Referandum sonuçlarını bilen iki araştırma şirketinden biri olan KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır, 'evet' ve 'hayır'ın birbirine çok yakın çıktığı referandum sonuçlarını "Türkiye, AK Parti ve diğerleri diye ayrışmış. Türkiye’nin bugün geldiği noktadaki siyasi tabloyu açıklayacak şey herhalde arzularımız, umutlarımız, beklentilerimiz, ütopyalarımız değil. Korkularımız" sözleriyle değerlendirdi.
"Bu kadar tek taraflı bir kampanyaya rağmen ve de CHP’nin daha utangaç, daha dağınık bir kampanya yürütmesine; muhalif blokun en önemli aktörlerinden biri olan HDP’nin bütün örgüt kapasitesinin darmaduman olduğu bir zaman aralığında olunmasına rağmen bile 48.6 oldu ise, bu çok anlamlıdır. Hafife alınır bir şey değildir" yorumunda bulunan Ağırdır, "Yukarıdan bakınca bu insanların -yüzde 51’in içinde olanlar da dahil-, yastığa başlarını koyduklarında problemin ne olduğunun farkında olduğunu sanıyorum" diye konuştu.
Bekir Ağırdır'ın Evrensel gazetesinden Serpil İlgün'e verdiği söyleşi şöyle:
En sıcak başlığı sorarak başlayalım. Malum, YSK oy verme işlemi sürerken ‘Mühürsüz pusulalar ve zarflar geçerlidir’ dediğinden bu yana eleştiri ve itirazlar sürüyor. Nitekim CHP, seçimin iptali için YSK’ye başvurdu. YSK kararına sizin yorumunuz ne?
Karar yanlış. Çünkü kanun çok açık. YSK, “Efendim, daha önce beş kere daha böyle karar verilmiş” savunması yapıyor. Olabilir. Ama ortada yazılı kurallar var ve Özal’ın “Anayasayı bir kere delersek bir şey olmaz” lafından beri bu zihniyet, sadece ülkeyi yönetenlerde, sadece Ak Parti’de değil; şirketlerde de, belediyelerde de, muhtarlıklarda da yani her yerde çalışmaya başladığı için giderek yaygınlaşıyor. “Hukuk, yeri gelince etrafından dolanılır” gibi bir şeymiş gibi varsayılıyor ama böyle bir şey olamaz.
Referandumun OHAL koşullarında ve son derece eşitsiz şartlarda yapılıyor olması yeni anayasanın meşruiyetinin sorgulanmasına zaten alan açmıştı. Ancak YSK kararı bu sorgulamayı daha da güçlendirmiş oldu, ne dersiniz?
İşte zaten meselenin asıl tartışmamız gereken ve baştan itibaren itiraz etmemiz gereken kısmı buydu. Yani bizde sandık güvenliği, oy güvenliği tartışması yapılırken, “Oy sandığa girdikten sonra onun sayımında, tutanağında hile yapılıyor mu”ya konsantre olunuyor.
Çünkü bunun zemini var...
Tabii ama bu işin bir tarafı. Asıl, kanaat oluşana kadarki süreç adil, eşit, demokratik, hukuka uygun çalışıyor mu, çalışmıyor mu kısmını tartışmamız lazım. Yani bu konularda sadece itiraz etmenin dışında hukuken de yapılabilecek bir sürü şey vardı. OHAL şartlarında eşit, adil, özgürlükçü, herkesin özgürce fikrini söyleyebildiği ve kanaatlerini oluşturduğu bir ortamdan söz edebilir miyiz, hayır. Asıl bunun hukukunun kavgasını vermek gerekiyordu. Dolayısıyla sadece sandığa girmiş oyun hesabıyla iş bitmiyor ki. Hukukumuza göre YSK’nin verdiği kararlar kesin. Siyaseten ve ahlaken bunu elbette tartışmalıyız. Ama "Siyaseten ve ahlaken bu karar yanlıştır, doğru değildir” diyerek haklarımızı savunmak başka bir şey, “Seçim sonuçlarını kabul ederiz, etmeyiz” demek başka bir şey.
