Yeni filmi “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” filmiyle beyazperdeye çıkan Erdal Beşikçioğlu, “Bizi bir sınıfın içine koyduğunuzda özgürlüğümüzü yitiriyoruz. Oysa her sanatçı kendi içinde bir karşı çıkıcıdır. Kendi politik tavırları vardır. Aşk filmlerinin ya da siyasi filmlerin unutulmaz oyuncusu gibi şeyler yok. Biz oyunculuk mesleği üzerine eğitim aldık” dedi.
Hürriyet gazetesinden Hakan Gence’nin sorularını yanıtlayan Beşikçioğlu, Türkiye’deki sinema ve tiyatro dünyası ile siyasi havayı yorumladı. Gence’nin “Aşk, rüzgârı kendinden menkul bir uçurtmadır” başlığıyla yayımlanan (13 Aralık 2014) söyleşisi şöyle:
Bu da oldu, o vurdulu kırdılı, bol siyasetli sahnelerden sonra Erdal Beşikçioğlu’nu aşk adamı olarak da izleyebileceğiz. Beşikçioğlu’na ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’ filminde Sezin Akbaşoğulları eşlik ediyor. İkiliyle buluştuk, aşktan meşkten, dekolteden, her şeyden bahsettik.
Behzat Ç. ve Dayı karakterlerinin ardından ters köşe yapıyor ve ilk kez romantik bir filmde oynuyorsunuz. O siyaset karmaşasından sonra bu tarz sizi rahatlattı mı?
E.B.: Çok. Özellikle son zamanlarda oyuncuların ideolojik birer simge yapılmak yolundaki tutumlardan sonra bir aşk filminde oynamak inan iyi geldi.
Röportajlarınızda “Yaptığım işlerin söyleyecek bir lafı olmalı” dersiniz. Peki bu işin derdi ne?
E.B.: “Ben âşık oldum” dediğin zaman aşkın ne demek olduğunu anlatacak kelime bulamıyorsun. Aslında bir soruya âşık oluyorsun. Bu filmde de “Aşk nedir” sorusunu soran bir yazar var. Seyirciyle birlikte film sürecinde bunun cevabını arıyoruz. Yani bu film biraz daha bireyin asal derdiyle ilgili.
Peki işin sonunda sizce aşk nedir?
E.B.: Rüzgârı kendinden menkul bir uçurtma.
Film bir erkeğin kadında aradığı özellikleri sorguluyor. Peki siz bir kadında neler ararsınız?
E.B.: Benim aradığım kadın elimin altında. Bulmuşum ve evlenmişim. Benim tek arayacağım şey sadakat olur.
Kadınlar Arif karakterinin söylediği gibi ‘ayıp, yasak, günah’ üçgeninde mi yaşıyor?
E.B.: Aynen. Ama bu, sosyolojik bir vaka. Senin benim çevremizde bu tür insanlar azdır. Ama kırsala doğru gittiğimizde kadın muhakkak bu üçgene hapsolmuş durumdadır.
İdeolojik birer simge gibi algılanan rollerin ardından bu sefer ‘romantik filmlerin jönü’ klişesiyle yeni bir sınıflandırmaya maruz kalır mısınız?
E.B.: İşte bunu anlamıyorum. Bizi bir sınıfın içine koyduğunuzda özgürlüğümüzü yitiriyoruz. Oysa her sanatçı kendi içinde bir karşı çıkıcıdır. Kendi politik tavırları vardır. Aşk filmlerinin ya da siyasi filmlerin unutulmaz oyuncusu gibi şeyler yok. Biz oyunculuk mesleği üzerine eğitim aldık.
Behzat Ç. ve Dayı karakterleriyle tam da buna maruz kaldınız...
E.B.: Ama ben bu simgeleri oynayan bir oyuncuyum. İdeolojik tarafım tutar ya da tutmaz. Nihayetinde ortada bir karakter var. Ve onun bir hikâyeye hizmet etmesi, bunun da en iyi şekilde yapılması gerekiyor.
Türkiye’de rolünden bağımsız düşünülmek ve özgür olmak zor mu?
E.B.: Zor. Çünkü öyle bir dönem yaşandı ki sadece oyuncuları ideolojik birer simge haline getirmeleri nedeniyle birçoğu ülke dışına kaçtı. Yeşilçam dediğimiz hikâye seks filmleri çekmeye başladı. Bunun tehlikesini fark edip bu mesleğin; yazarıyla, çizeriyle, eleştireniyle değerlendirilmesi gerekiyor.
Rol seçerken artık daha tedirgin ve tedbirli misiniz?
E.B.: Sinema ve tiyatro vazgeçilmez etmenler ama televizyon dizisine karşı biraz mesafeli bakmaya başladım.
Neden?
E.B.: Televizyonda hakikaten iyi para kazanabiliyorsunuz. Ancak nitelik, nicelik kavramları üzerinde durmuyorlar. Düşünsene başrol oyuncusu 48 saat uykusuz bir hikâyeyi yetiştirmeye çalışıyor. Bu ne kadar değerli olabilir? Oysaki duygularımız bizim için çok değerli. Sistemin değişmesi gerekiyor. İki saati bir haftada hazırlayıp sunamazsınız. O zaman kirlenirsiniz. Burada da bahsettiğim ruhen bir kirlenme. Bazı köşe yazarlarının çıkıp aymaz aymaz konuşmasının bir manası yok. Söylediklerim; “Kirlendiyse sabunu alıp temizlensin” gibi espriyle karşılanacak şeyler değil.
Son görüşmemizde epey siyaset konuşmuştuk. Bu sefer yeni filminizle romantizm fırtınasına kapılıp biraz gündemden uzaklaştınız mı?
