Levent Arslan
68. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Forum bölümünde gösterilen Tuzdan Kaide filminin yönetmeni Burak Çevik ile Berlianale Palast’ta söyleşiyoruz.
Bana sorulsa, filmde yönetmenin tek başına sahne aldığını, kendisini değil, performansını sergilediğini söylerim. Forum bölümünün yöneticisi Christoph Terchechte, bugüne kadar ne Türkiye ne de uluslararası sinemada böyle bir yapıt görmediğini söylüyor. Kült olacak bir film yapmak, eşsiz benzersiz sinematik bir dünya kurmak nerden aklına geldi?
Yola böyle çıkmadım ama yol üzerinde sinema anlayışımda mekanların çok önemli olması, kadrajın içi ve dışı üzerindeki ilişki üzerine sürekli düşünmem, kamera mekan ilişkisi, oyuncu ve kameranın mekandaki konumlanışı, bu sinema dilini oluşturdu.
İçerik eşittir biçim?
Senaryoyu oluşturur yani biçime karar verirken bir anlatım sistemi kurulmalı. Bugün geçerli olan güzellik anlayışı, yarın devir değiştiğinde çöp olacak. O yüzden bugünün estetik anlayışa bağlı kalmadan, kurulan sistemin getirdiği neyse çirkin de olsa ona sadık kalmak gerektiğini düşünerek Tuzdan Kaide’nin sistemi kuruldu.
Bu nedenle filmin uçarı, keskin, yenilikçi gelen noktaları olabilir. Film, bir güzellik anlayışının peşinde değil. Kendi sistemine bağlı kalmanın, bir tutarlılığın peşinde.
Kavramsal sanat mı diyeceğiz?
Film diyeceğiz. Yapılan ve şöyle şöyle yapılır denilen bir film yoktu önümde. Benim yapmak istediğim ve doğal olarak sadece benim yapabileceğim, herkesin gittiği izden ziyade, başka bir film vardı. Ana akım bir film söz konusu olsaydı belki de yapamayacaktım. Çünkü büyük bir olasılıkla yönetmen olarak aklım öyle çalışmıyor. O yüzden yapabileceğim ve sadece benim yapabileceğim bir film yaptım.
Neyi yapamadığımı iyi bildiğim için neyi yapabildiğimi aradığım bir film oldu. Kendi sınırlarını kendi oluşturdu. Buna dair bir çok örnek var filmin içinde. Açıkça söyleyebilirim:
Çekerken en zorlandığım sahne filmin başında kadının kalkıp telefona gittiği sahne. Aslında çok basit. Mekanda bir noktadan bir diğerine gidiyor ama en baştan parçalara bölerek anlatmak, kadrajı sabit tutmak istediğim için bir insanı mekanda dolaştıramadım. Bu kafamı çok kurcalayan bir şey oldu. Tüm filmi kurmuşum ama farklı bir mantıkla ilerlediği için o sahneyi kuramıyorum.
O yüzden bir sonraki filmde bunun üzerine gitmeye çalıştığım bir deneme yapmak isteyebilirim.
Fotoğraftan sonra I. Dünya Savaşı, filmin etlenip butlanmasıyla II. Dünya Savaşı patlamış. Bugünkü teknolojiye ne diyorsun?
Senaryoyu yazdığım sırada IŞID, Rakka’ya girmişti. Yarın öbür gün ölebiliriz. Ben bu hayatta ne yapmak istiyorum, film yapmak istiyorum. O zaman gireyim bu işe, diye düşündüm. Baktığın zaman çok da mantıklı bir hareket değil. 22 yaşındayım, uzun metraj yazıyorum, fon bulmaya çalışıyorum. Bir yandan çılgınlık gibi geliyor. Bu filmi yapmayı bir direnme eylemi olarak düşünüyorum. Kaosun ortasında, dünyada ve Türkiye’de bombalar patlarken yarın öleceksem bugün bunu yapmalıyım.
Filmi yapmamın sebebi sosyoloji veya mantığın diliyle değil de sinemanın diliyle konuşabilme çabası. Kişisel bir noktadan çıkıyorum. Kişisel olan politik olduğu için sonsuz okumalara açık. Çıkış noktam hiçbir zaman iki artı iki dört eder değil. İki ile ikiyi niye topluyorum. Bu bir sinema diliyle düşünme pratiği. İki üç yıla yayılan bir pratik olduğundan ben dünyaya nasıl baktığımı kendim öğreniyorum.
Tuzdan Kaide’yi nasıl yaptın?