Açar mısınız?
Şunu anlatmaya çalışıyorum; bu referandumun sonuçları üzerine ya da bu referandumun bizi getirdiği nokta üzerine veya bundan sonra yaşayacaklarımız üzerine tartışmamız, kafa yormamız gereken milyonlarca satır soru varken, sadece hileye ve “Bu sandığın sonucunu kabul ettik, etmediğe” kilitlenmek yine geleneksel tembelliğe sığınmaktır. İtirazım ona. Yoksa bu tartışma yapılmasın diye söylemiyorum.
O halde referandumun sonuçlarına geçelim.. Genel fotoğrafa baktığınızda referandumun ürettiği en temel sonuçlar için ne söylersiniz?
Bir kere Türkiye’de kimliklerle siyaset arasındaki kutuplaşmanın ne kadar keskin olduğu ortaya çıktı. Ülkenin kimliklere ve kutuplaşmaya sıkışmış durumda olduğu sadece 16 Nisan’da değil, 7 Haziran, 1 Kasım, cumhurbaşkanlığı seçimi ve yerel seçimlerde de görülmüştü.
Referandumun ikinci temel göstergesi, Türkiye siyasetinin Ak Parti ve diğerleri diye ayrışmış olması. Doğrusu, bizdeki hakim siyaset yapma tarzı üzerinden baktığımızda ben kendi adıma, artık bir daha o gruplarla Ak Parti arasında kolay kolay yeni bir ilişki kurulacağını sanmıyorum.
Bir başka temel karakteristik sonuç, Kürtler meselesi. Kürt coğrafyasının farklı tercihlerde bulunduğu bu referandumda bir kez daha görüldü.
Dolayısıyla referandum dahil son dört seçimdeki bütün örüntüye baktığımız zaman şunu söyleyebiliyoruz; karşımızda iki eksen üzerinde üç parçalı bir Türkiye var. Bir tarafta yüzde 55-60’lar mertebesinde muhafazakar bir kitle, diğer tarafta yüzde 15’ler mertebesinde Kürtlerin olduğu coğrafya ve bu tarafta da kabaca yüzde 25-30’lar mertebesinde seküler hayat tarzının geçerli olduğu kitle. Referandumun gösterdiği temel fotoğraf bu.
Referandumun en dikkat çeken yanlarından biri AKP’nin büyük şehirlerde uğradığı oy kaybı oldu. ‘Neden’ sorusuna şunu da ekleyerek yanıt rica edelim: Seçim sonuçlarını büyük şehirler, özellikle de İstanbul belirler, bilgisi bu referandumda geçerli olmadı. Zira, büyük şehirlerin tercihi hayır yönündeydi ama bu sonucu değiştirmedi. Ne oldu?
Değiştirmedi değil, yetmedi. Referandum sonuçlarının sayısal analizlerini daha tamamlamadık, muhtemelen cuma günü internet sitemizden açıklayacağız ama 1 Kasım’a çok benzediği için somut bir iki şey söyleyebilirim.
Önce şunu hatırlatmamız lazım, 16 Nisan’da oy veren 56 milyon insanın yarısı 11 metropolde yaşıyor. Yüzde 34’ü kentlerde, yüzde 16’sı da kırlarda yaşıyor. Dediğim gibi artık üç parçalı bir Türkiye konuşuyoruz. Bir tanesi Kürt yurttaşlarımızın ağırlıklı olduğu iller. Baktığımızda ilden ile farklılıklar var ama orayı bir blok olarak ele aldığınızda kabaca yüzde 65’ler civarında hayır, 30-35 civarında evet var. O coğrafyada toplam seçmen de 7-8 milyon.
