Papa’nın âyini, arkasından Avrupa Parlamentosu’nun kararı, belli ki Tayyip Erdoğan’ın kızmaya zaten her an mütemayil olan bünyesinde birkaç sigorta birden attırdı. Bu olaylar karşısında epey söylenmişken Kocaeli’nde kendini miting meydanında bulunca infilâk etti. Bu arada Ermeniler’i de iyice bir azarladı. Akılda kalması gereken, Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine ışıldak tutan bir konuşmaydı bu Kocaeli konuşması.
“Kişilik” dedim... Neyi yansıtıyor yani? Bir kere şu: Biz, her zaman haklıyız. Bu “biz”im kimlerden oluştuğu duruma göre değişebilir ama Tayyip Erdoğan kendini bir “biz” içinde görüyorsa o “biz” her halükârda haklıdır. Eskaza çok haklı görünmüyorsa, bunun çaresi daha yüksek perdeden bağırmaktadır. Kocaeli’nde böyle bağırıyordu Cumhurbaşkanı. 17 Aralık olayını, muhtemelen kendisinin oğluyla telefon konuşmasını hatırladığı zamanlarda da yaptığı gibi.
Bu belki futbol oynamışlıktan gelen bir şey: “En iyi müdafaa hücumdur” anlayışı.
Ne diyordu böyle bağırarak? Ermeniler’in yüz binlerce Müslüman’ın ölümüne yol açtığını söylüyordu. Nasıl, nerede olmuş bu? Kendileri öldürmemiş – “yol açmak”, “sebep olmak” dendiğine göre. Yani Ruslar’a yardım etmişler, o mu? Bunu kaç kişi yaptı? Sarıkamış’ta altmış bin Osmanlı askerini öldürmesi için Enver Paşa’ya da Ermeniler mi yardım etti?
“Biz Ermeniler’le dostuz” anlamına gelecek cümleler söylerken Tayyip Erdoğan belki en fazla açık veriyor; çünkü sesinde, edasında, cümlesinde dostlukla, anlayışla, sevgiyle ilgili hiçbir şey yok. Aslında “biz dostuz” filan demiyor, “biz âlicenabız” diyor. Ve hemen, “sabrımızı taşırırsanız neler yaparız ya, haydi gene büyüklük bizde kalsın” makamına geçiyor.
“Deportasyon” lafı ediyor, açık açık. Evet, Ermenistan çok yoksul. Bunda bizim de katkımız zaten var. O nedenle epey kabarık sayıda Ermenistan yurttaşı buraya geliyor, burada çalışıyor. Bunu bilmeyen yok, göz yumulan bir durum. Şimdi Erdoğan bunu Ermeniler’in başına kakıyor, “Tepemizi attırırsanız hepimizi kovarım, aç kalırsınız,” diyor. “Aba altından” falan değil, aba üstünden, sopayı gösteriyor.
Bu da Tayyip Erdoğan’ın bir kişilik özelliği. Örneğin Kürt sorunu karşısında tavrı. Dünyada geçerli azınlık hukuku ya da dünyada geçerli bireysel haklar çerçevesinde herhangi bir “hak tanıma” isteği, eğilimi yok. Kürt halkının çok çekmiş olduğunu biliyor, “Şu eza bir an önce bitsin” diye beklediğini biliyor. Hiçbir hak talep etmeden silâh bırakılmasını istiyor. Ermeniler’e de, “Bakın, izin veriyorum, para kazanıyorsunuz; kesin bu ‘genosid’ edebiyatını” diyor.
Ermeniler ne zaman halt etmiş? Bizden hak talep etmeye başladıkları zaman. Nasıl olmuş bu? Ermeniler Batı’nın iğvasına kapılmış. Şimdi de böyle bir durum olduğu anlaşılıyor. Papa falan, bunlar, Hıristiyan Batı’nın iğva ekipleri! Ermeni sevdikleri de yok. Dertleri günleri, Türk düşmanlığı. Tayyip Erdoğan gibi eşsiz bir önderin şaşmaz komutası altında Türkler’in dev adımları atarak güçlendiğini gördüler, taş koymaya çalışıyorlar.
Atalarının düştüğü tuzağa düşmemeleri için uyarıyor Erdoğan Ermeniler’i. Bunda, üstü kapalı bir “kıyım kabulü’de var. Yani, “Bizim size izin verdiğimiz sınırlar içinde uslu uslu oturmak varken iğvaya kapıldınız. Başınıza malûm işler geldi. Şimdi gene kaşınıyorsunuz.”
Bu, Ermenistan’dan gelenlerin deportasyonundan buralı Ermeni halkın deportasyonuna da gelebilir yani.
Âlicenap Türk, daha doğrusu Tayyip Erdoğan, Aktamar Kilisesi’ni de restore ettirmiş.
