Berkan: Erdoğan halktan korktuğu için yüzde 10 barajını kaldırmıyor

Berkan: Erdoğan halktan korktuğu için yüzde 10 barajını kaldırmıyor

T24- Hürriyet gazetesi yazarı, eski Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan, AKP'nin halktan korktuğunu söyledi. "Asker Bize İktidarı Verir mi?" adlı kitabında 28 Şubat darbesi ve 2002’de AKP’nin seçim başarısı sonrası başlayıp 2008’e kadarki süreçte darbe girişimlerini yazan Berkan, anketlerde yüzde 40'ların üzerine çıkan partinin yüzde 10 barajanını kaldırmama sebebi olarak bu korkuyu gösterdi.   

Ertuğrul Mavioğlu'nun Radikal gazetesinde yayımlanan (28 Şubat 2011) röportajı şöyle:

"Halktan korkanlar Partisi" "Halaskar Zabıtan"a karşı

Öyküleri belli bir sistematik içinde art arda okuduğunuzda, bunların aslında birbirinden bağımsız tekil olaylar değil süreklilik arz eden bir davranış biçiminin, bir alışkanlığın sonucu olduğunu göreceksiniz. Bu alışkanlığın adını da çok önceden koymuş bir toplumuz; Halaskâr Zabıtan. Yani kurtarıcı subaylar.”

Yıllarca Radikal gazetesinde yayın yönetmenliği yapan İsmet Berkan, bu görevden ayrılıp Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığına başladığından beri “Kendimi emekli gibi hissediyorum” dese de, etrafına pek çaktırmadan gizli gizli çalışırmış meğer.

Bir kitap yazmış, ‘Asker Bize İktidarı Verir mi?’ başlığını taşıyan. Müellifi asker olan, 28 Şubat ‘postmodern’ tanımlı darbeden başlayarak, onun devamı olduğuna hiç kuşku duyulmayacak olan ve 2002’de AKP’nin seçim başarısı sonrası başlayıp 2008’e kadar süren darbe girişimlerinin üzerine mercek tutmuş kitabında. Tarih boyunca yapılan darbelerin ve sayısız darbe girişiminin ana kaynağı ‘Halaskâr Zabıtan’da aranmalı Berkan’a göre. Yukarıda kısa bir pasajını okuduğunuz ‘Asker Bize İktidarı Verir mi?’, bir çırpıda okunası akıcılıkta. Ve her bölüm ardında sorular bırakıyor, henüz bilmediklerimize dair.

Yıllarca aynı yazı işleri masasında birlikte gazete yapmış olmanın getirdiği doğal bir torpilim olduğunu düşündüm. Kitapta bile yazılmamış bazı bilgileri anlatacağı beklentisiyle İsmet Berkan’ın kapısını çaldım. Önce ısınma turu kabilinden “Bu kitabı neden yazdın?” diye başladım. İsmet Berkan, “Üzerimde ağır baskı vardı. ‘Yaz bunu, yaz bunu’ diye. Başta Hasan Cemal, bunun yanı sıra karım da ‘Hadi yaz’ diyordu. Benim de fazlasıyla boş vaktim vardı ve yazdım” diye yanıtladı. Sonra bir ısınma sorusu daha yanıtını buldu. Halaskâr Zabıtan hâlâ var mıydı?: “İttihat Terakki döneminden kalma bu kavram 1960’ların sonrasında ‘Zinde Kuvvetler’e dönüştü” dedi İsmet Berkan. Ardından darbe girişimlerini, neden başarısız olduklarını ve darbelere karşı kim ne yaptı sorularına ilişkin sıkı argümanlar sunan; bu hafta içinde raflara kurulacak kitabını konuştuk uzun uzun.

