret edenleri “İslamofobik! Ulusalcı!” diye susturdukça günahlarım üstümden su gibi akıp gidiyordu sanki. Ezilenler, mağdurlar harika insanlardı ve onlardan biri olmamanın yarasını ancak böyle kapatabiliyordum. Ezilmeyi, mağduriyeti, derdi paylaşmadığım için suçluydum. Bu suçluluğu ifade ettikçe ayrıcalığın yükünden bir nebze de olsa kurtuluyor, kendimi daha iyi bir insan gibi hissediyordum.

Her şey yolunda gidiyordu ama arada bir kendimi sıkışmış, susturulmuş hissediyordum. Konum olarak bana denk gördüğüm erkeklerin sınırları aşan hareketlerini taciz olarak tanımlamaktan imtina etmezken, göğüslerime bakarken çayı üstüme döken garsona karşı kendimi mahçup hissediyordum. Kendimi içine en çok koyabildiğim feminist politika bu karmaşa hissini çözmeme yardımcı olmuyordu, yalnızca işleri daha çok karıştırıyordu. Ezilme formülünü uyguladığımda dertlerim hep küçücük kalıyordu. Daha önemli şeyler vardı. Bu rahatsızlık hissi alışık olduğum şımarık orta sınıflğın bir tezahürüydü. Bana düşen ayrıcalığın getirdiği yükün altında ezilmek ve bu durumu gururla kabullenmekti. Yordamım değişmişse de merkezde gene ben vardım: hala iyi bir insan olmak istiyordum, sadece iyi insan olmanın ne yapmayı gerektirdiğine dair fikrim değişmişti.

Şimdi “günahkar kurtarıcı” halimin DE kendisini ne kadar tepeye koyduğunu görüyorum. Adını öyle koymamış ve sıklıkla “öznesi olmadığım için söz hakkım olmadığının” altını çizmiş olsam da sımsıkı sarıldığım mağdur, ezilenlerin gerçeğe tekabül etmeyen, benim kafamda yarattığım -çoğunlukla idealize edilmiş- kurgu kimlikler olduğunu fark ediyorum. İçerikten bağımsız olarak her koşulda haklılık atfetmenin, romantikleştirilmiş, iradesizleştirilmiş, tek boyuta indirgenmiş bir temsile mal olduğunu görüyorum. “Benim sorunlarım önemsiz, daha önemli şeyler var, oralara bakalım” demenin yüce gönüllülük kisvesi altında gene kendimi hiyerarşik olarak tepeye koyan bir tavır olduğunu düşünüyorum. Politik duruşumu üstüne kurduğum fedakârlık hissinin pek de masum olmadığını fark ediyorum bir diğer deyişle. İlk ne zaman fark ettim emin değilsem de, sımsıkı tanımlanmış pozisyonlara mahkum olmadığımı fark ettiğimdeki ferahlamayı hatırlıyorum. Kimlikleri mağdur/ezen diye ayırmanın kağıt üzerinde bile mümkün olmadığını bilmek ve bunu gerçekten anlamak arasındaki farkı idrak etmek büyük bir açılımdı benim için. Kimliklerin de, tahakkümün de pek katlı ve sıralamaya konulamayacak kadar karmaşık olduğu fikrini dertleri derecelendirmenin sıkıntılarıyla birleştirmek, benim adıma, özgürleştirici bir deneyim oldu. Hemfikir olmadığım noktalarda susmak yerine itiraz etmek, tahakküm ilişkilerini pekiştirmek yerine, karşımdakiyle göz hizasında konuşmak anlamına da gelebiliyor çünkü. Mahçup suskunluğun, mazur görmenin, yüce gönüllülüğün ancak kendimi üstün (ebeveyn gibi) konumlandırmamla mümkün olduğunu fark etmek, derdimi “ben ayrıcalıklı değilim tamam mı?” dışında bir çerçeveden tanımlayabilmemi sağladı. Kürt hareketine destek vermek için öcalan’ı serok bellemenin şart olmadığını ya da kadınların başörtüsü takma hakkını savunmak için İslam’ın ne kadar boktan bir kurgu olduğunu söylemekten imtina etmek gerekmediği fikriyle barıştığımda da, üstümden koca bir yük kalktı.

Hala merkeze beni koyuyor olsam da, önceki hallerimden farklı olarak bunun farkındayım. Ama daha önemlisi bununla barışığım. Ezilme hatlarını tanımlamanın ezileni tanımlamaya yeterli olmadığına inanıyorum. Söz hakkı, haklılık, doğruluk, ezilme arasında ilişki kurarak mağduriyet hiyerarşisi üreten formüller kurmuyorum. Ayrıcalıkların farkında olmayı pasifize eden, suçlu bir suskunluğa çevirmemeyi öğrenmeye çalışıyorum. Ayrıcalıkları inkar etmeden, kendimi ve konumumu sorgulamayı elden bırakmadan, kendimi tepeye koymayan ve kendimden vazgeçmeyen bir politika tahayyül ediyorum. Başkalarının özgürlüğü ve iradesine mal olmayan özgür bir ben nasıl mümkün olabilir sorusunu politik pusula olarak kullanmaya çalışıyorum.