Normalde senaryo yazılır, film çekilir sonra post’u olur. Hepsi belli aralıklarla ilerler. Ben çekime başladığımda halen senaryo devam ediyordu. Değiştirebiliyordum. Bir buçuk yıla yayılan bir sürede çektik. Sete girdim altı ay durdum bir daha sete girdim. Bir daha altı ay durdum bir daha sete girdim. Bu altı aylık sürelerde de kurguya devam ediyordum. Film süreç içerisinde değişiyor ve gelişiyordu. Tüm bu süreçler iç içe geçmişti.
Tekrar çektiğin sahneler oldu mu?
Hayır hiç tekrar çekmedim.
Filmin başlarında yer alan botanik sahnesini ana çekimler bittikten sonra çektik. Ancak bir kez daha bir çekime gireceğimizi biliyorduk. Dilşad Aladağ’ın bir botanik bahçesinde çektiği fotoğrafları gördüm: Burada bir sahne çekmeliyiz, dedim. Mekandan çok etkilendiğim için botanik bahçesi sahnesini sonradan yazdım ve filme koydum. Filmin de ihtiyacı vardı, çok soyut kalıyordu o sahne olmadan.
Zordu tabii ki: Bütçe olmadığı için farklı bir kamera kullanmak zorunda kaldık, artısı var eksisi var. Işık bazen kullandık bazen kullanmadık. Evde ışık kullandık ama dışardaki mekanlarda kullanmadık. Şanlıydık, işin ehli insanlara çalıştık: görüntü yönetmeni Burak Serin, kamerayı çok iyi tanıyordu, renk düzenlemesinde Cenk Erol ile çok iyi anlaştık, ses tasarımı konusunda Ozan Tekin ve Post-Bıyık filmin dünyasını çok iyi anladı. Bu nedenle çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum. O dünyayı anlatabildim ve anlayabildiler.
Karşılaştığın zorluklar?
İmece usulu yapılan, desteksiz, kendi içimizde nerdeyse herkesin, tüm oyuncuların gönüllü çalıştığı bir filmden bahsediyoruz. Profesyonel diyebileceğim setlere nazaran elbette kendi sorunlarını barındırıyordu.
Kameraya hakim, hangi kamerayı kullanacağını, onu nasıl kullanacağını bilen biri lazımdı. Hem de yoldaş olması gerekiyordu. Burak Serin ile çalıştığım için görüntü konusunda kafam çok rahattı. Yoldaş olması daha da önemliydi benim için.
Burak Serin’e gittim:
Yönetmen yardımcılığını Sinan Kesova yapıyor. Sinan çok tecrübeli bir sinemacı. Kısa filmleri olsun, daha önce çalıştığı projeleri olsun. Yapıyı kurarken iki tane ilk filmini yapan kişinin yanına tecrübeli bir üçüncüyü koymak ve üçünün yoldaş olması önemliydi. Kendimi çok şanslı addediyorum çünkü ekipteki çoğu kişi yoldaştı.
Zinnure Türe’nin de ilk film başrolü ama yapıyı kurarken Nihal Koldaş, Esme Madra, Banu Fotocan, Nalan Kuruçim ve Nazan Kesal’ın olması bize çok güven veriyordu.
Bu filmi yaparken, doğal olarak, ben film yapmayı öğrendim. Bu daha çok el yordamıyla yapılan bir aramaydı. Dil olarak olsun hikaye olsun bir arayış varken ben de yönetmen olarak film yapmak nedir öğreniyorum, nasıl yapılır onu arıyorum.
En son lisedeyken kurmaca bir kısa film yaptım. Üniversitede ise hiç film yapmadım. Aslında hayatımda ilk defa bu filmle sete girdim. Yönetmen sette ne yapar bilmiyordum. Bodoslama daldım. Formel olarak ne yapılacağını bilmediğim için formel bir film çıkmadı ortaya. Bu da böyle bir artı. Bilseydim, belki nasıl film yapılması gerekiliyorsa öyle yapardım ama o takdirde de o film sadece benim yapabileceğim bir film olmazdı.
Sadece benim yapabileceğim bir film yaptım, diyerek pek meraklısının olmadığı bir role soyunuyorsun.
Dün market gösterimi vardı. Yarım saat kalabildim içerde. Utandım. Bir gün dünyanın en iyi filmini yaptım diyorsun, diğer gün dünyanın en berbat filmini yaptım diye hayıflanıyorsun. Utancı, filmle vedalaşma vaktinin geldiğine yoruyorum. Seyircinin görmeyeceği fakat benim gördüğüm noksanlıklar artı ifşa olmanın getirdiği utanç. Bir de benim için bir şey paylaşmak her zaman zor. Bir film, bir fotoğraf, bir yazı, bu söyleşiyi yapmak.
