Danieller olarak bilinen Daniel Kwan ve Daniel Scheinert ikilisinin yönettiği filmin başrollerinde Michelle Yeoh, Ke Huy Quan ve Jamie Lee Curtis yer alıyor.
Derin bir aile duygusu katmanına ve sonunda hak edilmiş duygusal bir gerilime sahip filmde, Yeoh’un canlandırdığı komik, asık suratlı Evelyn karakteri, vergi sorunlarıyla boğuşan sinirli bir çamaşırhane sahibi. Film, akla yatkın şekilde insancıl karakterlerine sadık kalmayı beceriyor.
İzleyenleri ağlatmış ama bunu yaparken de dünya çapında 100 milyon dolardan fazla gişe hasılatı elde etmiş nadir sanat filmlerinden biri. (CJ)
İlk olarak kulağa 1986 yılında vizyona giren Top Gun filminin gecikmiş bir devam filmi fikri gibi gelmişti.
Ancak Tom Cruise’un canlandırdığı Pete "Maverick" Mitchell karakteri, ABD Donanması'nın seçkin savaş pilotu okuluna geri dönmesiyle, film yalnızca gişe rekorları kıran görkemli akrobasi gösterilerinin olduğu heyecan verici bir proje değil; yaşlanma hakkında dokunaklı ve buruk bir drama da oldu.
Senenin en başarılı filmiydi. Peki... Cruise ve arkadaşları bunu nasıl yaptı? Gerçekten de basit. Orijinal Top Gun’ın tüm unsurlarını bu filme yeniden taşıdılar. Ve bunları da tek tek geliştirdiler. Ama Curise’un 1986’ya göre çok daha iyi görünmesi de elbette ki önemli.
Pixar imzalı keyifli animasyon, Çinli-Kanadalı bir çocuğun, ne zaman strese girse ya da heyecanlansa, kırmızı tüylü bir pandaya dönüşme hikayesini anlatıyor.
13 yaşındaki ergenin talihsiz hikaesi, Pixar’dan bekleyeceğimiz bir uzmanlıkla işleniyor.
Ancak Turning Red, stüdyonun imzasını taşıyan diğer işlerden çok daha kişisel. Filmin yönetmeni ve yazarlarından birisi olan Domee Shi’nin bütün samimiyetini karaktere aktardığını söylemek mümkün.
Filmin hak ettiği sinema gösterimini alamadan dijital platformlara geçmesi ise biraz üzücü. (NB)
Bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü alan Annie Ernaux’nun anılarına dayanan filmde geçmiş, gelecek için bir örnek sunuyor.
Anamaria Vartolomei tarafından dokunaklı bir şekilde canlandırılan Anne, 1963 yılında Fransa'da kürtaj yaptırmak için çaresizlik içerisinde olan sıradan bir üniversite öğrencisi.
Anneliğin geleceğini mahvedeceğini bilen Anne, tereddüt etmeden yasa dışı yardım arar. Bunu sağlık kurumlarının ikiyüzlülüğünü ve genel olarak toplumun düzeni ile duyarsızlığını ortaya çıkaran ayrıntılı sahnelerle görürüz.
Sanatsal ve sosyal açıdan yankı uyandıran Happening, yılın en dokunaklı filmlerinden biri. (CJ)
Açıkça söyleyelim: Kogonada bir dahi. Columbus filminin ve TV dizisi Pachinko’nun yaratıcısı olan yönetmen, After Yang'ın duygulara sahip bir yapay zekaya ilişkin kulağa sıkıcı gelen önermesine yeni bir soluk ve görsel bir gözalıcılık katıyor.
Colin Farrell, genç kızının çok sevdiği yapay zeka robotu Yang'ı onarmaya çalışan bir baba olarak etkileyici bir performans ortaya koyuyor. Yang ise Justin H Min tarafından bir insan ruhunun kendine has ışıltısıyla canlandırılıyor.
Sakin ve güzel bir biçimde çekilmiş film, açılış jeneriğindeki coşkulu aile dansı yarışmasından aydınlatıcı sonuna kadar büyüleyici. (CJ)
Filmin yönetmeni Brett Morgen, Crossfire Hurricane ile Cobain: Montage of Heck filmleriyle belgesel türünün kurallarını esnetti. Ancak David Bowie’yi konu alan Moonage Daydream ile tüm o kuralları paramparça etti.