Batıdaki metropollere geldiğimizde yani yüzde 50’yi barındıran ve 28 milyon seçmene denk gelen metropoller diye baktığımız zaman, hayır oyu Trakya gibi bir bölgede veya İzmir’deki gibi bazı illerde yüzde 60-70 olabilir ama Adana’sı, Eskişehir’i vs. toplam baktığınızda kabaca işte 52.48 gibi bir şey çıkarıyor.
Ama bir de bir üçüncü blok var. Öbür tarafta kalmış, 20 milyon mertebesinde bir seçmen grubu var. Orada ise yüzde 70 evet var. Yani orada atılan farkı, buradaki sizin büyük toplamınız kapatmaya yetmiyor. Dolayısıyla sayısal bir mesele var ortada. Ama metropollerdeki ya da Hatay’dan başlayarak bütün o kıyıdaki hayırın bence başka anlamı var.
Nedir?
Referandumda o ya da bu düzeyde hayır tercihinde bulunan o bölgeler Türkiye’nin 150-200 yıllık kalkınma ve modernleşme hikayesi içinde belli bir seviyeyi yakalamış yerler. Dolayısıyla oralardaki insanların giderek tek adamlıktan ya da Ak Parti’nin kendi kimliği üzerinden ürettiği bir takım politikalardan tedirgin oldukları açık. MHP seçmeninin o metropollerde olanları da hayırcıydı, ama İç Anadolu’da olanları evetçiydi. Çünkü onların talebi başka, buradaki ihtiyaç ve talep başkaydı.
İhtiyaç ve talepler kadar, referandumun bir anayasa değişikliği mi yoksa Erdoğan oylaması mı olarak algılanmasının etkisi için ne söylersiniz?
Yaptığımız araştırmaların da doğruladığı şöyle bir şey var. Daha ortada nasıl olacağı bile belli olmayan ama bir başkanlık lafının yeniden edilmeye başlandığı 2015’ten bu yana desteğin ne olduğunu sürekli sorguladık. Hep çok gerideydi. 15 Temmuz’un ürettiği ve iki ay süren doğal coşku ortamından sonra evet’ler yeniden gerideydi. Tartışmanın şekillenmeye başladığı ocak ayına geldiğimizde ise özü itibariyle şu görülüyordu zaten; anayasa değişikliği referandumuna konu edilen değişiklikler gündelik hayatın ürettiği problemlerden, ihtiyaç ve taleplerimizden beslenen bir mesele değildi. Ne demok-ratikleşme talebinden, ne kalkınmanın sürdürülebilirliği meselesinden, ne kadın meselesinden, ne yerel yönetimler meselesinden vs... İnsanların gündelik hayatının ihtiyacından kaynaklanan bir talep olmadığı için de ilgisi ve bilgisi yoktu. Dolayısıyla ocak ayında bile ‘hayır’lar öndeydi.
Ocaktan sonra ne oldu?
Şubat başından itibaren, yani Ak Parti’nin kampanyasının başladığı ve Tayyip Erdoğan sahneye çıkmaya başladığından itibaren tablo değişmeye başladı. Çünkü oyun onların bildikleri bir alandan, kimlik ve kutuplaşma üzerinden oynanmaya başlandı. Dili, içerik tartışmasının dışından kurmak gerektiğini gördüler. Deniyor ya, Hollanda meselesi ne getirdi, ne götürdü filan. Bu tür olaylar kendi başına bir şey getirmiş götürmüş değil. Yani seçmen kitleleri ellerinde oyları, her gün kulakları ajanslarda filan değil ki. Ama Hollanda meselesi, tartışmanın, anayasa değişikliğinin içeriğinden kimlik ve kutuplaşma zeminine çekilmesi için bir vesile üretiyor. O alanda da mahir olan Ak Parti. Bir yandan da bir örgüt kapasitesi var. Yani OHAL koşulları, medya meselesi falanın dışında bir örgüt kapasitesi olduğunu kabul etmemiz lazım. Bir üçüncü unsur olarak da Tayyip Erdoğan’ın kitlesiyle kurduğu ilişki var. Erdoğan’ın kitlesi üzerindeki dönüştürücü gücü, onlarla kurduğu duygusal ilişkiyi de yabana atmamak lazım. Ak Parti’nin içinde baştan itibaren Ak Parti’ye oy veren ve vermeye devam etmeyi düşündüğü halde anayasa değişikliğinin içeriğinden ikna olmamış kesimler vardı. -MHP’nin pozisyonu biraz daha farklı- Tayyip Bey’in sahneye çıkışı ve kampanya süreci, Ak Partili olup da, Ak Parti’ye oy vermeye devam edecek olan insanların önemli bir kısmının tereddüdünü giderdi. Dolayısıyla kendi içinde en azından üç dört puanı hayırdan evete doğru çekmiş oldu.
