Selin ONGUN - T24
[email protected] Bekir Coşkun’la 3 Kasım’dan itibaren yazmaya başlayacağı Cumhuriyet gazetesinin Ankara bürosunda buluştuk. Coşkun’dan öğrendiğimiz ilk havadis, bir kitap haberi. Emin Çölaşan’ın Hürriyet’ten kovulduğu 2007 senesinden başlayarak, geçen zaman içinde kendi hanesine düşenleri yazdığı kitabı tamamlamak üzere olduğunu söyleyen Coşkun, yeni kitabının gelecek ay yayımlanacağını belirtti.
AKP’ye karşı kararlı bir muhalif tavrı olan Bekir Coşkun, bilinen üzere tam bir yıl önce Hürriyet’ten ayrılmış ve Habertürk gazetesine geçmişti. Gazetenin “büyük transferimiz” dediği Coşkun, Turgay Ciner’in, “Üzerimde Allah var. Hükümet ve AK Parti'den baskıyı bırakın, telkin bile olmadı. Bu benim patron olarak tasarrufum. Bir kişi benimle ilgili üst üste yüz tane yazı yazarsa ve bunu adeta bir kan davası zihniyetiyle yazarsa, ben empati yaparım ve bundan rahatsız olurum. Basın meslek ilkelerine uygun hareket etmeyen bir kişiyi çalıştırmak zorunda değilim. Bekir Coşkun gazetedeki işine son verilen ne ilk ne de son kişi. Kan davası zihniyetiyle yazan yazar varsa ben o kişiyi gazetede tutmam” açıklamasıyla kovuldu. 15 gün sonra okurlarına bu kez İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’teki köşesinden seslenecek olan Bekir Coşkun’a sorduk: ‘Açık söylüyorum; utanıyorum’
-Mehmet Yılmaz’ın sorusuyla başlayayım; “En değerli köşe yazarı kim? İşten atılmasıyla patronlarına servet kazandıran mı, yeni döneme ‘ayak uyduran’ mı?” Şimdi bu ve benzer sorulara ilk refleksiniz ne oluyor? İyi yazı yazmanın, iyi haber vermenin, iyi sayfa yapmanın, iyi gazete yapmanın kısaca iyi gazeteciliğin zaten para etmediğini ben çoktandır biliyorum. Ben bunu yeni öğrenmedim, gazeteciliğe başladığımda da bu böyleydi. Ama o zaman farklı bir şey vardı.
-Neydi o? Mesele cumhuriyeti, laikliği, koca ülkeyi satma, ülkenin ilkel bir Arabistan’a dönme boyutuna gelmesine göz yumma boyutunda değildi, daha masumdu. Şimdi böyle bir soru karşısında ve bu sorunun bir yerinde kendimi gördüğüm zaman, açık söylüyorum; utanıyorum. Zaten son günlerde bende bir duygu belirdi. Referandumdan sonraki geceydi. Cunda’ya gidiyordum. Terminallerde insanlarla karşılaşmamak için adı duyulmamış bir otobüs firmasından bilet aldım; 46-47 numaralı koltukta oturdum. Siyah gözlüklerimi de takmıştım. Öyle seyahat ediyorum. Bir yerde mola verildi; yolcuların kimi yemek, kimi çay içmek için tesislere girdi. Sigara içeceğim, kimse olmaz diye otobüsün arkasına gittim. Bir kadın peşimden geldi; orta yaşın üzerinde. Belli ki donanımlı, görgülü biri. ‘Göbeğini kaşıyan adamların bu kadar çok olduğunu beklemiyordum’ Ben okuyucularımı yüzlerindeki ışıktan tanırım. Anladım; onlardan biri. Bana tek kelime söyledi; “Başın öne eğilmesin” dedi. Ben o gece kovulmuştum, Habertürk’teki işime son verilmişti. Referandumdan “evet” çıkmıştı. Böylesini beklemiyordum. Bu toplumun artık bu kadar da olmasını beklemiyordum. Göbeğini kaşıyan adamların bu kadar yoğunlukta olduğu toplumun giderek buna dönüşmesini beklemiyor ve sindiremiyordum. Kovuluşumu internet sitelerinden duymuştum, çok kötü bir durumdaydım. Bu sözü söyledi ve beni eşinin yanına çay içmeye davet etti. Gitmedim. “Bekir Bey, benim kocam Türk ordusunda görev yapmış bir asker. O da asker olduğunu söylemiyor zaten. Hadi burada böyle durmayın” dedi. Şimdi bütün bunları üst üste koyduğunuz zaman, “En değerli köşe yazarı kim? İşten atılmasıyla patronlarına servet kazandıran mı, döneme ‘ayak uyduran’ mı?” Ben bunlara ne cevap verebilirim? Bu çok zor bir soru. ‘Hatalarım var, ama yüz kızartıcı suçum yok’ Biz niye bu hale geldik? Ben bütün