Ben palalı adamlardan daha mı tehlikeliyim?

Ben palalı adamlardan daha mı tehlikeliyim?

 

Tuğçe Tatari

 

Cumartesi günü bir meslektaşımla buluşmak üzere Aksanat sokağa gitmeye çalışırken, polis barikatlarını görünce Taksim The Marmara Otel’in önünde durdum.

Buluşma noktasına gitmeyi denemeyecektim bile.

Belli ki eylemcilere çok ağır müdahale yapılacaktı.

Tüm ara sokaklar ve İstiklal Caddesi’nin giriş çıkışları kapatılmıştı.

The Marmara’nın önü tek tük ‘meraklı’ insan, turist,  bolca sivil ve üniformalı polisle doluydu.

Kaldırımın kenarına oturdum.

Maksadım uzaktan da olsa yaşananlara tanıklık etmekti.

İstiklal Caddesi çok kalabalıktı. Taksim Dayanışma polise yargı kararını göstererek Gezi Parkı’na girmek istediğini söylüyordu.

Bu detayları internet aracılığı ile öğreniyordum.

The Marmara’nın sokağında oturan avukat arkadaşım Aslı Kazan ve eşi de ellerinde kahveleri ile yanıma uğradılar.  

Sohbet ettik, etrafı gözlemledik.

Özellikle de polisi.

Malum, son günlerde anlamak için büyük çaba gösteriyoruz.

 

**

 

Kahveyi yüzüne dök!

 

Ara ara uzaktan sloganlar, alkış sesleri filan duyuluyor, önümüzden ambulanslar geçiyordu.

Yanımızda duran polislerden bilgi almaya çalışıyorduk.

Bir an polisin, sol tarafımda yani otelin giriş kapısında duran eli bavullu turistin yüzüne biber gazı sıktığını gördüm. Önüme döndüğümde büyük polis kalabalığının içindeydim ve  ittiriliyordum.

Aslı’nın elini tuttum. Bizi büyük bir hızla itiyorlardı. Arkadaşım ‘kocam  yok’ diye bağırdı. Arkamızı dönüp bakmak istedik, izin vermediler.

Amirleri haykırıyordu. Ne dediğini anlamak imkansızdı.

Gümüşsuyu’na doğru iteklenirken arkamdaki polislerden birine ‘arkadaşım kocasını kaybetti. Lütfen biraz daha anlayışlı olun. Şu köşede bekleyelim. Siz de bizimle bekleyin’ demeye çalışırken arkadaşım da ‘biz burada oturuyoruz. Evimiz burda ’ diye bağırıyordu.

Bu duruma sinirlenen polis memuru ‘amma inatçısınız dedi’ ve beni silkeleyerek yere attı.

‘Atın bunları’ diye haykırıyordu amiri... ‘Atın bunları’.

O sırada gazeteci olduğumu söyledim.

‘Hanım efendi kalk’ dedi polis.

‘Hanımefendi mi? Nasıl yani? Yere atılan bir hanımefendi mi?

İleride iki tane kadın polis göründü. Hızla üzerimize doğru geliyordu. Bizi sıkı sıkı kavradıkları  kollarımızdan bu defa onlara doğru fırlattılar.

Arkadaşımın elinde kahve vardı. ‘Yüzüne dök, yüzüne dök’ diye bağırıyordu bir tanesi. Neyse ki kahve o arbedede yere döküldü.

Kadın polislere tekrar komut verildi ‘Atın bunları’…

Koşmaya başladılar, ayaklarımız yerde miydi hatırlamıyorum bile, bizi Gümüşsuyu’na fırlattılar.

Bu arada ne gerizekalılığımız kaldı, ne yemediğimiz hakaret. Sırtımızdan aldığımız darbeleri de unutmamak lazım.

‘Teknoloji gelişti kocanı lazım olduğunda bulursun’ diye alay eden mi istersiniz,  hakaret etmek için hazır bekleyen mi?

Hepsinden biraz vardı işte...

 

**

 

Ak Parti kendi mağdurlarını yaratıyor

 

Ne gaz maskemiz vardı, ne  ‘huylandırıcı’ bir davranışımız. Yarım saattir aynı noktada, polislerin arasında  duruyorduk. Aniden bize müdahale etme kararını nasıl aldılar, elinde kahve tutan bir kadına bu denli sert ‘girmeye’ neden ihtiyaç duydular anlamak mümkün değil.

Ama şunu söylemek mümkün; ‘Benim polisim destan yazıyor’ derken yaratılan korkunç tablo, geri dönüşü olmayan, affedilmesi zor yaşanmışlıkları, mağduriyetleri de beraberinde getiriyor.

Ak Parti kendi mağdurlarını yaratmaya devam ediyor.

Farklı olanlar, itaat etmeyenler sokaklarda dövülüyor. Üstelik deneyimime göre şunu da iddia edebilirim rahatlıkla; sokakta şiddete maruz kalmak  için bir ses çıkartmaya da gerek yok, durmak yeterli oluyor.

 

**

 

Başörtülü kadından daha mı az kadınım?

 

Canımın yandığını, korktuğumu, çok endişelendiğimi saymazsak; onurumun ve gururumun gördüğü zarar tarif edilecek gibi değil.

En büyük görevi insanı korumak olması gereken polisin gözünde bir çöp kadar kıymetiniz olmadığı, fırlatılıp atılan, tiksinerek, büyük bir kinle bakılan bir mahluk olduğunuz gerçeği ile baş başa kalmak inanın çok ağır geliyor.

Başkası yaşadığında ‘haksızlık bu, hukuksuzluk bu’ diye bağıranlardan dahi olsa kişi polis şiddetine direkt maruz kaldığında işin içine ruh çöküntüsü de dahil oluyor.

Her şeyden önce siz ‘Bunlar’sınız, ‘bunlar’… Böylesi bir muameleye maruz kalmak bir insan için, bir kadın için, bir gazeteci için ayrı ayrı hayalkırıklıkları, ayrı ayrı onur kırılmaları yaşamak demek…

Üstelik eve dönüp sokaklarda ‘pala’ sallayarak terör estirenlerin benim gördüğüm muamelenin onda birini görmediğini izlemek yaşadığım derin kırılmanın artmasını sağlıyor…

Bir palalıdan daha tehlikeli, daha ‘öteki’, daha devre dışı bırakılması gereken, şiddeti daha çok hak eden olarak görülmüşüm besbelli.

Şimdi sormak isterim;

Sık sık 28 Şubat mağduriyetlerinden söz edilirken, Ak parti medyasının işten çıkarttığı ve Ak parti polisinin tartakladığı bir gazeteci olarak benim mağduriyetlerimin hesabını kim verecek?

Bu ayrıştırma, bu düşmanlaştırma, bu ‘bizden olmayan yok olsun’la nereye kadar gidilecek.

Günlerdir yaşanan mağduriyetlerden söz ediyoruz. ‘Sivilin de polisin de şiddetine uğrayan masum vatandaştan özür dilenmeli’ diyoruz.

Hele kadınlardan. ‘Kadına kalkan el af olmamalı’ diyoruz.

‘Başörtülü kadınlara daha da hassas davranmalı, mağdur edilmelerine engel olmalıyız’ diyoruz…

Evet, benim başım örtülü değil ama kadınım. Eğer bu benim kıymetli olmam için yeterli ise, merakla bekliyorum şimdi benden kim özür dileyecek diye…