Diğer yandan yüzde 51.5 oyun hepsini Ak Parti’li saymak doğru değil. Onun diyelim 45-47 mertebesindeki puanı Ak Parti’ye aitse 3 puanı da MHP ye ait.
Peki, kendini AKP’li olarak tanımlayanlar veya AKP’ye oy verenler Erdoğan’a rağmen neden evet demediler?
Bunu ister MHP’den tarif edin, ister muhafazakar-mukadesattçı olmaktan tarif edin, kitlenin içinde hayat tarzı referanslarını dini referanslardan değil, daha geleneklerden alan, seküler hayat tarzına daha yakın olan ama değerleri daha muhafazakar ya da geleneklere yaslanan insanlar var ve o insanlar ikna olmadılar Erdoğan’ın din referanslı konuşmalarından ya da milliyetçi şoven konuşmalardan ya da dediğim gibi tek adamlığı istemesinden. Veya milliyetçi konuşmalardan mutlu olsalar da dinci konuşmalar onları rahatsız etti. Çünkü metropollerde gündelik hayatın içinde Eskişehir’de ya da Antalya’da zaten seküler bir hayat tarzındalar ama değer dünyaları daha muhafazakar.
Referandumdaki yüzde 48.54’lük hayır tercihini bu bağlamda değerlendirdiğimizde, Türkiye toplumunun otoriterliğe, tek adam yönetimine itiraz eden, buna karşılık demokratikleşme talebi artan bir yöne doğru evrildiğinden söz edebilir miyiz?
Edebiliriz. Bu kadar tek taraflı bir kampanyaya rağmen ve de CHP’nin daha utangaç, daha dağınık bir kampanya yürütmesine; muhalif blokun en önemli aktörlerinden biri olan HDP’nin bütün örgüt kapasitesinin darmaduman olduğu bir zaman aralığında olunmasına rağmen bile 48.6 oldu ise, bu çok anlamlıdır. Hafife alınır bir şey değildir. Tabii ki kutuplaşmadan, kimliklerden, siyasi ayrışmalardan bakınca şu kadarı CHP’lidir, şu kadarı HDP’lidir vs. diyebiliyoruz ama daha yukarıdan bakınca bu insanların -yüzde 51’in içinde olanlar da dahil-, yastığa başlarını koyduklarında problemin ne olduğunun farkında olduğunu sanıyorum. O nedenle zaten, bunca gerilime, bu kadar sert bir kampanya sürecine rağmen henüz sokağa yansıyan bir şey yok. Bu içgüdüsel dürtü sayesinde toplum hâlâ bir arada durabiliyor.
Ama bunun sınırının ne olacağını bilemiyoruz...