yaşantıma bakıyorum. Erik çalmamdan komşunun camını kırmama, kızına asıldım diye babasından fırça yememe, sevgilime söylediğim bütün yalanlara, hepsine, her şeye bakıyorum; evet benim hatalarım var, ama yüz kızartıcı suçum yok. Biz şunu istedik; çocuklar güzel bir dünyada büyüsün, kadınlar özgür olsun ve onurlu bir şekilde işlerine gitsin, insanlar çağdaş dünya için umutlar beslesin. Ama olmadı, olmuyor. Bir soru geliyor karşımıza; sen nesin? Bir ihale karşılığında mısın, çıkar karşılığında mısın, gericilik mekânizmasından rant alan mısın? Kullanıldın mı, atıldın mı, satıldın mı? Ben şunu yeni söylemedim. Belki ilk kez 1987 yılında demiştim; orman yandığında, kelebek de, karaca da, ceylan da, solucanlar da, kurbağalar da ölür. Otlar da yanar, ağaçlar da. Kimsenin kurtulma şansı yoktur. Ne yazık ki Türkiye’de ormanı ateşe verdiler. Olay bu. ‘Ciner’i mahcup etmem çünkü taş oradaki arkadaşlarımın kafasına çarpar’
-Hükümete dair eleştirilerinizi, “göbeğini kaşıyan adamı” soracağız. Fakat ondan önce şunu konuşalım; son olarak Habertürk’ten kovulmanızda meselenin AKP vurgusu öne çıktı ama büyük bir medya skandalı neredeyse görmezden gelindi. Atılmanızı “Basın meslek ilkelerine uygun hareket etmeyen bir kişiyi çalıştırmak zorunda değilim” diyerek açıklayan Turgay Ciner, sizi yıllardır yazdığınız yazılar eşliğinde “büyük gururla” gazetesinin kadrosuna aldı. Hürriyet’te hangi tonda yazıyorsanız, Habertürk’te devam ettiniz. Peki şimdi “Kan davası zihniyetiyle yazanı gazetede tutmam” diyen Ciner’i bu açıklamasından birkaç gün önce bile neden kolladınız? Ben kavga etmesini bilirim, yıllarca iktidarla, başbakanlarla, cumhurbaşkanlarıyla kavga ettim. 40 kez yargılandım, bir tek Özal nedeniyle mahkûm oldum. Şimdi ben Ciner’i kollamadım, kavgaya girişmedim, mahcup etmedim. Ve hâlâ da etmek istemiyorum. Çünkü o zaman bana şu soruyu sormaz mı insanlar; peki madem bu patron böyleydi bu adamlarla niye orada bir yıl çalıştın? Gazetenin patronu diyor ki, “İlkelerime uymadı. Ve ben onun işine son verdim.” Benim hep ne yazdığım açık, ortada. Kamuoyu her şeyi görürken ben daha ne konuşayım? Ama daha önemlisi şu; tamam patron öyle dedi, iyi de benim çok sevdiğim insanlar hâlâ orada çalışıyor. Evimin, ailemin parçası gibi sevip saydığım gazeteciler orada görev yapıyor. Benim oraya attığım her taştan biri, oradaki arkadaşlarımın kafasına çarpabilir. Çarpar da! Üstelik ben oradan ayrılırken başka bir şey yaptım. ‘Habertürk’ü meslektaşlarıma emanet ettim’
-Ne yaptınız? Habertürk’ün Ankara bürosunda yine çok sevdiğim bir temsilci var, Muharrem Sarıkaya. Odamı toplarken çocuklar geldi. Muharrrem’den “Çocuklara üç dört cümle söyleyebilir miyim?” diye izin aldım. Çünkü artık orada ben yokum, işim bitmiş. Çocuklara, “Sakın arkanıza bakmayın. Benim buradan böyle gitmem sizi etkilemesin” dedim. Önümde de Habertürk gazetesi duruyordu, gazeteyi kaldırdım, “Habertürk’ü size emanet ediyorum. Bu gazetede hepimizin payı var, şimdi ben gidiyorum, gazeteye sahip çıkın” dedim. Ben şimdi ben buraya nasıl taş atayım? Bu benim yapım değil, uymaz bana. ‘Turgay Ciner’in yaptığını Aydın Doğan yapmazdı’
-Biz “Turgay Ciner’e çakın. Biz de başlık yapalım”ın peşinde değiliz. Ama şunu irdelemeniz kıymetli; AKP vurgusu öylesine çok ki, büyük bir medya skandalı öteleniyor. Medya patronluğunu öğrenememenin sonucu hep tanık olduğumuz türden bir kasaplık değil mi bu? Ciner’in bu yaptığını, Aydın Doğan da yapar mıydı? Aydın Doğan yapmazdı diye tahmin ediyorum. Aydın Doğan nitekim Emin’i kovduğunda, “Kovdum” demişti. Hep söylüyorum; okurlar yazara sahip çıktılarında, gerçek patron, okuyuculardır.
