Mahfi Eğilmez
2000’li yıllar küresel sistemin tümü için konjonktürün çıkış yıllarıydı. ABD’den İngiltere’ye, Euro Bölgesine kadar sistemin zengin ülkeleri, yüksek büyümenin yarattığı büyülenmenin etkisiyle, oluşmakta olan emlak balonlarını, karşılıksız finansal düzenlemeleri görmezden gelmeye başlamışlardı. Bu sanal zenginleşmenin yarattığı likidite fazlası, yalnızca bu ülkelerin içinde çeşitli yatırımlara gitmiyor, gelişmekte olan ülkelere de akarak oralardaki yüksek faiz veya yüksek getiriden kazanç sağlıyordu. Herkes mutluydu. Küresel sistem büyüyor, herkes bundan payını alıyordu. Tek sorun bu büyümenin, balonlara dayanarak gerçekleşiyor olmasıydı. Küresel sistem, sermaye akımlarının ilk kez tamamen serbest kalmasını yaşıyordu. Serbest kalan sermaye bütün sistemi dolaşıyor, etkiliyordu. Sistem değişmiş ama kurallar değişmemişti. Sistem küreselleşmiş ama kurallar yerel kalmıştı. Yerel kurallarla küreselleşmiş sermaye akımlarını düzenlemek mümkün olmuyordu.
2006 yılında ABD’de subprime mortgage krizi patladı. Kriz patlayınca anlaşıldı ki ABD’de kredi verilmemesi gereken çok yaygın bir kesime kredi verilmiş. Krizin önlenmesi için sisteme müdahale edildi ve bir toparlanma sağlandı. Ardından 2008 yılında Lehman Brothers krizi çıktı. O zaman, karşılığı olmayan ya da olsa bile çok düşük olan birçok varlığın, türev ürünlerle paketlenip piyasaya satılmış olduğu anlaşıldı. Ve bunun Lehman Brothers ile sınırlı olmayıp çok yaygın bir uygulama olduğu ortaya çıktı. İşte bu aşamadan sonra likiditede daralmalar, gelişme yolundaki ülkelerden geri çekilmeler başladı. Kriz yavaş yavaş küresel sisteme yayıldı. Türkiye üzerindeki etkisi 2008 yılının son çeyreğiyle 2009 yılının son çeyreği arasındaki dönemde oldu. Gelişmekte olan ekonomilere dış kaynak girişi hızla düştü. Türkiye ekonomisi 2009 yılında yüzde 4,7 küçüldü.
Krizin ikinci aşaması 2010 yılında Euro Bölgesinde ortaya çıktı. Euro bölgesinde çıkan kriz de hızlı büyümeye dayalı denetim ve kural dışı finansal genişlemelerdi. İrlanda, Yunanistan, Güney Kıbrıs peş peşe batış aşamasına geldiler. Bu ekonomilerde birçok göstergenin sadece sanallıktan ibaret olduğu, altının boş olduğu anlaşıldı. Kriz öteki Euro Bölgesi ülkelere sıçramaya yöneldi. Portekiz, İspanya, İtalya ve hatta Fransa etkilendi. Euro bölgesi dışında bulunan İngiltere de krizden ağır darbe aldı.
2010 yılından başlayarak ABD ve İngiltere krizi parasal genişleme yoluyla çözmeye giriştiler. Bir Çin atasözünde söylendiği gibi “para bütün ayıpları örter” yaklaşımına başvurdular. Böylece Keynes, 1929 Büyük Depresyonundan sonra bir kez daha, bu kez ağırlık parasal politikada olmak üzere imdada çağırılmış oldu. Önce Fed ve İngiltere Merkez Bankaları, bir süre sonra da Avrupa Merkez Bankası tahvil alımları yoluyla likidite sürerek piyasaları canlandırmaya giriştiler. Bu paraların bir bölümü ülke içinde kalsa da bir bölümü yine gelişmekte olan ülkelerdeki çekici faizleri ve getirileri elde etmek üzere oralara yöneldi. Böylece küresel sistemde 2000’lerde yaşanana benzer yeni bir likidite bolluğu ve sermaye akımları hareketliliği başladı. Gelişmekte olan ülkeler bir yıllık bir kaynak azalmasının ardından yeniden bol yabancı kaynağa kavuştular. “Para bütün ayıpları örter” atasözünün vurguladığı gibi gelişme yolundaki ülkelerdeki eksikler, hatalar, yanlışlar, kuralsızlıklar, yapısal reform ihtiyaçları rafa kaldırıldı ve bol paranın keyfi sürülmeye başlandı.