2002-2008 arasını kapsayan Türkiye darbeler tarihinin bir kesitini anlatıyor kitap. ‘12 Mart ve 12 Eylül ile hesaplaşma olsaydı bu süreç yaşanmazdı’ şeklinde yaygın bir inanış var. Buna katılır mısın? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama kitaba da yazdım; 27 Nisan (2007) gece yarısı bir muhtıra geliyor. O muhtıra ile 12 Mart (1971) arasında büyük bir fark yok. Her ikisinde de ‘bizim dediklerimizi yapmazsanız yönetime el koyarız’ deniliyor. 12 Mart’ta Başbakan Süleyman Demirel, muhtırayı duyuyor ve ardından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı arıyor. Onu bulamıyor. Ardından Bakanlar Kurulu’nu topluyor ve istifa etmeye karar veriyor. Cumhurbaşkanına ulaşamadığı gibi askerle bir temas dahi kurmuyor. 27 Nisan’da yayınlanan bildirinin ardından ise hükümet sabaha kadar toplanıyor ve bir karşı bildiri hazırlıyor. İstifa falan etmedikleri gibi ülkeyi seçime götürüyorlar. Üstelik Türk siyasetinin toplu bir tavrı da değil bu. Ana muhalefet partisi neredeyse suçu hükümette bulmuş ve ‘siz buna sebep oldunuz’ şeklinde bir reaksiyon göstermiş. 27 Nisan bildirisini neredeyse haklı bulmuş ve usulen de araya ‘darbe istemiyoruz’ şeklinde bir cümle sıkıştırmış. 12 Mart’tan sonra Demirel de benzer bir tavır sergileseydi ne olurdu? Bunu asla bilemeyeceğiz. Sivil siyasi sistem, askerleri demokraside tutacağız diye düşünseydi, ne olurdu? 1960’lı yıllarda Talat Aydemir’den başka sayısız cunta girişimi var. Çok fazla hesaplaşma fırsatı çıkmış ama hesaplaşmaya gidilmemiş. Bu tür bir hesaplaşmanın bugün bile yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Bir dik duruş var gibi görünüyor ama askerin demokrasi içindeki yerinin ne olduğunu tam olarak tanımlayan bir gelişme de yok.

12 Eylül 1980, emir komuta içinde açık bir darbe. 12 Mart muhtırası ve 1997’de yapılan 28 Şubat darbesi ise bundan biraz farklı. 27 Nisan’da AKP’nin direnmesini sağlayan kendinden menkul bir güç olmasa gerek. Çünkü en basitinden söylersek, dünyada darbe iklimi yok.

Elbette. Bunu da kitapta anlatmaya çalıştım. 12 Eylül’de darbe yapmak o kadar kolaydı ki. Bir tane televizyon vardı. TRT’nin önüne bir askeri araç göndermek iletişimi kontrol etmek için yeterli. Ekonomi bu kadar dışa açık değil, borsa yok. 2007’de darbe yapmaya kalkan, bunu nasıl başaracak? Onlarca televizyon var. Hadi buradakileri hallettiniz, yurtdışından uydu üzerinden yayın yapanları nasıl engelleyeceksiniz? Telefonları nasıl kesecek, interneti nasıl durduracaksınız? Ekonomiye bakalım, Türkiye o tarihlerde 45 milyar dolar cari açık veriyor. Bu parayı yerine koyacak bir paranız olacak ki, darbe yapabilesin. Darbe yaptığında bütün yabancı yatırımcılar, buradaki varlıklarını satıp çıksa ne olacak? Hadi bu koşullarda darbe yap, yapabilirsen.

28 Şubat’ta da sağlam bir direniş görmedik. Aslında 3-4 ay süreyle bir direniş gösterdiler. Ama o günlerde ben ciddi anlamda darbe olacağından korktum. 12 Eylül’ün anıları o günlerde çok canlıydı. Süleyman Demirel’in ‘ne yapıp yapıp parlamentoyu açık tutmak gerek’ gibi bir düşüncesi vardı. Ben de bu düşünceye katılanlardandım. Daha sonra İsmet Sezgin Milli Savunma Bakanı oldu. Kitabın içinde de var bu anekdot. Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Sezgin’e ‘Nizamiyeden döndük’ demiş. Direniş biraz daha sürmüş olsaydı gerçekten darbe olur muydu, bunu da bilemeyeceğiz.

28 Şubat için postmodern darbe deniliyor, bu tanıma katılıyor musun?

Postmodern falan değil bence. İlla ki isim koyacaksak ‘neoklasik darbe’ diyebiliriz. 12 Mart’a çok benziyor. Askerin korkutmasıyla hükümetin istifa etmesi ve parlamento içinde yeni bir hükümet çıkması ve yeni kurulan hükümetin de asker ne diyorsa onu yapması.