-O halde Habertürk okurları size sahip çıkmadı mı? Çıktı. En azından ben ayrıldıktan sonra gazete 30-35 bin tiraj kaybetti. Okurlar yazara sahip çıktığı zaman patronun iktidarı azalır. Patronun gözü kara olabilir, yazarı da atar, okuyucu da! O ayrı bir konu. Ama bir yazarın gerçek patronu okurudur. Ben Hürriyet’teyken Aydın Doğan’dan ziyade okurlardan korktum. Nitekim ben Hürriyet’ten ayrıldığımda Ertuğrul Özkök’den Enis Berberoğlu’na Ayşe Arman’a, bütün Hürriyet, “Gitme” diye ayaklanmıştı. ‘Bir tek Fatih değil, neredeyse herkes kovulmamı önlemeye çalıştı’
-Déjà vu mu; Habertürk yazarları ve yayın yönetmeni de “kalmanız” için uğraştı mı? Evet, hatta Fatih benim gitmemem için büyük çaba harcadı. Fatih orada çok dürüst ve sahiden arkadaşım gibi davrandı. Hakkını asla yemem, fakat orada Fatih’in başka bir sorumluluğu vardı. Orada çalışan 1500 kişiden de sorumlu bir adamdı. Ben gittim diye kazan kaldırılmazdı! Ben genel yayın yönetmeni olsam, ben de Fatih’in yaptığını yapardım.
-Ne yaptı Fatih Altaylı? Bir tek Fatih de değil, Murat Bardakçı, Umur Talu, Doğan Satmış oradaki neredeyse tüm arkadaşlar kovulmamı önlemeye çalıştılar diyebilirim. Fakat iyi ki önlenemez bir hâl aldı durum, çünkü o safhaya geldikten sonra nasıl kalabilirdim? ‘Kovmak için referandum sonucunu bekledi’
-Referandum öncesinde yazılarınıza ara vermeniz söz konusu oldu; Ciner sizi kovmaya o zaman mı karar vermişti? Onu ben de, Fatih de kavrayamadık. Zannediyorum o zaman, patronun ne yapacağına karar verememesi söz konusuydu. Referandum sonucunu bekledi zannediyorum. Çünkü biliyorsunuz, internet sitelerinde kovulduğum yazıldıktan birkaç gün sonra Fatih, “Yok öyle bir şey, deli saçması” dedi.
-Yani Altaylı’nın Ciner’in ne yapacağından haberi yoktu? Fatih’in yaptığı olabilecek bir kararı, önlemeye çalışmaktı. Fatih eminim ki iyi niyetliydi. Nitekim o zaman eşiyle birlikte bize geldiğinde onun ne kadar iyi niyetli olduğunu hepimiz gördük. ‘Bir tek ihale nedeniyle kovulduğumu zannetmiyorum’
-Kılıçdaroğlu’nun ihale açıklaması eşliğinde ne yaşadığınızı gözden geçirdiniz mi? İhale olayı gerçek sebep değil. İhale olayı, havucun bir parçası. Havuç var, bir de sap var; biliyorsunuz. Ben bir tek ihale nedeniyle kovulduğumu zannetmiyorum. Bu mantıkla olanları çok basite indirgeriz. O zaman hapisteki gazetecileri, genel yayın yönetmenliğinden kenara çekilenleri, hatta cezaevinde ölen insanları görmemezlikten geliriz. Olay büyük; yangın var diyorum. Mesele “Patronun biri ihale aldı” olayı değil, bu cumhuriyetin işgali. Bu büyük bir olay. Tabii ki Kılıçdaroğlu ve CHP bu konuda duyarlı davrandı, bilinmeyen bir yönü ortaya çıkardı. ‘Hürriyet’te orman yanıyor dediğimde Aydın Doğan inanmadı ama sonra…’
-Şimdi bu sözleriniz üzerine hükümete karşı aynı hisleri besleyen okurlarınızın aklından geçebilir: “Cumhuriyet işgal altında, medya patronları da işgalcilere kucak açıyor!” Patronlar vahimliğin farkında değil. Onlar diyor ki, “Orman yanıyor ama orada bir arsa açılır, ben de oraya belki bir kooperatif yaparım!” Yok böyle bir şey. Onlar da gidecekler. Ciner de gider. Ben Hürriyet’te “Orman yanıyor” dediğimde ne Aydın Doğan, ne de Ertuğrul Özkök buna inandı. Fakat bir süre sonra bir milyar dolarlık ceza, Aydın Doğan bugün gazetelerini satma noktasında, Ertuğrul Özkök görevden alındı. ‘Vuslat Doğan çok üzüldüğünü söyledi’