Evet onu kestiremiyoruz, suyun kaynayıp buhara dönüşmesi gibi, hangi aşamaya geldiğini kestiremiyoruz. İstanbul’a bakalım. Beşiktaş’ta yüzde 82 hayır çıkarken, Sultanbeyli’de yüzde 80 evet çıkıyor. Yani bir metropol içinde bile ayrışma, gettolaşma söz konusu. Şöyle bir şeye dikkatinizi çekmek isterim; böyle zamanlarda seçmen nasıl düşünüyor, nasıl davranıyor soruları çok konuşulur. İdeolojiden mi bakıyor, kimliğinden mi bakıyor sorularının açıklayıcı bir tarafı var. Ama bir yandan da şöyle bir eğilimi araştırmalarımızdan da görüyoruz ki, giderek seçmenin önemlice bir kısmı neye karşı ve kime karşı olduğunu daha kolay tanımlıyor. Bu sağlıklı bir yapı değil. Ülkedeki her üç seçmenden ikisi asla oy vermem dediği bir parti adı söylüyorsa bu başka bir şeye işaret ediyor. Çünkü bu arzularımız, istediklerimizden yana tavır almak değil, karşı olduklarımız üzerinden düşünerek kendimizi pozisyonlamak... Türkiye’nin bugün geldiği noktadaki siyasi tabloyu açıklayacak şey herhalde arzularımız, umutlarımız, beklentilerimiz, ütopyalarımız değil. Korkularımız. Ama bu sürdürülebilir değil.
Evet oylarının beklentinin altında çıkmasına bakarak, doz aşımı kullanılan tehdit, korku, milliyetçilik, dincilik söyleminin artık kullanışlı enstrümanlar olmaktan çıktığı söylenebilir mi?
Burada birçok şey bir arada çalışıyor bence. Bir kere biz özellikle şovenlik meselesine ya da otoriterleşme meselesine sadece kendi coğrafyamızdan bakıyoruz ama şunu da görmemiz gerekiyor ki, dünyaya baktığımızda örneğin Trump tesadüfen seçilmiş değil. Sarkozy’ler veya Hollanda’dakiler, Avusturya’dakiler tesadüf değil. Baştan beri benim şöyle bir kanaatim var; insanlık bir kriz yaşıyor. Ben bunu “dünyada ara buzul dönem” diye tarif ediyorum. Neden insanlık krizde? Çünkü bizim bildiğimiz politika, sınıf meselesi, sağ-sol ayırımları vs. sanayi toplumunun kalkınma ve modernleşme problemlerine cevap üreten modellerdi, şemalardı. Halbuki bugün aynı zamanda insanların önünde küreselleşme ve demokratikleşme diye başka bir mesele var. Batı, sanayileşmenin ürettiği sorunları çözdüğü, hukuku, kurumlarını vs. oturttuğu için biraz daha kolay göğüslüyor bu problemleri. Ama Türkiye üzerinden bakarsak, biz hem sanayi toplumunun, hem de bilgi toplumunun problemlerini yaşıyoruz. Bugünün gündelik hayatına uygun siyasetleri ve hukukunu üretemedik. Üretemeyince bildiğimiz tek mekanizma hala ulus devlet. Fakat göç, çevre problemi, Kürt meselesi, adaletsizlikler, bunlara ulus devlet modeli içinden cevap üretilemiyor. Bugün Türkiye’de internete erişimin yüzde 80’lere geldiği, kırlarda bile yüzde 50 internet erişimi olduğu, sadece cep telefonunun bütün nüfusu aşan sayıda olduğu bir ülkede bildiğimiz eski usullerle iş yapma imkanı yoktur. Dolayısıyla olup bitenleri yalnızca bir liderin otoriter eğilimlerinden açıklayamayız. Önümüzde daha büyük bir mesele var.
Kürt halkının referandumda alacağı tutum, üzerinde en çok spekülasyon yapılan başlıklarından biri olmuştu. Günün sonunda onca ağır baskıya, tutuklamalara rağmen yapılan ‘hayır’ tercihi, ‘Kürtler AKP’ye kazandırdı’ türünden görüşlere set oluşturmaya neden yetmiyor?