Fed’in 22 Mayıs toplantısında bu yılın sonbaharında piyasaya verilen likiditeyi azaltmaya başlayacağına ilişkin açıklaması birdenbire gelişme yolundaki ülkelerde dengeleri değiştirdi. ABD’de faizler ve borsa getirileri yükselmeye başladı. Örneğin ABD’de 22 Mayıs’tan önce negatif olan reel faiz, pozitif olarak yüzde 1,5’e yükseldi. ABD’de ve gelişmiş ülkelerde reel faiz negatifken yatırım fonları daha yüksek risk alıp reel faiz elde etmek amacıyla gelişmekte olan ekonomilere akmıştı. Gelişmiş ülkelerde reel faizin pozitife geçmesiyle birlikte bu fonlar, düşük risk düşük ama pozitif reel faizi tercih ederek gelişmiş ekonomilere dönmeyi tercih ediyorlar. Bu geri dönüş yabancı kaynak ihtiyacında olan gelişme yolundaki ülkeleri olumsuz etkiliyor, dengelerini alt üst ediyor.
Aşağıdaki tablo ülkelerin risk primlerini ölçen CDS primlerindeki değişimleri gösteriyor (CDS primleri kavramı için bu yazımdaki açıklamalara bakılabilir.
Ülke |
CDS 22 Mayıs |
CDS 20 Agu |
CDS'de değişim % |
ABD |
30 |
22 |
-26,7 |
Almanya |
29 |
28 |
-3,4 |
Japonya |
64 |
64 |
0,0 |
Çin |
73 |
117 |
60,3 |
Brezilya |
130 |
212 |
63,1 |
Rusya |
136 |
201 |
47,8 |
Türkiye |
117 |
232 |
98,3 |
22 Mayıs’taki Fed açıklaması öncesinde oluşmuş bulunan CDS primleriyle bugünküler arasında ciddi fark var. ABD ve Almanya’nın CDS primleri düşmüş, Japonya’nınki değişmeden kalmış, buna karşılık dört önemli gelişme yolundaki ülkenin CDS primleri ciddi oranda yükselmiş görünüyor. Bu dört gelişmekte olan ekonomi içinde CDS primi en hızlı yükselen ekonomi Türkiye. Bunun temel nedeni yüksek cari açık ve yüksek finansman ihtiyacı bulunması. Bütün çabalara karşın cari açık GSYH’nın yüzde 5’ine düşürebilmiş değil. TCMB verilerine göre Türkiye’nin bir yıl içinde vadesi gelen dış borcu 161 milyar dolar. Buna 60 milyar dolar olacağı tahmin edilen cari açık için gerekli finansmanı da eklersek 220 milyar dolarlık bir dış finansman gereksinimi ortaya çıkıyor. Dış kaynaklara ulaşmada başlayan sıkıntılar çerçevesinde bu kadar büyük bir finansman gereksiniminin nasıl karşılanabileceği meselesi Türkiye’nin CDS primlerinin bu kadar yükselmesinin temel nedeni olarak karşımıza çıkıyor.
Bedava paranın sonuna geliyoruz. Önümüzdeki dönem gelişmekte olan ekonomiler için çok sıkıntılı olacak. Konjonktürün iyi olduğu zamanlarda eğer yapısal reformlara girişseydik bugün bu sıkıntılar karşısında daha rahat olabilirdik.
Mahfi Eğilmez'in bu yazısı www.mahfiegilmez.com sitesinden alınmıştır.