-Peki Habertürk vakasından sonra Aydın Doğan ya da Ertuğrul Özkök aradı mı? Ertuğrul her gün aradı. Benim arkadaşım, o kadar yıl birlikte çalıştık. Doğan ailesinden de arayanlar oldu. Vuslat Doğan bir okuyucum olarak aradığını ve çok üzüldüğünü söyledi. Ben Vuslat Doğan’ı tam bir Atatürk kızı gibi görürüm. “Üzülme. Bazen biz gideriz, bazen sizler kovarsınız” dedim. (Gülüyor)
-Doğan Grubu, “Bekir Bey yuvaya geri dönün” diyebilir miydi? Diyemezlerdi. Ben de zaten deseler dahi dönmezdim. Çünkü bu kez okuyucuma hesap veremezdim. Benim için tek ölçü okurlarım. Hiç kimseyi düşünmem. ‘Aydın Doğan’ı da, Turgay Ciner’i de patronum saymadım’
-Okurunuz sorsa; Türkiye’nin ‘medya patronları’ sorunu yok mu? Başın öne eğilmesin; okurumun bu sözünü ileride çok duyacaksınız benden. Hürriyet’ten kovulduğum, pardon ayrıldığım günlerde (Gülüyor), karıştırıyorum artık. Odamı toplarken, herkes ağlıyor, ben de zor tutuyorum kendimi. Evde bir şey unutmuş gibi yaptım, eve gittim. Kapının önünde çocuklar, ellerinde çiçekler. Öğretmenleri getirdi sandım. Anladım ki mahallenin çocukları, kadınlar. Benim patronum onlar. Ben hiçbir zaman Aydın Doğan’ı, Turgay Ciner’i patron saymadım. Onlarla onun için kavga etmedim. Onlar benim patronum değildi ve hiçbir zaman olmadılar. ‘Biz ahlaklı gazeteciler değiliz, dönemimizin yüz karasını taşıyoruz’ Tamam; patron patrondur ama o yayın yönetmeninin, editörün olduğu salonun eşiğine kadar gelir, o kapıdan giremez. Bizim eksiğimiz bu; patron salona girmediği halde bütün duygularını, düşüncelerini, ideallerini salona girmiş kabul ediyoruz. Biz onun için ahlaklı gazeteciler değiliz. Ve kendi dönemimizin yüz karasını taşıyoruz. Biz günahkâr bir kuşağın gazetecileriyiz. Ülkemize ihanet ettik. Yıllardır söylüyorum bunları ben. Onun için okurum bana başını eğme diyor. Şunu da söyleyeyim; bu süreçte sadece CHP’nin değil, bütün muhalif partilerden destek gördüm, hepsi aradı. Kılıçdaroğlu ayrı bir ilgi gösterdi, bir günde üç kez aradı. ‘Coşkun nakliyat; yarım günde oda toplamayı öğrendim!’
-Siz de bir yılda, iki oda boşalttınız? (Gülerek) Coşkun nakliyat! Yarım günde oda toplamayı öğrendim bu arada. Bir odaya yerleşirken, olası bir kovulmaya karşı, en kısa sürede nasıl toplanabileceğimi düşünerek yerleşmeyi öğrendim. Kırılmazlar mesela! Okuyucularımdan gelen hediyeler, Pako’nun öteberisi, nasıl paketlenir! Birinci sınıfım bu konuda. Ama yüreğimin kırılmasını Coşkun kargo halledemedi.
-Habertürk’e giderken “Odaya çok yayılmayayım, her an gönderilebilirim” duygusu var mıydı; yoksa “coşkun nakliyat” referandum sürecinde mi aldı sinyali? İlk gittiğim günler, yedi sekiz ay her şey çok iyiydi. Yeni bir gazete ve olağanüstü bir ilgi. Onu da öğrendim mesela, yukarının ikliminin yanar dönerliğini. Odama alınan hediyeler, epey uğraş verdiler. Çok güzel bir odaydı, yarım dönümlük bir odada oturdum.
-Peki bu tecrübeleriniz eşliğinde şimdi Cumhuriyet’e gelirken “Aman bu kez oda istemem” der misiniz? Demem. Ben gazeteye gelmeden çalışamam. Tıpkı muhabir gibi gazeteye geleceğim, arkadaşlarla konuşacağım, haberleri soracağım. Ve yazıya öyle oturacağım. ‘Sözcü’ye gitmeyerek ayda iyi para kaybettim’
-Okurlarınızın olası tepkilerini de soralım; büyük bir kitle sizin Cumhuriyet’te yazmanıza çok sevindi. Diğer taraf için mesela Oktay Akbal’ın yazısındaki “İlhan Selçuk’un penceresi hep açık kalacaktır” sözlerini işaret edebiliriz… “Niye Sözcü’ye gitmedin?” diyen büyük bir kitle de var. Sonra Yeniçağ için benzer duyguları olanlar var.