Meselelere ontolojik bir yaklaşım sergilediğini, çok okuduğunu çok izlediğini, takipçi bir yanın olduğunu biliyoruz. Filmin birden fazla okumaya olanak veren bir Açık Yapıt olarak, çok tariflenemeyen bölgelerden de bize sesleniyor.
Galiba, Bresson söylemişti:
“Kalbinden çıksın ama ellerinle kur orayı. Ellerinle yaptığın çok tanıdık bir dünya kalbinle yaptığın ise çok gizemli. Biliyorum ama bilmiyorum tekinsizliği var. Film burada ilk gösterilecek olmasına rağmen altı ay kadar önce bitti. Yavaş yavaş filme mesafeli bakmam mümkün olabiliyor ve görebiliyorum: Biz bu dünyayı biliyoruz ama bir yandan da bilmiyoruz.”
Filmin sonunda çöpte sonlanan bir takip var. Bu dünyaya ait olan, somut olan bu dünyada kalır. Cinler periler gelir geçer ve gelip sürekli içinden geçecek bu dünyanın. Her şeyin olduğu gibi bu filmin de bir formülü var. Hem matematiksel bir şey yapıp bununla başka bir şeyi dile getirebilmek ya da hissettirebilmek. Zor olanı denedim.
Filmin Working Titel’ı, onu isim olarak tutmayacağımızı bildiğimiz halde, Ahmet Güntan’ın kitabının ismi Parçalı Ham’dı. En başından beri film parçalı ve ham olsun, o hamlığı da hissedelim diye düşünüyordum.
İstanbul bin bir çekmece, desek?
Her çekmeceyi açtığında farklı bir şey oluyor. O yüzden kendini hiç evinde hissetmiyorsun. Aidiyet yok. Filmde İstanbul kullanımı da öyle. Farklı, birbirinden kopuk mekanlar. Harabeye dönmüş mekanlar. Bir yandan bir İstanbul filmi değil. Çünkü çok zamansız ve mekansız bir film. Bir Haliç görüyoruz, o da Haliç’in en yıkık dökük köşesi. Bir yandan da İstanbul’un sinemada çok görmediğimiz, turist olarak hiç gitmediğimiz garip gurup yerlerine gidiyoruz ki bir dünya kuralım, kurulmuş bir dünya hissi verelim.
Bu dünya gerçek hayatta yok ama bu filmin gerçekliğinde gerçekten böyle bir dünya var. Ben buna kurulmuş dünya diyorum. Harabeleri, üçüncü sayfa haberlerinde duyduğumuz yerleri bu dünyaya hizmet ettirdim.
Senaryoyu yazarken hep mekanlardan ilerledim. Mekanı görüp oradan bir şey çıkarttım.
Mesela, kuş sekansında o plan: Kuşlarla alakam yok ama liseden beri o kuşçuya giderim, düşünürüm. Burada sırtı dönük bir kadın olacak, diğeri ona kuşları anlatacak ve uzun bir plan çekeceğim burada. Aynen o kuşçuda çektim. Kayık, belki Hayat var, belki de Merlyn Ecer'in TEKerLEME filminden geliyor. Suyun üstündesin, kayıkta bir yere gidiyorsun, çok belirsiz. Ayrıca o dar kayıkta iki kişinin bir şey paylaşmak zorunda hissetmesi var. Televizyon tamircisini çok aradık. Maddi bir dünya hissi versin. Karakterimiz zamana sabitlenmiş bir karakter o yüzden çevresindeki dünya yıkılıyor, ölüyor.
Kostümler de böyleydi: Dökülsün, erisin, yırtılsın, diye uğraştık. Kendi içine çöken bir yapı. Sondaki mezarlık da öyle. Su alan mimari bir mezar, demek, zamanla içine çökecek o mezar. Kendini zamanla yok eden bir mezardan bahsediyoruz. Aslında mezarın amacı sonsuza dek durması. Filmde, bir mezar neyi temsil edebilir ki, sorusu oradan geliyor. Kalsın o mezar. İnsanlar gidip dua okusun. Bir şeyin temsili olsun. Hayır! O temsili yıkmak; kendi içine çöken bir şey.