Fakat bu soru cevabının zorluğunun yanında çok yalnızlaştıran da bir soru. Kendime ev bellediğim politik kamplar başkalarının özgürlüğü ve iradesi şartını sağlarken, özgür bir beni kapsa(ya)mıyor. Bir kimliğin içine sığıp bütünün parçası olamıyorum. Duyduğum hiçbir haykırışa canı gönülden boğazımı patlatırcasına eşlik edemiyorum. Yersiz, yurtsuz hissediyorum ve ama’lar tıkıyor boğazımı. Ulus devletin her harfinin her kıvrımına, liderlere karşı biri olarak Kürt hareketinin tam olarak neresinden tutsam, neresine omuz versem bilemiyorum. Din denen naneyi birilerinin inanabilmesine şaşıracak kadar saçma bulurken, Müslüman kadınlarla tepeden, hor ve/ya mazur görmeyen bir şekilde nasıl dayanışabilirim, bilmiyorum.

Politik pişmişlikle “doğru cevaplar” ezberimde. Nerede ne söylersem yoluma gidebileceğimi biliyorum. Hangi cevapların beni “iyi insan” yapacağını da biliyorum. Ama ben artık iyi bir insan olmak istemiyorum. Yardımseverlik değil, omuzdaşlık arıyorum. Bunun için aklıma yatan ilk adım da dürüst olmak.

İslam’ın erkek keyfine meze bir uydurmaca olduğunu düşünüyorum. Kimin ne giyeceğine, nasıl yaşayacağına dair bir söz söyleme hakkı görmüyorum kendimde. Fakat iş İslam’a gelince içimi tedirgin eden bir şeyler var. Başörtüsünü “kendini erkeğin gözünden sakınma aracı” diye düşünmek açıklamıyor derdimi. Eğer öyle olsaydı, makyaj yapmayı “kendini erkeğin gözüne beğendirmek” diye tanımlayıp na-feminist ilan edenlere karşı söylediklerimin hiçbir anlamı olmazdı. Bir şeyin ataerkilden doğması ya da ondan besleniyor olması kadınların o tercihi iradeleriyle yapmadıkları anlamına gelmez. Sığlaşma riskini alarak: kadınların ne yapmak istiyorlarsa onu yapmaları, feminizmin sınırları içine düşer. Süslenmek, makyaj yapmak gibi, başörtüsü de kadınların iradesizliğini işaret etmez. Öyleyse derdim başörtüsüyle, giyinmekle, giyinmemekle değil.

O zaman neden çarşaf giyen kadınlara karşı (varlığını kabul ve itiraf etmekle zorlandığım) “garip” hisler içerisindeyim? Neden İslam ve feminizmi yan yana koyamıyorum? Neden başörtüsü ve çarşafı birbirinden ayrı görüyorum? Çarşaf başörtüsünden “daha İslam” diye mi düşünüyorum? Çarşafın İslam’la alakası olmasa, diye cevaplıyorum kendimi, o zaman gönülden bir “SİZE NE BE” patlatabilirdim. O halde derdim İslam’la, çarşafı araç ediyorum sadece. Benzerini başörtüsüne karşı da hissetmekle beraber, çarşafı Kuran’da yazan şeylerin kabulü ve onlara verilen bir onay olarak görüyorum. Çarşafı daha yürekten, daha fanatik gördüğümden herhalde, “garip” hislerim çarşaf karşısında daha net bir şekilde su yüzüne çıkıyor. Fakat bu hisler benimsediğim feminist düşünceyle çelişiyor. Kadınların iradesiz temsillerine karşı çıkan ben, iş dine gelince kadınların onayını, iradesini sorguluyorum. Sorguladığım şey “zorunda bırakılıyorlar” gibi onayın hakikatine dair değil. Bir kadının benim dinden anladığım şeye nasıl onay vereceğini idrak edemiyorum. Burada (bana bile batan) 2 temel sorun var.

(1) Baz aldığım şey benim dinden ne anladığım. Oysaki benim anlamımın paylaşılmıyor olma ihtimali çok yüksek.

(2) İdrak edemiyor oluşum tamamen benim sorunum. Aslında ne ben anlamak zorundayım, ne kimse bana anlatmak zorunda.

Öyleyse anlamamakla barışarak, kadınların iradelerine saygı duyabilirim, gerektiği yerde samimiyetle dayanışabilirim. Fakat yapamıyorum. Dayanışıyorum, destekliyorum, ama ne samimiyim, ne de içim rahat. Kadınlarla paylaştığım destek ucundan İslam’a desteğe dönüyor gibi geliyor. Benim erkek üstünlüğünü temel alan bir metin olarak okuduğum şeyi feminizmle tutarlı bir şekilde bağdaştıramıyorum. İslam’ın günah bellediği birçok şeyin müptelası olan ben ve arzularımın manifestosu gördüğüm feminizm için, İslam’ı bir “tehdit” olarak görmekten vazgeçemiyorum. Dayanışmayı ve dolaylı desteği ayıramıyor; İslam ve feminist dayanışmayı birleştiremiyorum. İslam kendi sınırlarında kalmıyor, inananlarını kapsamakla yetinmiyor. Beni günahkar olarak tanımlamadan mümini olumlayamıyor. Böyle bakınca, İslam, beni hedef gösteriyor. Arayışında olduğum özgür beni imkânsızlaştırıyor. Dış yanım İslamofobiye laf ederken, iç yanım kavruluyor.

Diğerlerinin özgürlüğü ve benimki arasında bir tercih yapmam gerekiyormuş gibi geliyor. Ama ne özgür benden vazgeçmek istiyorum, ne de o özgür bene başka iradeleri yem etmek. Yersiz-yurtsuzluk hissiyle soruyorum: başka bir dayanışma mümkün mü?