Benim için Küba'nın kokusu mariposadır...

Benim için Küba'nın kokusu mariposadır...
Pelin Batu, çocukluğundan beri annesinden dinlediği Küba'yı düşlerinde büyütüyor önce. Yıllarca gitmek istediği tek ülke olduğunu söylüyor ve sonunda bir film için yolu düşüyor gizemli ülkeye. Küba'ya vardığında, sadece güzel mojitolar içip bol bol yürümek istediğini söylüyor. Havana' da geçirdiği 10 gün boyunca, bol bol yürüyor fakat mojito' dan çok daiquiri içiyor Adalara oldum olası ilgi duymuşumdur - ilk beş yılımın bir adada geçmiş olmasına bağlarım bu temayülü. Adalar ne kadar yakın olsa da uzaktır, dolayısıyla inzivaya çekilmek için ideal yerlerdir. Adalılar serttirzor şartlar, insanları kayalıklar gibi yontmuştur. Hırçın suları, bu insanları bir taraftan keskinleştirmiş, bir taraftan da birbirlerine kenetlemiştir. Adaların bu tatlısertliğini, mesafeli ama sıcak hallerini severim ben. Adalara kaçmayı, adalarda kaybolmayı severim. Beni en çok etkileyen adalardan bir tanesini, Küba'yı anlatmak istiyorum size. Küba'yı yıllarca annemden dinlemiştim. Çocukluğunuz boyunca Castro/Guevara hikayeleriyle dolup annenizin Castro ile çekilmiş rakı sofrası fotoğraflarına bakınca, pek çok şeye meydan okuyan bu küçük adayı merak eder oluyorsunuz. Yıllarca kafanızda kurduğunuz ve "en çok gitmek istediğim yer" diye bellediğiniz bir yere gitmek tehlikeli olabilir tabii ki. Beklenti çıtası bu kadar yüksek olunca, hayal kırıklıktan da "yüksek" olabiliyor ne de olsa. Neyse ki hayalımın "Küba" aşamasına geldiğimde, bu tür sükutu hayalleri olabildiğince az yaşar olmuştum çünkü eskisi gibi gittiğim yerleri, yerle bir edip, herşeyi tatma/görme arsızlığıyla yola koyulmuyordum artık. Küba'ya vardığımda, "Japon turist" güdülerimin çoğu törpülenmiş, sadece mojitolar içip bol bol yürümek gibi basit şeyleri ister olmuştum. Havana'da geçirdiğim 10 gün boyunca, bol bol yürüdüm, ama mojito'dan çok daiquiri içtim. Annem ve babam, her iklimin bir damağı olduğuna inanır. Çok doğru. Mesela Küba, benim için şeker limon, ve romlu bir tattan mürekkep oldu.Küba'ya altı yıl önce sinema sayesinde gittim. Aslında işimizin en güzel taraflarından biri bu; yaptığınız filmler sayesinde, insanlarla bir hikâye paylaşmanın dışında, onların hikâyelerine de dalma fırsatı elde ediyorsunuz. Turist olmak da hoş elbette, ama insan bir yere işi icabı davet edilince, orasının değeri bir başka oluyor. Bu tür festivallerde, çok hoş insanlarla tanışıp vakit geçirme fırsatını yakalıyorsunuz. Arada kafileden kaçıp keşiflerinizi yapmak da önemli tabii; sonuçta ancak yalnız başınayken bir şehri gerçekten hissedip kavrayabiliyorsunuz. Küba deyince, akla ilk gelen, eski devasa Amerikan arabaları, rengârenk boyanmış eski binalar, eski devrimlerin izleri ve kahramanları, ve Hemingway efsaneleri olmuştur. Kısacası, ambargo sayesinde dondurulmuş, Castro ve arkadaşları sayesinde, mevcut dünya sistemine başkaldırmış bir diyardır Küba. Havana'da beni en çok etkileyen şey, ilk olarak buydu. Karmaşık duygular bunlar. Bir taraftan, iyi ki böyle bir yer var diyorsunuz. Her yerin birbirinin karbon kopyasına dönüştüğü bir dünyada, Küba çok farklı ve narin; daha önce Karayipler'de başka adalara gitmiş biri olarak şunu söyleyebilirim; Havana, gittiğim hiçbir yere benzemiyordu. Ayrıca kulakları, yıllar boyunca çevresindeki herkes tarafından, "Castro" yu kaybetmeden Küba'ya gitmek lazım tarzındaki repliklerle doldurulmuş bir insan olarak, Castro devrinde Küba'ya gitmiş olmanın ehemmiyetinin farkındayım (Fidel ya da Raul çok farketmiyormuş, gördük). Ama Küba'da çok da hüzünlendimKüba Komünist Partisi'nin teorik felsefeyi realiteye dönüştürebilmesi, muhteşem sağlık ve eğitim sistemleri kurması gibi açılımlar bir tarafa, orada hazin bir yoksulluğa şahit olmak, beni tabii ki etkiledi. Ama bu yine açıklanabilir bir şeydi; koskoca bir imparatorluğun politikalarına neredeyse yalnız başına direnen bir ülkede, bu gibi sorunlar, bu ekonomik