28 Şubat, 2002-2008 arası darbe girişimlerine de feyz vermiş belli ki. 28 Şubat’la zamanında hesaplaşma olsaydı, 2002 – 2008 darbe girişimleri de olmazdı. Şimdi fena şeyler yapılmıyor ama bunlar yetersiz. Kitabın sonuna koyduğum bölümde, yapılanlar demokrasinin hukukunu yaratma konusunda oldukça yetersiz olduğunu anlattım.

Kitapta ‘iş çevresi grubu’ ile ilgili anlatımlar var. Patronların en elit tabakası bunlar. İki dönemde iki farklı tutum gözleniyor. Birincisi TSK’nın da istediği gibi Ecevit’i gönderip yerine Hüsamettin Özkan’ı başbakan yapma girişimleri. Buna destek vermişler. İkincisi 2004 yılında, darbe yapmak isteyen kuvvet komutanlarının destek taleplerine soğuk bakıyorlar. İşadamlarının tavır değişikliği ne? Buna Sabancı’nın AKP’yi iktidar olduğu anlaşıldığı andan itibaren desteklemesi konusunu da ekleyebiliriz.

1989’daki seçimden sonra ANAP topal ördeğe dönüştü. Türkiye 2002’ye kadar siyasi istikrarsızlıklarla boğuştu. Kurulmuş hükümetler hep bıçak sırtındaydı. Bu siyasi istikrarsızlığın üstüne, ekonomik istikrarsızlığı ve güneydoğudaki savaşı ekleyin, olumsuz anlamda büyük bir birikim yarattı bunlar. İş çevrelerinin tutumunu bu birikimle birlikte değerlendirmek gerek. Bülent Ecevit bıraksın, Hüsamettin Özkan başbakan olsun düşüncesini desteklemeleri bundan kaynaklanıyor. Ecevit hasta, istikrarsızlık had safhada, hiçbir karar alınamıyor ve iş çevreleri de hiç değilse Hüsamettin Özkan Başbakan olsun diye düşünüyorlar. 2002 seçimlerinden sonra ise iş çevreleri istikrarı gördü. Buna ilk uyanan da Sakıp Sabancı oldu. AKP ile geçmişten gelen bir ilişkisinin olduğunu da sanmıyorum. Çok cesur bir çıkış yaparak istikrarı destekledi. 2004’te ise iş çevresi yapılan onca tehdide rağmen darbe girişimlerini desteklemedi. Çünkü istikrarı gördüler.

2004’teki darbe hazırlıklarının dört atlısı İbrahim Fırtına, Özden Örnek, Şener Eruygur ve Aytaç Yalman. Üçü bir biçimde yargı önünde. Aytaç Yalman sıyırdı mı bu işten?

Aytaç Yalman’ın durumu biraz ikircikli. Ben de çözemiyorum aslında tam olarak.

Bir dönem basbayağı darbeyi savunmuş, en azından Özden Örnek’in günlüğüne göre böyle. Ama Balyoz’u durduran da o. Hilmi Özkök’ün yanında yer almış.

‘Büyüğünü biz yapacağız, size ne oluyor’ diye Balyoz’un önünü kesmiş olabilir mi?

Onu bilemem tabii. Şener Eruygur’un Yalman’a kızdığını biliyoruz ama.

Yazılanlar doğruysa, Aytaç Yalman darbe zeminini yoklamak için kıtaları dolaşıyor ama TSK tabanından pek de yeşil ışık göremiyor. İlk vazgeçişi de bundan sonra. Evet bir sürü faaliyeti var. Hatta geçenlerde bir yerde okudum, Levent Ersöz, “Aytaç Yalman hepimizi Hilmi Özkök’e ihbar etti” demiş. Bir sürü faaliyetine rağmen neden yargılanmıyor? Bunu savcılara sormak gerekir.

Darbe için geçerli nedenleri, türban, İHL, Kıbrıs, Ömer Dinçer falan. Böylesi bir yoldan çıkarak darbe olur muydu, sorusu insana komik geliyor mu bugünden bakıldığında?