-Sözcü’ye gitmeyerek ayda ne kadar kaybettiniz? (Gülerek) Vallahi ayda iyi para kaybettim! Tabii şimdi rakam veremem. Tıfıl muhabirliğimden yazarlığa dek, gittiğim yerlerde hiçbir zaman para konuşmadım. Hatta Habertürk’e geçerken Altaylı bunu yazdı. Ama o zaman İbrahim Tatlıses’in değil, Kibariye’nin bir konserinde aldığı kadar transfer ücreti almış olsam da bunlar büyütüldü. Hürriyet’ten ayrılırken 16 yıllık kıdem tazminatım vardı v.s, Habertürk bütün bunları karşıladı. Ama yemin ederim ben hiç kimseyle hiçbir zaman para konuşmadım. (Söyleşiyi yaptığımız Cumhuriyet Ankara bürosunun 30 yıllık emektarı Mehmet Ali Bey çay ikramı için odaya girince hemen ona sorduk; Cumhuriyet okurları Bekir Coşkun’un gelmesine daha çok nasıl tepki verir? “Çok sevinçliyiz, Bekir Bey daha önce gelmeliydi, geç bile kaldı” diyerek odadan çıkınca Bekir Coşkun’a sormaya devam ediyoruz.) ‘İlhan Selçuk’un köşesinde yazmayı asla talep etmedim’
-Peki diğer taraftan CMOK’lar “Bekir Coşkun, İlhan Selçuk’un köşesinde yazamaz” gibi bir tartışma başlatırsa, biliyorsunuz kısa süre önce okur tepkileri nedeniyle Cumhuriyet’ten ayrılan yazarlar oldu? Böyle bir tartışma da gündeme gelebilir. Fakat İlhan Selçuk’un köşesinde yazmayı asla ben talep etmedim. Hatta ben, İlhan Selçuk’a Emin (Çölaşan) Hürriyet’ten kovulduğunda şunu teklif etmiştim. O zaman dostlarımızdan birisi kalabalık bir yemekte, “Bekir Hürriyet’te çok para alıyor, bize gelmez” demişti. Ben de gazetecilerin, bürokratların katıldığı yemekteki bu sözleri duymuştum. Hemen ertesinde Mustafa Balbay ve Emin Çölaşan’ın, yine gazeteci ve bürokratların da bulunduğu bir yemekte, “Burada açıklıyorum, bir foto-muhabirin maaşını, bir sandalye, bir masa istiyorum ve Cumhuriyet’e gidiyorum” demiştim. Bunun üzerine mesajı Mustafa (Balbay) İlhan Selçuk’a iletti. Birkaç gün sonra Emin, ben, Mustafa, İlhan Abi toplandık. O yemekte bize üstü kapalı benim gitmemin doğru olmayacağını söyledi. Ki doğruydu. ‘Keşke imkân olsa da Zaman’da ya da Yenişafak’ta yazsam’
-O zaman Cumhuriyet’e gitmenizi neden doğru bulmamıştı? Burada şöyle bir şey var, biz burada yanılgıdayız. İlk tepki şu; “Öbür tarafta ne işin var? Ya Cumhuriyet’te ya da Sözcü’de yazmalı” deniyor. Bizden beklenen bu. Ama hayır, keşke imkân olsa da Zaman’da yazsam, Yenişafak’ta yazsam. Cumhuriyet’i yıkmak isteyenler bunu çok iyi yapıyorlar. Adamlarının her yayında yazmazını sağlıyorlar. Biz ne yapıyoruz; “İllaki burada olmam lazım!” Bu bakış yanlış. ‘İlhan Abi, 2007’de Cumhuriyet’e geçmemi istememişti çünkü…’ Ben Habertürk’e giderken biraz da bunu düşündüm. Benim kitlelere ulaşmam gerek. İlhan Abi o zaman bana şunu söyledi. Emin’le ilgili bölümü Emin kendisi anlatsın. İlhan Abi, “Bak Bekir ülkemiz zor durumda. Diyelim ki seni Cumhuriyet’e aldık, bizim tirajımız düşük. Zaten senin gibi düşünen insanlar burada yazıyor. Ama Hürriyet’in beş yüz bin tirajı var. Senin düşüncelerinin orada kaç milyon insana ulaştığını düşün” demişti. “Haklısın Abi” deyince “O zaman kalk, işini tam yap” dedi. Aynen bunu söylemişti. O zaman dediği doğruydu. İlhan Abi bugün olsa “Evde oturma, gel Cumhuriyet’te yaz” der. Ama büyük bir yerde çalışıyor olsaydım, bana yine gelme diyecekti.