Morgen, Bowie'nin hayatının ve kariyerinin en iyi bilinen kısımlarına değinmek yerine, ünlü sanatçının etkileri, seyahatleri, felsefesi ve sanatsal çabalarına dair uzun bir keşfe sürüklüyor.
Ve ne kadar psikedelik olursa olsun, sonunda tek bir evrensel soruya odaklanıyor: Herhangi bir insan için hayatını yaşamanın en iyi yolu nedir? (NB)
Yönetmen Ruben Östlund, filminde kapitalist çılgınlığı mankenlik özelinde hedef alıyor. Cannes'da Altın Palmiye kazanan Triangle of Sadness’ı benzersiz kılan şey, Östlund'un incelik ve aşırılığı bir araya getirmesi.
Küçük toplumsal hassasiyetler konusunda zekice gözlemler yapan Östlund, her münasebetsiz durumu, izleyicilerin nefesinin kesilip irkildiği bir noktaya kadar sürüklüyor.
Ardından da bir gemi dolusu aşırı zengin yolcuların, sinema tarihinin en kötü deniz tutmasını yaşadıkları sahne var. (NB)
Tilda Swinton, yılın en dokunaklı, akıl almaz derecede güzel filmlerinden birinde, hem ihtiyarlayan bir anne olan Rosaling’e hem de onun orta yaşlı, yönetmen kızı Julie’ye can vererek iki çarpıcı performans ortaya koyuyor.
Filmin senaryosunda ve yönetmenliğinde imzası bulunan Joanna Hogg, yalnızca bu iki kadının kaldığı sanılan harap olmuş eski bir oteldeki hayalet hikayelerini perdeye yansıtıyor.
Filmde kolaylıkla belirebilen kadınların diyalogları ve atmosferik hikaye, neler olabileceğini ve nelerin hayal edilebileceğini merak etmemize neden oluyor. Hiç şüphesiz gerçek olan şu ki, incelikle işlenen bu filmin derin duygusal etkisi, parlak bir yönetmenin iş başında olduğunun en büyük kanıtı. (CJ)
Sinema izleyicisi Steven Spielberg filmlerindeki parçalanmış ailelerin, yönetmenin öz hikayelerinden ilhamla beyaz perdeye yansıdığını uzun yıllardır bilir.
Ancak yarı otobiyografik The Fabelmans'ta yönetmen, hikayeyi bize saf, doğrudan, gerçekçi bir biçimde veriyor. Dünya dışı canlılara ihtiyaç duymuyoruz.
Film, Spielberg’in duygusal olarak en dürüst filmlerinden birisi. Spielberg, anne babasını tüm kusurlarıyla görüyor, ancak filme sıcaklık, anlayış ve sevgi aşılıyor (CJ)
RRR sadece yılın en iyi filmlerinden biri değil, aynı zamanda yılın en iyi filmlerinden birkaçı. SS Rajamouli’nin Telugu dilindeki başyapıtı, 1920’lerde Britanya Hindistanı’na karşı isyan eden Hintleri konu alan ilham verici tarihi bir drama olduğu kadar Hollywood'un altın çağına yakışır gösterişli, romantik de bir müzikal. Bir suç gerilimi kadar da abartılı bir aksiyon filmi. (NB)
Yönetmen Martin McDonagh'ın her zamanki kara mizahı ve gelişmiş diyalogları The Banshees of Inisherin'de var, ancak daha önceki filmlerindeki (In Bruges; Seven Psychopaths) iddialı şiddeti ve agresif ironiyi daha üzücü, daha yabancı ve daha şiirsel bir şeyle değiştirdi.
Film, İrlanda’nın küçük bir adasındaki küçük bir pub’ında geçen, görünüşte düzgün iki adamın absürt anlaşmazlığına dayanan sessiz ve küçük ölçekli bir komedi-drama.
Colin Farrell'in ne kadar müthiş bir aktör olabileceğini hatırlatıyor.
La La Land’in yönetmeni Damien Chazelle, Hollywood’un ilk dönemini konu alan renkli filmi, yine rengarenk performansları izleyiciyle buluşturuyor. Ki bunlar da, filmin kusurlarını örtmeye yetiyor.