Kitapta olmayan bir şey anlatayım sana. 28 Şubat öncesinde, yanılmıyorsam 17 Aralık 1996’da askerler Demirel’i Genelkurmay’a çağırarak brifing veriyorlar. Dinliyor sonuna kadar. “İrtica geliyor, tarikatların faaliyetleri” falan. Brifingin sonunda Demirel diyor ki, “Ben sizi dinledim, üç tane somut şey gördüm, doğru mudur” diye soruyor. Sıralıyor, bir tanesi Abdurrahman Dilipak bir kitap yazmıştı, yargılandı ve beraat etti. Ama aynı kitaptan alıntı yapan Sefa Kaplan ceza aldı, İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Dilipak’ı beraat ettiren hakim önce sürgüne gönderiliyor ama Şevket Kazan bunu başka bir yere ağır ceza reisi yapıyor. Diğerleri de şimdi tam hatırımda değil, böyle eftenpüften meseleler. Askerlerden itiraz gelmiyor. Bunun üzerine Demirel, Necmettin Erbakan’a bir mektup yazıyor. “Brifingde konuşulanları aktarıyor ve üç somut konuda bir şeyler yapılmasını istiyorlar” diyor mektupta. Ama Erbakan hiçbir şey yapmıyor. Acaba bu üç somut konuda bir şeyler yapılsaydı 28 Şubat olur muydu? Belki de hiç olmayabilirdi. Aynı şey bugün için de geçerli. 27 Nisan’da Malatya’da kız çocukları ilahi söylemişler. Ve e-bildiri bunun gibi şeyler üzerine verilmiş. Çok mu önemli? Ama önemli oluyor işte.

Kitapta gazetecilerle ilgili bir bölüm de var. Sence basın darbe girişimleri konusunda iyi bir sınav verebildi mi?

Yok, hayır. Gazeteler de gazeteciler de, kendi gazetemi ve gazeteciliğimi de dahil ederek iyi bir sınav veremedik. Gerçek bir zemini olmayan bir ayrışmanın içine düştük. İdeolojik bir belirsizliğe düşüldü. AKP’yi sevmeyebilirsin, ama düşman görmek başka bir şey. Sevmezsin, karşıtını desteklersin, bunlar meşru şeyler. Ama düşman gördüğün zaman iş değişiyor. Gereksiz yere gereksiz şeylere fokus ettik. Gaziantep’te öğretmenevinin bahçesinden türbanlı bir kadın geçti mi, geçmedi mi? Günlerce tartıştı bunu Türkiye. Geçse ne olur, geçmese ne olur? Fakat bunu büyük gazetelerimiz günlerce tartıştı. Bu çeşit bir sürü örnek var. Türban konusunda özellikle. Türkiye Malezya olur mu, olmaz mı? Entelektüel olarak bu kadar mı sığ durumdayız?

En son ‘Türkiye Ukrayna olsun’a bağlanmıştı sanırım o tartışma. Peki şimdi tersinden düşünürsek, bugün de AKP’yi eleştiren herkes darbecilikle, demokrasi düşmanlığı ile suçlanmıyor mu?

Şimdi terazinin kefesi değişti. Entelektüel demeyeyim ama, yüksek ses çıkarma gücü bir süredir, tırnak içinde yandaşların eline geçti. Birkaç senedir bu böyle. Siyasiler, polisler, savcılar yapsa neyse. Asıl gazeteci meslektaşlarımızın yapması çok garip. ‘Şöyle, şöyle dedin, o halde darbecisin.’

Kitapta ilginç tespitler var. Birincisi ‘darbeler devri e-muhtıra ile sona erdi’ tespiti. İkincisi, ‘iki devlet vardı, biri Abdullah Gül’ün diğeri askerlerin.’ Üçüncüsü, ‘halktan korkanlar partisi hep iktidarda’ diyorsun. Dördüncüsü ise ‘kapatma davasının Erdoğan için bir kırılma noktası olduğu’ tespiti. Bu tespitlerden yola çıkarak, darbeler devri gerçekten kapandı mı? Hâlâ iki devlet mi var? AKP de halktan korkanlar partisi mi diye peş peşe dört soru geliyor akla.