Film yapmak bir yandan da temsiller üzerine düşünmekle alakalı bir şey. Filmde de bir çok garip temsil var. Ara çizimler var, mimari sekans var, ultrason görüntüsü var, fotoğraf kareleri var, animasyon vardı kurguda attık. Hepsi aslında bir temsil öğesi ve bu benim kafamı kurcalıyor.
Sondaki tasarımı bir mimar, Dilşad Aladağ çizdi. Bir mimar olarak, orayı yapabilecek şekilde çizdi. Orada santimler, yedi desibel sesler, rüzgârın knot hesabı, bu dünyanın matematiği olsun istedim. Bir yandan da kuşbakışı bir temsil görüyoruz sadece. Gerçeğini görmüyoruz. Film böyle bir şey aslında, çok matematik bir şey ve bir şeyin temsili sadece. İki boyutlu bir şey görüyorsun perdede.
Önce biriktirme sonra eksiltme önemli der Enis Batur. Parçalı bir yapıda kırmızı çizgin var. Formatı daraltarak başka bir şey söylemişsin. Filmde kutsal kitaplardan alıntılar var, Sodom Gomorrah'dan bahsediliyor, gözüken tüm oyuncular kadın, yönetmen erkek ve film ayrıca 32.Teddy Award adayı seçildi.
Teddy Award’ı ilginç buldum. Sırf kadın olması biçimsel bir özellikten geliyor. Seslerini duymamıza rağmen kadrajın içine erkek girmemesi biçimsel bir seçim. İlk senaryoda telesekretere konuşan bir erkek sesi duyuluyor ve bu seyircinin film boyunca bir erkeğin, Baba’nın arandığını düşünmesine yol açacak, finale doğru ise bir sürpriz olarak ikiz kardeş’in arandığı ortaya çıkacaktı. Ancak filmi yazdım, çektim. Sonra bir daha yazdım. O sırada kurguluyordum. Gir çık şeklinde çekmediğimiz için, film, süreç içinde sürekli değişti.
Ancak en başından beri filmde baş karakterin tek açılabildiği, diyalog kurabildiği kişi bir kadın ama baş karakter de hamile. O hamilelik nasıl oluyor bilmiyoruz: Belki Meryem Ana. Belki mucizevi bir şekilde oldu. Bu dünyada cinler de var, rüyalarda buluşmalar var. Böyle bir dünya bu. Kendi içinde kendi gerçekliği olan bir mitik dünya.
Final üründe filmde sadece kadınları görüyoruz ve bu kadınları yöneten bir erkek.
Bir filmi yapan sadece yönetmen değil. Ekipte bir çok kadın var. Bir ekip işi. Bununla birlikte tabii ki böyle bir okumaya açık, dileyen böyle de okuyabilir.
Seyirciyle filmin başında göstergebilimsel analizdeki Doğruluk Sözleşmesi’ni imzalıyorsun sanki?
Evet, filmin ilk on beş dakikasına tamam diyen gerisini de izler. Demeyebilir de. Bu bir anlaşma. Barthes demişken, sondaki mezarlık sahnesi Yazarın Ölümü olarak okunabilir mi? Bu konu aklımın bir köşesinde düşündüğüm bir meseleydi.
O halde bir ara sadece bunun üzerine ikinci bir söyleşi daha yapalım.
Zinnure Türe ana karakteri oynadı.
O dönem henüz senaryoyu yazmaya başlamamıştım, düşüyordum hala. Fassbinder’den uyarlanmış bir tiyatro oyununda Zinnure’yi izledim ve kesinlikle onunla bir şey yapmak istedim. Onun ses tonu olsun duruşu, endamı olsun, bana bu dünyaya ait değil gibi geliyor. Onu izlemem beni filmi çekme konusunda motive eden noktalardan biriydi. İlk Zinnure ile konuştum. Senaryo, tretman yoktu elimde. Anlattım. Sonra bana hiç bir şey anlamadığını söyledi ama girdi. Esme Madra girdi, Elit İşcan girdi. Öyle ilerledi. Oyuncularla konuşurken elimde senaryo yoktu ve ne yapacağım hakkında çok da bir bilgiye sahip değillerdi ama sağ olsunlar güvendiler.
Ana akım sinemada metin ile, oyunculukla oynayamazsın. Örneğin, Straub & Huillet çiftinin kullandığı oyunculuk yöntemi beni etkilemiştir. Onlar için metin çok önemliydi. Oyuncular mimikleriyle o metni manipüle etsin istemiyordu. Zinnure ile çalışırken, ona hep, sen bu dünyaya ait değilsin, o yüzden bu dünyanın mimiklerine de ihtiyacın yok, diyordum.
