Bizim evde laiklik, halk Müslümanlığı ve geleneksel Müslümanlık bir aradaydı. Bayramlarda geleneksellik öne çıkardı. Annem 1908 İstanbul doğumluydu. Sorulduğunda, II. Meşrutiyet’in ilanını kastederek, “Ben ‘hürriyet’e doğmuşum” derdi. Anneannem, Balkan Savaşları sırasında Rusçuk, Bulgaristan’dan göç etmiş. Yıkılan bir imparatorluğun ve işgal altındaki İstanbul’un hayatta kalmış son nesillerinden olan anneannemin, belki de o sefalet ve perişanlık arasında pek imkân bulamadığından, ibadet alışkanlığı yoktu. Yatmadan önce dua Görünürdeki tek dindarlığı, sokağa çıktığında ucunda bir inci olan iğnesiyle tutturduğu o zamanların türbanı, bizi okuyup üflemesi ve her gece yatmadan önce bize dua ezberletmesiydi. Annemin dindarlığı ise kendine özgüydü. Hiçbir zaman oruç tuttuğunu ya da namaz kıldığını görmedim. Ta ki 85 yaşına gelinceye kadar. O yıl kendi kendine yeni bir namaz usulü icat etmiş, günde bir kez iskemlede oturarak başını sağa sola çevirip namaz kılar olmuştu. Bir yıl sonra onu da terk etti. Ancak ‘halk dindarlığı’na bağlıydı. Nazara çok inanırdı. Çocukluğumuzda iç çamaşırlarımıza çengelli iğneyle tutturulmuş nazar boncuğu ve küçük bir muskayla dolaştık. Sınava girmek, seyahate çıkmak vb önemli günler öncesinde muhakkak Eyüp Sultan’a götürülürdük. Aynı zamanda, ne olur ne olmaz diye, kiliseye gidip mum yakar, eve geldiğinde, komşulara söylemememizi tembih ederdi. Eski Türkçe bildiğinden, Kuran okur, hastalandığımızda sırtımızda ellerini gezdirir, “Benim elim değil, Fatma Validemizin eli” derdi. Dinle ilgili en önemsediği şey, ramazan sonunda fitrelerimizin muhakkak bayram namazından önce verilmesiydi. Babam ise 1904 Erzurum doğumluydu. Ailesi kim bilir kaç nesildir Erzurumluydu. Tüm Erzurumlular gibi dindardı. Belki görevinin yoğunluğundan ya da gündelik yaşamının hır güründen, bayram namazları hariç namaz kılmazdı ama her ramazan oruç tutardı. Annem ve babam cumhuriyetin ilk hâkimlerindendi. O dönemin tüm memurları gibi ‘laik’, dolayısıyla Halk Partiliydiler. Özetle bizim evde hem laiklik hem halk Müslümanlığı hem de geleneksel Müslümanlık bir aradaydı. Ancak dini bayramlarda geleneksel tarafımız ağır basardı. Bayram sabahı Çocukluğumda dini bayramlarda çorabımızdan kurdelemize tüm giysilerimiz yenilenir, bayrama dek yatağımızın başucuna konurdu. Bayram sabahı babam, erkek kardeşimi namaza götürür, döndüklerinde hepimiz evdekilerin elini öperdik. Anneannem her bayram öncesi bankadan parlak bir liralıklar alır, “İleride el öpenlerin çok olsun” der, pırıl pırıl liralarımızı verirdi. Zamanın ne kadar abur cuburu varsa onlara harcardık: Kâğıt helva, pamuk helva, elma şekeri, sakız, altın para görünüşlü çikolata, leblebi, simit. İş Bankası’nın verdiği metal kumbaralarımız da vardı ama içinde para birikmezdi. Bayramın ilk günü annemlerin eş-dost çevresinden yaşlı olanlar, daha sonraki günler tüm tanıdıklar ziyaret edilirdi. Evde olmayanlara, “Geldik, bulamadık” yazılı kart bırakılırdı. Biz çocuklara çikolata ve işlemeli mendil verilirdi. Büyüklere küçük gümüş tepsilerde kahve ve incecik kadehlerde likör ikram edilirdi. Kurbanlık koyunla ilişkimiz ise acıma duygusundan yoksundu. Bayramın ilk günü etler dağıtıldıktan sonra bize kalanlarla yapılan kavurmayı bayıla bayıla yerdik. Bir haftadır bahçemizde meleyen, ellerimizle beslediğimiz kuzucukla ilişkisini kurmadan... Tıpkı arkadaşımın kızı gibi. İlkokul öğretmeni test çözmeye alışmaları için “En çok hangi hayvanı seversiniz” diye sormuş. “Kuzu” yazmış. Arkasından gelen, “Bu hayvanın neresini seversiniz” sorusuna ise cevabı: “Pirzolasını!” Binnaz Toprak /18 Kasım 2010/ Radikal