Şu; Kürtleri bir kere daha, bir kere daha kendilerini ispatlasınlar sınavına sokmak... Daha önce "başkanlığa onay verecekler" tartışması, zaten “Seni başkan yaptırmayacağız” denilmesi o tartışmanın uç noktasıdır. Yani “Böyle değiliz” demek için. O cümle HDP ve Kürtler açısından yararlı mı oldu, zararlı mı oldu, tarihe bırakalım. Bugünkü tartışma da böyle bir şey. Bizim gördüğümüz şudur, bir toplam Kürtler diye baktığımız zaman yüzde 65’ler, 70’ler mertebesinde hayır fikrindeydi zaten. HDP’ye oy vereceklerini söyleyenlerin ise zaten yüzde 90-95’i hayır blokundaydı. Ayrıca sayısal olarak baktığım zamanda ben bundan farklı bir tablo olmadığını düşünüyorum. Efendim HDP’nin yüzde 70 olduğu yerde şimdi 60 hayır çıktı, aradaki 10 kayıp! O kaybın ne kadarının sandığa gidip gitmemekten, ne kadarının OHAL meselesinden dolayı olduğu, ne kadarının hendek savaşları denen süreçlerden sonra göç eden, sandığı bozulan mahallelerin oy veremeyenleri olduğu daha kapsamlı bir araştırmayla ortaya çıkabilir. Ama ana karakter olarak Kürtlerin ya da HDP’ye oy veren seçmenin hayır pozisyonunda kaldığı görülüyor. Mesele de budur. Aradaki üç puanlar, iki puanlar bilmem nelerin bir kısmı tevatür. En başta söylediğim gibi Türkiye’de bir üçüncü unsur olarak bir Kürt meseleniz ve Kürt yurttaşlarınız var. Dolayısıyla bu tartışmalarla, hele bu tür birbirini örtük suçlamalarla veya iktidara yakın insanların dediği gibi “Kürtler artık HDP tercihinden dönüyor, hendek savaşlarını onaylamadılar, Selahattin Bey’in tutuklanmasına da itiraz etmediler” gibi varsayımları gazlamalarla bu işi yok sayamazsınız. Bunların her birinin parça etkisi var ama hikayeyi açıklayan ana renk bu değil. Bunlar kendinizi kandırmak olur. Kürtler hariç her iki taraf için de söylüyorum bunu. Onun için herkesin takkesini önüne koyup Kürt meselesini ve Kürtlerin varlığını düşünmesi lazım.
Bir süredir yoğunlaşan ‘AKP’de dağılma kaçınılmaz’ yorumlarına evet sonucu üzerinden baktığınızda nasıl bir değerlendirme yaparsınız? Erdoğan’ın AKP’nin başına geçmesi beklenen kongrede parti içinde bir temizliğe gidileceği, buna referandumdan anlamlı bir evet çıkmamasının faturasının da ekleneceği söyleniyor. Diğer yandan artık dilin yumuşayacağı, bizzat AKP içinden dile getiriliyor. Yakın ve orta vadede AKP’de neler yaşanacak?
Bir kere genel siyaset tarzına baktığınız zaman Erdoğan için 1 oy veya 1.5 milyon oyun önemi yok. O yüzden benim kanaatim, propaganda dönemine ait olduğu sanılan ve seçimden sonra söylem biraz yumuşar varsayımlarının doğru olmadığıdır. Erdoğan bildiğimiz temposuyla, hayatın her alanına müdahale etme çabasına başkanlığa geçiş sürecinde de aynı hızla devam edecek. Ama önce Ak Parti’ye yeniden bir çeki düzen vermek gibi bir önceliği olacaktır. Yani Davutoğlu ile başlayan dönem, aradan geçen kongreler, FETÖ’cüler meselesi... Her ne kadar “siyasi sorumlular aramızda yoktur” dense de, gerçekliğin ne olduğunu bizler de, sayın Erdoğan da biliyor. Diğer yandan içerden ciddi bölünmelerin olacağını kısa dönemde beklemiyorum. Buna paralel olarak, seçim sistemi tartışmalarının hemen gündeme geleceğini düşünüyorum.