Sana güvenmelerinde uzun yıllardır bir Ahmet Mithat Efendi kimliği sergilemenin de bir rolu olmalı.
Bu yol bir yere varabilir diye düşünmüş olabilirler. Sonuçta üç beş kişi aile arasında izlenebilecek bir film de çıkabilirdi ve ben yine de mutlu olurdum.
Ancak filmin Berlin’de aynı zamanda Caligari Film Ödülü adaylarından biri.
Berlinale’ye seçilmemiş olsaydı da kendi istediğim filmi yapmış ve mutlu olacaktım. Filmin burada olması seyirciye ulaşmasını etkiliyor, ömrünü uzatıyor. Arayışımın, çabamın desteklendiğine dair bir sertifika.
Kapıyı çalıyorsun, açılıyor?
Tabii ama bir diğer yandan filmin ve planın içinde seyirciye de bir sürü kapı açmak var. Deleuze, Guattari kök-sap’ı. Giden gitsin. Bir yerden bir yere varabilir. Buna olanak veren filmler benim çok sevdiğim filmlerdir. Sıkılan insan düşünen insandır. O yüzden bir sürü kapı olsun seyirci istediğine girsin çıksın.
Benim için de farklı değil. Aslolan sürecin kendisi. Filmi göstermek yapmaktan daha heyecanlı bir şey değil. Senaryoyu yazıp, çekerken çok daha mutluydum.
Yeni filmin heyecanları, mutlulukları başladı desene?
Aynen, mesela, dün gece otel odasında yazıyordum.
‘‘Bu budur demek için film yapılmaz. Bırakalım onu sosyologlar desin. Biz esaslı bir soru sorabiliyor muyuz ona bakıyorum’’, diyordu Reha Erdem.
Yönetmeni bir şeylerin temsilcisi, oz büyücüsü, bir şeylerin cevabını bilen bilgeler olarak görmüyorum. Biz de elimizle bir şeyler yapıp, oyun oynuyoruz.
Filmin bilgi verme amacı yok. Onu iletişim araçları yapsın. Senaryoda diyaloglar hep bir bilgi taşır ki izleyici karakter hakkında fikir sahibi olsun. Tuzdan Kaide’de bunu tersine çevirmeyi denedim. Wikipedia’dan konuşuyorlar gibi konuşuyorlar. Rüyalar, hikayeler anlatılıyor ama herkes kendi içine doğru konuşuyor, hiç dışarıyla iletişim kurma amacı gütmüyor. Belki yarın farklı düşünürüm ama filmin bilgi taşımasından sıyrılmaya çalışıyorum. Başka bir sinema mümkün mü, diye soruyorum kendime.
Bu sene Berlin’de film izleyebildin mi? İzlediğin kimler var?
Porumboiu’nun filmi var. Tuzdan Kaide’nin toplantıları, yeni filmin görüşmeleri olmasaydı daha çok film izlemek isterdim. Bu sene forumda olan, sevdiğim takip ettiğim yönetmenler James Benning, Hong Sangsoo, Loznitsa. Denemeye dayalı filmler. Yeni bir şeyler deniyorlar.
Son olarak Bir Adam Yaratmak, Necip Fazıl Kısakürek desem?
Şöyle bir gerçek var. Senaryoyu yazmak mekanları bir araya getirmek ve yapıyı kurmak uzun bir süreçti. Bir yandan da Kara Kitap’ı okuyordum. Karşılaştırmak haddime değil elbette ama o da bir yandan bir arayış hikayesi, çok parçalı bir yapısı var. Kurulmuş bir yapı, bir yandan ruhlar, cinler periler, metafizik veya manevi bir dünya modern dil ile iç içe. Beni etkilemişti. Tuzdan Kaide ile çok farklı tavırları var ama belki filme de dahil olmuştur.
Kurguyu yaptığım ve çok bunaldığım süreçte bir gece rüyamda Orhan Pamuk’u gördüm, kalkıp söylediklerini yazdım:
Acele etme / gizemi çek / içeri git / santim santim gez / santimini gez / dolabı aç / kırmızı ayakkabılar olacaktı / onlar senin / mesele etme / gizemi çek / santimini gez
Bu rüyayı görmek acayip bir güç vermişti. Bir iki gün sonra sokakta gördüm kendisini. Gidip konuşamadım. Belki filme davet ederim İstanbul’da. Benzer noktalarda duran, filmde bir alıntısını kullanıp, kurgu sırasında çıkardığım, Şule Gürbüz’de önemli bir yer tutar bende.