Birisiyle sohbet ediyorduk. “Kılıcı çektiğin zaman bir şey yapmalısın, tekrar süngüye sokamazsın” demişti. Asker için 27 Nisan’da durum bu. Kılıcı çektin ama ardından bir şey yapamadın. Şimdi ortaya atılan kağıttan kaplan yakıştırmasının kaynağı bu. O yüzden darbeler devri bitti. Askerin siyasi sistem üzerindeki caydırıcılığı sona erdi. Hatırlar herkes, İlker Başbuğ bağıra bağıra bir basın toplantısı yaptı. Kimse ciddiye bile almadı. İkincisi, bence devlet bir ölçüde hâlâ iki tane. AKP iktidara geldiğinde ne hükümet devlet organlarına güveniyordu, ne de devlet AKP’ye güveniyordu. Zaman içinde bu güvensizlik azaldı. Ama genelkurmay ile hükümet arasındaki güvensizlik ilişkisi sürmeye devam ediyor. Bu aşılamadığı için hâlâ iki devlet var. Ergenekon belgelerinden birinde askerlerin başbakanı eleştirdiklerini okuyoruz. Başbakan önce sakince cevap vermeye çalışıyor, sonra sinirleniyor. “Kardeşim siz uzayda mı yaşıyorsunuz?” diye soruyor. Ben de bu şüpheye zaman zaman katılıyorum. Onlar başka bir türden bir yerden geliyor sanki. Üçüncüsü, AKP halktan korkmayan parti gibi göstermeye çalışıyor kendini ama bence halktan korkuyor. Yüzde 10 barajı nedir, halktan korkmak değilse? Bütün anketlerde yüzde 40’ların üzerindesin ama hâlâ yüzde 10 barajını kaldırmıyorsun.

Yazıişleri masasında kitapta anlattıklarının pek çoğunu duyduğum için bazı bilgilerin ilk kez yazılıp yazılmadığını açıkçası seçemedim. Ama şu MİT Başkanı ile ilgili anlatım hayli ilginç. Evet, sen neredeyse hepsini bildiğin için yeni olanı yakalaman zor. Emre Taner’in adını ilk kez yazdım. Daha önce bir köşe yazımda hikayeyi kısmen anlatmıştım ama dönemin MİT Müsteşarı’nın adını vermemiştim.

AKP’yi pek çok muvazzaf ismi dahi içeri attıran bir operasyona yönelmeye iten saik sadece kapatma davasına sinirlenmiş olmalarıyla açıklanamaz herhalde?

Bir hatıram var. Kitapta yazmadım. Erdoğan’ın yeni hapisten çıktığı günlerdi. Henüz Fazilet Partisi içindeler. O dönem Osmanbey’de Gazi sinemasına gitmiş film seyredeceğim. Filmin adı 13. Gün’dü. Küba’daki füze krizini anlatıyor film. Biz sinemaya giderken, Cengiz Çandar ile Fehmi Koru çıkıyordu. O zaman arkadaştılar. “Çok güzel film, mutlaka seyredin” dediler. Yerime oturdum ama bir türlü ışıkları söndürüp filmi başlatmıyorlar. Ne olduğunu sorduk, “Birileri geliyor, bekleyebilir miyiz” dediler. Zaten salonda 6–7 kişi var. Bekledik. Sonra kapıdan Tayyip Erdoğan ve beraberinde 25 kişi girdi içeriye. Görünce merhabalaştık. Film arası oldu. Tayyip Bey’in yanına gittim. Nasıl bulduğunu sordum. “Çok müthiş” diye yanıtladı. Gerçekten de o filmin müthiş bir tarafı vardır. Kennedy ile Pentagon arasındaki müthiş güvensizliği anlatır. O sırada hava kuvvetleri komutanı, “atalım nükleer bombayı Küba’ya, bu iş bitsin” gibi bir yaklaşımı var. McNamara ise askere hakim olmaya çalışıyor; “Ben Başkan adına buradayım, benim dediğimi yapmak zorundasınız” diyor askerlere. En azından sinemada böyle bir şey olduğunu görmüş ve buna özenmiş bir insandan söz ediyoruz. Başbakan hakkında sayısız suikast planı çıktı. Ama bu başbakan eli kolu bağlı gibi hiçbir şey yapmadı. Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu devreye soksaydı, bakın ne olurdu? Ben birebir şahidiyim, Ergenekon soruşturması için aylarca savcı arandı. Polisin, MİT’in elinde bir sürü bilgi var, bunu aktaracak savcı arıyorlar. Bu çok acayip bir şey. Hükümet kendi elindeki soruşturma gücünü bıraktı, savcılar üzerinden gitmeye çalıştı. Türkiye’de belki hakimler açısından değil ama savcılar açısından yargı bağımsızlığı var. AKP’nin yaptıklarını takdir edebiliriz belki ama demokrasinin hukukunu yaratmadan rahata eremeyiz.