İmdi, Tayyip Erdoğan’ın birçok konuşmasında bir yığın korkunçluk yanında bazı doğrular da oluyor. Bunların bazıları da Tayyip Erdoğan, bir rivayete göre değişmeye, bir başka rivayete göre aslına dönmeye karar vermeden önceki icraatına bitişiyor. Tayyip Erdoğan’ı iktidarında bu kilisenin ciddi bir restorasyon gördüğü, gene bu iktidar zamanında azınlık vakıfları kepazeliğinde hiç değilse birkaç olumlu adım atıldığı doğrudur.
Ama bu, hele şu son konuşmanın “Sizi nankörler sizi” edasını meşru kılacak bir şey değildir.
Ve Aktamar’ın yanısıra, Kıyım’dan sonraki Yıkım’dan sürünen dünya kadar da Ermeni kilisesi var.
Erdoğan’ın göreli “doğru”larından biri de Karabağ. Ermenistan bu konuda çok yanlış davrandı. Aslında bu yanlış davranışta da 1915’ten tortular vardı, ama bunlar olanı mazur göstermez. Gerek o günlerin kargaşalığında yapılan el koyma oldu-bittisi, gerek bunun için başvurulan Hocalı Kıyımı gibi şeyler çok kötü oldu.
Ama bizim Ermeniler’le “hesab”ımızın Karabağ’la ilgisi yok. Bu konuda Ermeniler’in yanlış davranması bizim çok daha büyük yanlışlarımızı tarihten silmiyor. O tarihi de göğüsleyerek bu işe müdahale eden bir Türkiye, Karabağ’ın da daha medeni bir çözüme kavuşmasına katkıda bulunabilirdi. Ama bunun yolu Ermenistan’dan hem Karabağ’ı geri verip hem de Kıyım’ı unutmasını talep etmekten geçmiyor. Kendi sorunumuzun çözülmesi için Karabağ’ı bir “önkoşul” haline getirmek zaten diplomatik bakımdan da pek anlamlı değil ve “işi yokuşa sürme” yolunda bir manevra olarak yorumlanabilir.
Tayyip Erdoğan “Ermeniler’in haddini bildirme” konuşması yaparken “bir taşla iki kuş vurma” taktiği de gütmüştü. Ermeniler, tamam, ama aynı zamanda HDP’ye ve Demirtaş’a vurulacaktı. Çünkü Demirtaş ve partisi AKP ve CHP ve MHP’nin deklarasyonuna katılmamıştı. Erdoğan, “Hani Türkiye partisi olacaktınız?” sorusuna getirdi işi. Yani Ermeni Kıyımı’nın korkunçluğunu görmek ve bu davanın ağırlığından kurtulma yolunun olayı inkâr etmekten geçmediğini düşünmek (yani Erdoğan gibi düşünmemek) bir tür “vatan hainliği” kategorisine giriyor. “Türkiye partisi” olmak için, “Ermeniler’e karşı bir kıyım olmadı” demek gerekiyor.
Demirtaş ve HDP hakkında konuşurken Erdoğan’ın ağzından dökülen nefret neredeyse elle tutulur hale gelecek gibi koyuluyor, yoğunlaşıyor.
Ama Ermeniler’e hitap edişindeki o “yukarıdan” eda da az değil. Bu eda ile onların gözünde de, bir vakitler olmuş birkaç olumlu işin olumlu etkilerini de silip götürdüğünü tahmin ediyorum.
Tayyip Erdoğan çizdiği bu sevimsizlik tablosuyla sanırım daha birçok ülkenin ve bu arada muhtemelen ABD’nin bilinen yolu tutarak “genosidi tanıyan” yasalar çıkarmasına kapı açtı, açıyor. AKP’nin başlangıçtaki bazı olumlu davranışları (bu konuda ve başka konularda) genel bir iyimserlik ve umut yaratmıştı. “Bu iktidarla Türkiye eski inatçı tavırlarından bazılarından vazgeçecek gibi görünüyor” izlenimini vermişti. O zaman doğal olarak, “Biz üzerlerine varmayalım, zaman tanıyalım ki kendi belirleyecekleri bir tempo içinde gerginlikleri gevşetsinler” diye özetlenebilecek bir siyasî tavır alıyorlardı. Ama “yeni” Tayyip Erdoğan herhangi bir konuda esnemeyeceğini, dünya âleme haddini bildirmekten vazgeçmeyeceğini ısrar ve istikrarla ortaya koyunca, bu tavrı sürdürmenin imkânı kalmadı.
“Değerli yalnızlık” diye adlandırmışlardı. Bunu süreklileştirmek, kalıcılaştırmak yolunda elinden geleni yapıyor Tayyip Erdoğan.
Yapan Tayyip Erdoğan, ama sonuçlarını hep birlikte yaşayacağız.