Brad Pitt, dönem filmlerine hapsolmuş bir sessiz film idolü olarak ilk başta çok komik. Nellie LaRoy rolünde gördüğümüz Margot Robbie ise cesur ve sempatik.
Filmde bir fil, bir stüdyo patronu ve bir de magazin köşe yazarı var. Hepsi sizi kendi dünyasının içine çeken ve Hollywood'un karanlık tarafı ile büyülü yaratımlarının her zaman aynı olduğunu öne süren gösterişli bir filmin girdabına giriyor. (CJ)
Rian Johnson'ın Bıçaklar Çekildi (Knives Out) devam filminde Benoit Blanc'ın çözmesi gereken bir cinayet gizemi daha var. İlk filmde olduğu gibi, şüpheliler varlıklı, kendini beğenmiş Amerikalılardan oluşan bir grup, ancak bu kez özel bir Yunan adasında aylaklık eden teknoloji patronları ve sosyal medya fenomenleri (Edward Norton, Kate Hudson, Janelle Monaie, Dave Bautista) var. Dolambaçlı olay örgüsü Johnson'ın son filmi kadar zekice değil ama Johnson, Daniel Craig'in güneyli şivesi de dahil, filmdeki her şeyi büyük, geniş, komik ve renkli kılmak için elinden geleni yapmış. (NB)
Park Chan-wook, romantik bir saplantı ve şüphelisine aşık olan bir dedektifin hikayesine büyüleyici bir yorum getiriyor.
Güney Kore'nin Busan kentinde, Hae-jin, dağdan düşüp ölen ve ardında genç ve güzel dul eşi Seo-rae'yi bırakan yaşlı bir adamın ölümünü araştırıyor.
Kadının Çinli bir göçmen olması, dil ve kültürel yanlış anlaşılmalara bir yenisini daha ekler. Şüpheler ona yönelmeye başlar, ancak o zamana kadar Hae-jin onu umursamayacak kadar büyülenmiştir.
Park, bizi çıkardığı yolculukta büyülemeye ve tahmin yürütmeye yetecek kadar bilgiyi ustalıkla veriyor.
Bu aynı zamanda yılın en iyi yönetilmiş filmlerinden biri, her bir kare maksimum etki için oluşturulmuş.
Tuhaf kompozisyonları, yakın çekimleri ve geniş şehir ve kır manzaraları büyüleyici ama asla dikkat dağıtıcı değil. Park, Vertigo'dan etkilenmiş olabilir ama bu türe kendi tarzını katıyor. (CJ)
Muhtemelen daha önce Mussolini için dans eden bir Pinokyo görmemişsinizdir ama Guillermo del Toro'nun gerçek bir çocuğa dönüşen kuklanın klasik öyküsüne getirdiği karanlık, heyecan verici ama yaşama sarılan yaklaşım, bilindik Disney versiyonundan çok, kendi fantastik ve siyasi içerikli filmleri olan Pan'ın Labirenti ve Suyun Sesi ile ortak noktalara sahip.
Parlak, ustaca tasarlanmış kuklalar ve göz kamaştırıcı tek tek görüntü animasyonla, filmin diğer yönetmeni Mark Gustafson'la birlikte, küçük oğlu Birinci Dünya Savaşı sırasında bir bombayla öldürülen Geppetto karakterini yaratıyor.
Yıllar sonra, kederden kendinden geçmiş bir halde, cılız bacaklı, uzun burunlu, neşe dolu bir kukla olan Pinokyo'yu yontuyor.
Pinokyo bir karnavala katılmak için kaçıyor ve faşist lider için gösteri yapmaya zorlanıyor. Hikayenin daha tedirgin edici ya da daha görkemli ve zengin bir versiyonunu hayal etmek zor.
Hayatı herhangi bir insan evladının sevebileceği kadar seven bir zamanların ağaçtan oyma kukla kahramanı bu kadar canlı. (CJ)
Cate Blanchett, tipik keskin zekâsı ve otoriter üslubuyla, Mahler senfonisinin önemli bir kaydına hazırlanan ünlü orkestra şefi Lydia Tár'ı canlandırıyor.
İlham verici bir kahraman gibi görünse de, büyük gün yaklaştıkça Todd Field'ın romantik dramı, Lydia'nın yıllar boyunca aslında ne kadar iyi davrandığı, başarısızlıklarının ne kadar önemli olduğu ve nihai cezasının ne olması gerektiği hakkında sorular fısıldıyor.