sarsıntılar, tabii ki olacaktı. Hatta bu, o ülkeyi güçlendiren, birbirine bağlayan faktörlerden biri de olacaktı. Evet, kaçak kabloyla Amerikan televizyonu seyreden izole edilmiş bir milletin tatminsizliği, bu ülkeyi gerçekten de "yalnız ve güzel" yapan şeylerdir bana göre. Ama beni asıl sarsan başka bir şey oldu. Havana'ya ayak bastıktan birkaç gün sonra, orada yaşayan insanlarla kaynaşıp, evlerine misafir olup, uzun uzun sohbet ettim. Paula ve ressam sevgilisi, beni çok güzel ağırlayıp, arkadaşlarıyla tanıştırdılar. İlk öğrendiğim şey, iki hafta önce, yani Kasım 2003'te, 20'li yaşlardaki iki genç bir feribotu kaçırmaya teşebbüs ettikleri için idam edilmişlerdi. Bir sisteme ve o sistemin liderine hayran olan bendeniz, tabii ki o sistemin mükemmel olamayacağını bilir. Ama, yakışıklı Che posterleriyle kaplı Havana'da, bu iki çocuğun akıbetine şahit olmuş olmak bana ağır gelir hâlâ. Ama isterseniz, politikaya saplanmayalım. Rehavetli pazar keyfinizi, sistem hataları ve kritikleriyle ağırlaştırmayayım. Güzel şevlerden bahsedeyim. Muz ağaçlarıyla kaplı avlulardan, tuhaf meyve, ağaç ve çiçeklerden, muhteşem resimlerden, evlerden devşirilmiş La Guardia gibi zevkli yemekhanelerden... Ve komik sahnelerden... San Cristobal Katedrali'nin kalabalık meydanında Elif'le dans edişimizden, sokaklarda insanlarla tanışıp küçük, pis ve biraz korkutucu olmakla birlikte son derece yerel işletmelere dalıp çıkmalardan... Ama sanırım en komik hikâye şu olacaktır: Bir akşam sefarete giderken şaşkın kadın taksi şoförümüzün yolu şaşırıp alakasız bir sokağa sapmasıyla etrafımız tüfekli askerler tarafından kuşatılmıştı. Zaten balık istifi misali doluşturduğumuz arabada, kıpırdayamamış, ne olduğunu anlamadığımız gibi, ne olduğumuzu anlatamamış, pek çok "tüfekli" ziyaretinden 45 dakika kadar sonra da, bir sivil asker tarafından azad edilmiştik. Burdan çıkan ders: a) Fidel Castro, birçok suikast girişiminden dolayı hep ayrı yerlerde ikamet etmektedir, b) Çok iyi korunmaktadır c) Potansiyel katil muamelesi yemiş olan bizler, az daha tutuklanıp ve saçma sapan bir diplomatik skandalin kurbanları oluyorduk, d) Ürkütücü hikâyeler, sonrasında komik anılara dönüşebiliyormuş. Havana'dan bana kalan birçok resim var. Bu resimler, dünyada gördüğüm en iyi modern sanat müzelerinden biri olan Havana Modern Sanat Müzesi'ndeki Roberto Fabelo, Zaida del Rio, Fidelio Ponce de Leon kuşları ve çocukları. Kırmızıları, mavileri, morları. Ve tabii ki kendi resimlerim, daha doğrusu, kafamda çektiğim anlar kaldı. Akşamları, yorgun argın odama dönerken, geniş sahil boyunca seyrettiğim insanlar, dökülen duvarlara asılı rengârenk çamaşırlar, bana Türkiye'ye bir mektup iletmemi rica eden kızın yüzü, çatallardan yapılma heykeller, caz kfübündeki coşkulu hava, dev purolarını tüttüren ihtiyarlar...Aslında bütün hüzünlerin ve coşkuların iç içe geçtiği, eksikliklerin, notalar, boyalar, danslar ve büyülerle doldurulduğu bir yer olarak içime işledi Havana. Belki buradan bakıp konuşması kolay, belki "zorluklardır güzellikleri doğuran" demekle her zamanki "estet" çıkmazıma girmiş oluyorum. Ama, şunu da biliyorum, 50'lerde Havana'yı ihya eden kumarhaneler tekrar açılıp onlara devasa zincirdükkanlar eklense, görünürde halk kalkınır, daha mutlu olur mu, işte bu tartışılır. Büyük şirketler ve mafyozo oluşumlar ne zaman halka yaradı ki zaten? Her yolculuğun sonunda, geri getirilen, bazı şeyler, gidilen yerleri canlı tutar. Her yerin kendine has yemeği ve içeceği olduğu gibi rengi ve kokusu vardır. Benim için Küba'nın kokusu mariposadır. Büyükelçimizin verdiği kökler, dev yaseminleri andıran, onların zarif kokularını taşıyan mariposalara dönüştü. Yazın, bahçemizde bizi Havana'ya götürürler. Çarşıda bulduğum antika kitapları her açtığımda, bir sahafla geçirdiğim öğleni anımsarım ben. Bana adresini verip yazar mısınız demişti. Hiç yazmadım. Kim bilir hangi hastalığın tarihçesini yazıyordur şimdi ?(Taraf - Pazar)