-Medya koridorlarında, o dönem Emin Çölaşan ile birlikte Cumhuriyet’e geçmenizi Mustafa Balbay’ın istemediği de söyleniyor? Hayır, ben öyle bir şey hiç hissetmedim. Şunu söyleyecektim, yarım kaldı. Biliyorsunuz Mustafa (Balbay) da Uğur Mumcu’nun yerinde yazmaya başladığında bir tepki olmuştu. Ama bu çok tutucu bir tavır. Yanlış. Çünkü o zaman bu bağnaz, tutucu insanlara niye kızıyoruz biz? İşte Mustafa bugün hapiste. Ve bana göre görevini doğru yaptığı için orada. Cumhuriyet okuru, cumhuriyetin en yakınındaki kitledir, sayıları az olabilir, fakat hepsi bir felsefeci gibi, müthiş bir okuma görgüsüne sahip insanlar. Benim için asıl zor olan, onların karşısına çıkmak.
‘Balbay’ın günlüklerini okumaya hakkım olmadığını düşünüyorum’
-Siz iddianameleri okudunuz mu? Evet.
-Balbay’ın günlüklerini okudunuz mu? Hayır, kısım kısım biliyorum. Çok tuhaf bir duygu, onu okumaya hakkım olmadığını düşünüyorum.
-Hikmet Çetinkaya T24’e verdiği söyleşide, “Darbe günlüklerinin Nokta’da yayımlanmadan sekiz ay önce Balbay’da olmasını ve bunları yayımlamamasını asla affedemeyeceğini” söylemişti. Gazetecilik açısından siz bu durumda sakatlık görüyor musunuz? Hikmet Çetinkaya tabii ki iyi gazete yapmanın peşinde olan bir insan. “Keşke Mustafa bunları yayımlasaydı da gazete bomba bir haber patlatsaydı” diye düşünmüştür. Onun derdi habercilik. Fakat Mustafa’yı çok sevdiğini ve kolladığını da biliyorum. Tabii Mustafa’ya sormak gerek, muhakkak bir cevabı vardır.
-Balbay savunmasında “Doğruluğundan emin olmadığı” için yayımlamadığını söyledi. Ben bu konuda bir şey diyemem, çünkü ben Mustafa ile ilgili resmi iddianame dışında ne araştırma yaptım, ne de bir şey okudum. ‘Laikler, Atatürkçüler biz pek çok alanda hata yaptık’
-Bizim sorguladığımız şu; örneğin habercilik açısından Cumhuriyet’i eleştirmeniz mümkün değil mi? Bundan altı yedi ay önce bir röportajda Cumhuriyet’i kıyasıya eleştirmiştim. “Fiyatı pahalı, internet sitesi abonelik üzerine olduğu için ulaşılamıyor, toplumdan uzak, gençlere yer vermiyorlar” gibi eleştirilerim olmuştu. Şimdi sorduğunuz iyi oldu, söyleyeyim. 10 gündür bu büroya gelip gidiyorum. Yemin ediyorum, buradaki heyecanı ne Hürriyet’te gördüm, ne Günaydın’da, ne de başka yerde. Bir kere gençler pırıl pırıl, en iyi okulları bitirmişler, dil biliyorlar ve gazetecilik için çok hevesliler. Ama bu demek değil ki, ben hiç özeleştiri yapmıyorum. Birçok anlamda biz, Cumhuriyet gazetesi, medya, hatta siyasetçiler, CHP, Atatürkçüler, laikler bu ülkenin sivil-asker bütün demokrat, çağdaş, aydınlık isteyen insanları bir hata yaptık. Bu hatanın sonunda AKP iktidar oldu. Ve AKP onun için bizi silindir gibi ezip geçiyor. Ve göz bebeğimiz Cumhuriyet’i yıkıyor.
-Örnekleri çoğaltmak mümkün, en çarpıcı olanlardan biri merhum Deniz Som’a ait. Som, Fethullah Gülen’e “Amerika’daki sümüklü” diyerek hitap etmişti. Sizce bu üslup, ne kadar çağdaş, laik, demokrat; gazete bu tondan ne olursa arınır? Soruyu yanlış bir yerden sordunuz, Deniz Som’la ilgili ağzımı açmam. Çünkü Deniz Som benim çok sevdiğim, duygularını asla frenleme gereği duymayan olağanüstü bir insandı.