Klasik müzik, sanat sponsorluğu ve cinsel politika hakkında iki buçuk saat süren sohbetlerin bu kadar gergin ve sürükleyici olabileceğini kim düşünürdü? (NB)
Charlotte Wells'in ilk uzun metrajlı filmi, ergenlik dönemi hikayesi ve kırılgan bir baba-kız ilişkisinin acı verici güzellikte bir tasviri; belirgin ama çoğu zaman dile getirilmeyen sevgiyle dolu bir nüans harikası.
Paul Mescal (Normal People), kızının annesinden ayrı düşmüş ve 11 yaşındaki Sophie (Frankie Corio, inanılmaz doğal bir performans sergiliyor) ile bağ kurmaya çalışan Calum rolüyle dokunaklı.
Türkiye'de köhne bir tatil köyünde geçirdikleri hafta boyunca yüzüyor, sahilde oturuyor ve dondurma yiyorlar.
Sophie, babasının bir şekilde derin bir mutsuzluk içinde olduğunu görecek kadar büyüktür ama daha fazlasını bilecek kadar yetişkin değildir.
Sıradan bir film patlayıcı bir sona doğru yol alırdı, ancak kısa süre önce İngiliz Bağımsız Film Ödülleri'nde En İyi İngiliz Filmi seçilen bu incelikli harika filmde, artan gerilime rağmen olay örgüsüne dayalı gelişme beklenmemeli. (CJ)
Teğmen Hiroo Onoda, İkinci Dünya Savaşı'nın sona erdiğine inanmayı reddeden ve Filipinler'deki bir ormanda on yıllar boyunca gerilla harekâtı yürüten bir Japon "direnişçiydi".
Arthur Harari'nin yönettiği bu üç saatlik destan, gerçek hikayenin akıllara durgunluk veren boyutunu ve tuhaflığını aktarıyor ama aynı zamanda Onoda'nın (Yûya Endô ve daha sonraki yıllarda Kanji Tsuda tarafından canlandırılan) sempatik bir karakter çalışması.
Teğmen saf ve yanlış yönlendirilmiş olarak sunuluyor ama aksi yöndeki tüm kanıtlara rağmen, çarpık bir dünya görüşüne tutunan herhangi birinden çok da farklı değil. (NB)
Alternatif gerçekliklerle ilgili yılın en iyi bilim-kurgu fantezisi olmayabilir (bu onur 'Everything, Everywhere, All at Once'ın) ama Doktor Strange Çoklu Evren Çılgınlığında kendi başına çılgınca eğlenceli.
Marvel'ın gişe rekortmeni filmlerinin en tuhafı ve en korkutucusu.
Filmin yönetmeni, Evil Dead ve Tobey Maguire ile olan Spider-Man üçlemesini yapan Sam Raimi; Raimi klasik süper kahraman çizgi romanlarına ve korku filmlerine olan sevgisiyle perdeyi dolduruyor.
Vicky Krieps'in (Phantom Thread) Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth rolündeki göze batmayan sert performansı, çağdaş bir ruha sahip bu muhteşem dönem filmiyle mükemmel uyumlu.
1877'de geçen hikayede, Elisabeth 40 yaşında ve artık bir zamanlar olduğu gibi popüler bir güzel değil.
Sarayları, ahırları ve arazileri bir hapishaneye dönüşmüştür.
Marie Kreutzer'in filmi, kahramanını henüz modernitenin zirvesinde olmayan bir çağda bağımsız fikirli bir kadın olarak sunuyor ve bu paradoksa pop şarkılarından oluşan bir film müziğiyle işaret ediyor.
Bu cesur hamleler, toplumsal beklentilerin ve zamanın sınırlamalarından kaçmaya çalışan bir kadının içsel mücadelesini yansıtırken filme canlandırıcı bir enerji katıyor.
Hikaye, Elisabeth için yeni bir son perde yaratarak gerçeklerden en köklü bir şekilde ayrılıyor; bu son perde mutlaka daha mutlu değil ama onun inatçı doğasına ve bu cüretkar filmin zekice işlenen icat duygusuna sadık. (CJ)
*Not: Filmlerin Türkiye'deki vizyon tarihleri için Box Office Türkiye kaynak alınmıştır.