Nasıl?
Siyasi Partiler Kanunu veya YSK’yı da ilgilendiren tüm mevzuat paket halinde gelir mi gelmez mi ondan emin değilim, ama en azından seçim sisteminde barajı bir miktar düşüren daraltılmış bölge yönünde (kağıt üzerinde barajı 5’e, 7’ye düşürebilir ama il barajı pratik olarak yüzde 20’ye gelmiş olacak) bir seçim yasasının hemen gündeme geleceğini düşünüyorum. Yanı sıra, OHAL sürecek. Zaten üç ay daha uzatıldı. Yani bir miktar mıntıka temizliği yapacak siyasette, bürokraside… O nedenle yeni KHK’lar da çıkabilir. Erdoğan “yüzde 50.1’i geçtiğimize göre” diyerek her şeyi istediği gibi yapabilir mi, yapamaz mı? Yapmayı ister, deneyecektir de ama pratik hayat buna ne kadar izin verecek? O nedenle bu gerilimin bir süre daha süreceğini, yeni bir siyaset üretilme fırsatının da bu süreçte çok önemli olduğunu ve bunun için çok ciddi bir fırsat alanı olduğunu da düşünüyorum. Yeni bir aktör, yeni bir siyaset, yeni bir zihniyet ve aktör ortaya çıkarılabilirse Türkiye bu işten daha kolay sıyrılabilir. Bu biraz da tabi etrafımızda olan bitene AB’ye, Suriye’nin nasıl halledileceğine de bağlı bazı şeyler. Dolayısıyla bir süre böyle gerilimli günler geçirilecek. Herkesin moral kapasitesini böyle hazırlaması lazım diye düşünüyorum ama bunu korkup yatakların altına saklanarak ya da sadece korku üreterek, sadece “Yangın var” diye bağıracak halledemeyiz. Ne yapacağımızı daha samimi, daha gerçekçi, kendimiz de değişmeye razı olarak yeniden düşünmemiz lazım.
İçinde bulunduğumuz sert dönemin devam edeceğini göz önünde bulundurduğumuzda, ‘korkuların değil arzuların öne çıktığı’ daha demokratik bir ortak yaşamı nasıl sağlayabiliriz, 48’i 58 nasıl yapabiliriz?
Birinci yolu 48’i 58 yapmak diye bakmamak! Şunu demek istiyorum; oyunu bu kimliklerin dışından bir yerden tasarlamanız, yüzde 51’in de dahil olduğu bir yerden oyunu düşünmemiz gerek. Başından beri referandum sürecinin bana umut veren kısmı şudur; birincisi, önce başarabiliriz umuduna yaslanmak. İki, gerçekten başarmak için öbür tarafın meramını da anlamaya çalışmak ve buradan yeni heyecanlar üretmek. Bu umudumu diri tutan şey, ilk kez hayır diye çabalayan insanların, kümelerin, grupların çoğu anonim, çoğu isimsiz birçok insanın ilk defa geleneksel particilik dışında, parti kimliklerinin dışından bir yerden düşünme, anlama, birbirini dinlemeye çalışma çabalarıydı. Hala da umutlu kılan şey o. Yani öbür tarafı anlayalım, öbür tarafa yanlış gelecek cümle kurmayalım! Bu çaba bile çok değerli. Dolayısıyla bizim meselemiz toplumun korkularına, beklentilerine cevap üretecek yeni bir dil, yeni bir hayal, yeni bir ütopya üretmek. Yoksa örneğin sadece “Seküler hayat tarzımızı kaybetmeyelim korkusundan yürüyerek karşı duralım” hareketi tabi ki üretilebilir, ama buradan 58’e varma ihtimali yoktur.