-Farklı yazarlardan farklı alıntılar yapabiliriz. Sorumuz şu; Cumhuriyet bu tonu kullanırken, biri çıkıp İlhan Selçuk için “Darbeci sümüklü” dediğinde, iki “taraf”ta aynı yanlışı benimsemiş olmuyor mu? Biliyorsunuz ki, benim üslubumda bu yok. ‘Göbeğini kaşıyan adam gazete patronu da, asker de olabilir’
-Şimdi bazı ağızlardan “Göbeğini kaşıyan adam” çıkabilir. Biz bunu şöyle soralım. Bir okurunuz şu eleştiride bulunsa, “AKP’ye oy vermedim. Hükümetin laiklikle ilgili takıntılı tavırları olduğunu düşünüyorum. Fakat Türkiye’de olanlara ‘göbeğini kaşıyan adam’la bakmanın faydası yok?” Zaten ben de “göbeğini kaşıyan adamı” bir tek AKP’liler için kullanmadım. Bir adam var, “sosyalistim” diyor, diğeri “ben demokratım” diyor. Türkiye’de kıyamet kopuyor, adam dizi seyrediyor. Ya da üniversite öğrencisi, bütün jant kapaklarını biliyor, bütün araba tamponlarını tanıyor ama anayasa paketinin içinde ne olduğunu okumuyor. “Göbeğini kaşıyan adam” derken ben sağ, sol, dindar, laik ayırımı yapmadım. Adamın dünya umurunda değil, “ne olmuş yani” diyor. Umurunda değil olan biten, ya avanta peşinde ya da kendi keyfinde. Göbeğini kaşıyan adam gazete patronu da olabilir.
-Göbeğini kaşıyan asker olur mu? Olabilir tabii ki.
-Bir okurunuz şimdi şöyle dese; “Muhaliflik konusunda askerin yanlış yaptığı alanlarda neden ısrarla yazmıyorsunuz?” Hepimiz biliyoruz ki bu süreçte sadece askere değil, üniversiteye, medyaya, STK’lara yöneltilen eleştiriler “Burada hatalısınız, düzeltelim” çerçevesinde değil. Bu toplu bir istila. Bu bir yangın. Bu bir yok etme. Bunu kabul etmemiz gerek. Ben, “O benim cumhurbaşkanım değil” dediğimde Başbakan’ın “Çek git o zaman” deme hakkı yoktur. Yemin ediyorum, bunu diyen Başbakan Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel olsaydı o zaman farklı düşünebilirdim.
-O halde bir varsayım sorusu: Abdullah Gül son kovulmanızın ardından sizi arayarak, “Bekir Bey çok üzgünüz, yazılarınızı en kısa zamanda başka bir gazetede okuruz inşallah” dese? Bu olmayacak bir dua ve hatta kabus benim için.
-Çünkü mahcup mu olurdunuz? Ben ona tabii ki ilginize teşekkür ederim diye cevap vermezdim. ‘O zaman Çankaya’nın kapısına özür dilemeye giderdim’
-Biz de bunu sorguluyoruz; neden? Hepimiz biliyoruz ki bu olay Bekir Coşkun olayı filan değil, bu bir istila. “Madem buna üzüldünüz Mustafa Balbay neden hapiste?” diye sorardım çünkü. İlhan Selçuk gibi bir adamın evi gece yarısı neden basıldı? Başbakan neden Fethullah Gülen’e teşekkür etti? Bunları sorardım. “Kamuoyuna duyuru yapın; dini siyasette, ticarette kullanmanın büyük günah, ahlaksızlık, alçaklık olduğunu söyleyin. O zaman ben Çankaya’nın kapısına tıpkı ağlama duvarına gidip af dileyen hahamlar gibi ya da kiliseden atılmış papazlar gibi yalvarmaya, özür dilemeye geliyorum” derdim.
-Ya şu; “Ben de lafın şehvetine kapıldım, şurada hata yaptım” diyerek özeleştiri yaptığınız maddeler yok mu? Gazetelerde oradan oraya gitme konusunda hata yaptığımı zannetmiyorum. Ama saflık yapmışımdır, boşu boşuna inanmışımdır, aptallaşmışımdır, algım yeterli olmamıştır. Ama yazılarımda hata yaptığımı düşünmüyorum. ‘Sil baştan yapmamız gereken bir durum var’
-“Yılın 300 günü yazıyorsunuz. Bu 300 günün, 150 günü yeminli AKP muhalifliği yerine Türkiye’nin diğer sorunları hakkında, darbe, Kürt sorunu v.s, kalem oynatsanız” eleştirisini hakkaniyetli bulmanız olanaksız mı? Bizim aslında belki de sil baştan yapmamız gereken bir durum var. Şunu özellikle son günlerde çok düşünüyorum. Toplumun, yüce duyguların kötüye kullanan her kimse ona ceza vermesi lazım. Bayrağı kötü kullanıyorsa, toplum yaptırım uygulasın. Cumhuriyetçiliği, Atatürkçülüğü her kim kötü kullanıyorsa toplum ona ceza versin. Milliyetçiliği, İslam’ı, dini kim kullanıyorsa toplum kesin cezasını. Anahtar toplumda. İyi ama cezaları kim kesiyor? Ben bunları hiç düşünmüyorum mu sanıyorsunuz? Nereye gidersem gideyim karışıma iktidar çıkıyor. Hayvanlarla ilgili yazıyorum, Başbakan “Köpekleriyle yatar bunlar” diyor. Ertesi gün bütün belediyelerde köpek kıyımları başlıyor. Çocuklarla ilgili yazıyorum, Başbakan “En az üç çocuk” diyor. Yahu sokaklar sevgisiz, başı okşanmamış, insanları sevmeyen çocuklarla dolu. Ne yapıyorum; başlıyorum bu kez yazılarda ağlamaya. ‘Kovulduğum için gerçekten üzülen iki AKP’li bakan aradı’
-Bekir Bey, yazılarınızdan hiç hazzetmeyen fakat kovulmanızı içine sindiremeyen bir AKP’li vekil, bakan, üye oldu mu; sizi o taraftan kimse aradı mı? İsim vermeyeceğim fakat iki AKP’li bakan aradı. İkisi de parti içinde çok önemli insanlar, öyle sıradan isimler değil. Çok dikkatli konuştular, “Çok üzüldük, geçmiş olsun” dediler. Hukukum, geçmişim olan isimler değiller, fakat ben onu hissettim, samimiyetle aradılar. Şunu da tamamlayayım; keşke Zaman’da Yenişafak’ta yazsaydım dedim. Ben bunu bir temenni olarak söyledim. Çünkü hoşgörü duygumuzu yok ettiler. Oysa biliyoruz ki bugün ne onlar bizi çağırır, ne de biz orada yazmayı kabul ederiz. Sorun bu. Şimdi bu ideal noktaya karıncalar gibi gitmeye çalışıyoruz. Ama oraya varmanın en büyük engeli bu iktidardaki zihniyet. “Bizden değilsin biz seni silindir gibi ezeriz”cilik. Biliyor musunuz; “Öyle bir şey yaparlar ki gururumu kırarlar” diye korkuyorum ben. Beni toplumun gözünde küçük düşürecek, rencide edecek bir tezgâh. Nitekim bunu birçok insana yaptılar. Ben bunun gıdımını yaşadım. Çok kötüydü. ‘Ailem ile ilgili bir iftira olur v.s. diye çok korkuyorum’ -
Neydi o yaşadığınız? Kovulduğumda internet sitelerinde ne haberler vardı; yeteneksiz, basın ahlak ilkesinden yoksun, beş para etmez yazar… Bu bile beni bu kadar yaralamışken, Allah korusun ailem ile ilgili bir iftira olur v.s. diye çok korkuyorum. Çünkü bütün bunlar oldu, oluyor. Anlamıyorlar, bu korkular gerçek. İnsanlar bunu yaşıyor. ‘Türbanlı bir yazarla aynı gazetede nasıl yazarsınız, diyen okur sağlıklı’
-Benzer bir korkudan beslendiği söylenen bir madde soralım; “Türbanlı bir yazarla aynı gazetede nasıl yazarsınız? O Serdar Turgut, Fethullah Gülen’e methiyeler düzerken, o gazetede nasıl durursunuz?” Bu yöndeki okur yorumları gerçek mi? Doğru vardı bunlar.
-Bu sağlıklı bir ruh hali mi sizce? Sağlıklı.
-Makul bir sebep? Okurun yazarından her zaman bir talebi olur ve olmalıdır. O onların görüşüdür. Bütün bu tepkileri yazar değerlendirir ve kendine göre yön verir. Demokrasi de öyle değil midir? İktidarlar toplumun tepkilerine göre kendisine yön vermez mi? Hadi son soru.
-Siz kendinize sorun ve cevaplayın? Benim kendime sorum; ne yapacaksın diyorum kendi kendime. O gün, kovulduğumda okurumun dediğini yapacağım; başını öne eğme Bekir, diyorum. Bitsin mi? ‘Yeni Radikal’i hiç beğenmedim, dergi gibi’
-Epey ilgisiz olacak ama o meşhur güncel medya sorusunu da unutmayalım; yeni Radikal? Hiç beğenmedim.
-Boyunu posunu mu? Boy pos, bunlar sorun değil. Gazete gibi değil, dergi gibi. İlk gün aldım, ama mesela bugün almadım. Ama hayırlı uğurlu olsun, çalışanlarına kolaylıklar.