E.B.: Bir insan eğer ayaklarının üzerinde durabiliyorsa, onu sağlam ve devamlı kılan düşünceleridir. O düşüncelerinden vazgeçemezsin, sadece geliştirebilirsin.
Peki son beş ayda sizce Türkiye’de neler değişti?
E.B.: Eski Türkiye gitti, yeni Türkiye geldi. Din dersleri zorunlu kılındı. Osmanlıca tartışılmaya başlandı... Değişim derken oldukça ilerleme kaydettik yani.
Yeni Türkiye tanımınız var mı?
E.B.: Eskisini aratmasın da!
Osmanlıca öğrenir misiniz?
E.B.: Bilmiyorum ki! Bu yaştan sonra öğrenmek istemem herhalde.
Peki kızınız için mecburi tutulursa ne düşünürsünüz?
E.B.: O dersten kalabilir. Ne kadar başarılı olacağını bilemem. Nihayetinde yabancı dil gibi görmek lazım herhalde!
Telefon dinlemeleri de ayyuka çıktı. Siz de bu işten dili yananlardansınız. Bunu öğrendiğinizde en acıtıcı olan hangi konuşmalarınızın dinleniyor olmasıydı?
E.B.: Eşim Elvin’le yaptığımız özel telefon görüşmelerinin üçüncü dördüncü şahıslar tarafından dinlenmesi yenir yutulur gibi değil. Senin aile bütünlüğüne yönelik dışarıdan gelen bir tepki ve müdahale. Buna ne gerek var? Benim siyasal bir kimliğim yok, hiçbir dernek, topluluk ve kuruluşa üye değilim, bireysel olarak kendi hoşuma gitmeyen, bana yanlış gelen duygu ve düşüncelerimi sizler aracılığıyla aktarıyorum sadece. Bu durumda benim mahremime girmeye nasıl bir hak görüyorlar? Bunu hazmetmek çok güç.
Bunların sonunda “Düşüncelerimi söylemeyeyim” dediğiniz oluyor mu?
E.B.: Neden söylemeyeyim. Ben konuşmazsam yok olurum. Bunun için varım. Bunun için okuyoruz. Bunun için birtakım senaryolar yazılıyor. Bunun için birtakım karakterler canlandırılmaya çalışıyor.
Geçen hafta Orhan Pamuk “Türkiye’de düşünce özgürlüğü yerlerde sürünüyor” dedi. Katılıyor musunuz?
E.B.: Tabii. Televizyon kanallarında istediğiniz işi yapamıyorsunuz. RTÜK’ten önce birçok sansüre takılabiliyor. Mesela, en son Antalya Film Festivali’nde Gezi için hazırlanan belgeselin çıkarılması... Bunlar korkunç hamleler.
Korkutmuyor mu sizi?
E.B.: Hayır. Sadece bizim daha fazla yorulmamıza neden oluyor. Çünkü bunu yasakladıkça yasak olana karşı bizim mücadelemiz ister istemez artıyor. Mesela bir köpeği köşeye sıkıştırırsınız, sizi ısıracağı yoktur ama üzerine giderseniz ısırıverir. Bu, bir reflekstir. Bu da bizim refleksimizdir.
Müzeyyen bütün erkeklerin kıskandığı kadın. Bir kadını bu kadar kıskanılan yapan nedir?
E.B.: Müzeyyen güçlü, kendi ayakları üzerinde duran, biraz maskülen bir kadın. Onu kıskanılan yapan da Müzeyyen’in kayıtsızlığı. Normal kadın beklentilerine sahip değil.
‘Normal kadın beklentisi’ dediğiniz şey ne?
E.B.: Kadınlar erkeklerin kendilerine bakmalarını isterler ama Müzeyyen öyle biri değil. Birine ihtiyaç duymaktan çok birini istiyor. Coco Chanel’in bir sözü var. “Erkeklerin çocuk olduğunu bildiğiniz sürece her şeyi biliyorsunuz demektir” diye. Müzeyyen de bunu biliyor ve bu onu çekici kılıyor. Bir de çekip giden kadın herhalde hep daha cazip. Çünkü erkekte yenilme hissi uyandırıyor. Ve erkekler yenilmekten hoşlanmazlar.
Size benziyor mu?
E.B.: Benden çok daha akıllı, eğitimli ve güçlü bir kadın. Ama ben de birine ihtiyaç duymaktan hoşlanmam.
Filmde “Seks iyi gelir” diye bir lafınız var... Öyle bir etkisi var mıdır?
S.A.: Seks bir çare değildir. Rahatlamak için kullanınca yıpratıcı bir şey ama böyle de kullanılabilir.
E.B.: Seks de bir ihtiyaç. Korkunç bir şey gibi göstermenin manası yok.
Filmlerde her şeyden çok öpüşme sahneleri konuşuluyor. Sizin filmde de maşallahı var... Hazır mısınız?
E.B.: O sahneleri az bile buldum.
S.A.: Normalde bu filmi İtalyanlar ya da Fransızlar çekiyor olsaydı eminim o tutkunun altı farklı çizilirdi. Ama Türk filmi olduğu için biraz daha ihtiyatlı davranılmış olabilir.
Öpüşme sahneleri kesiliyor, buzlanabileceği konuşuluyor. İşin o noktaya gitmesine ne diyorsunuz?
S.A.: Silahları ya da insanların birbirlerinin ağzını burnunu kırmasını buzlamayıp içkiyi, sigarayı veya öpüşmeyi buzlamak bana çok komik geliyor. Geçenlerde bir pankart açılmıştı, “Bana güvenip sarılabilirsiniz” diye. Ardından adamı tutukladılar. Bunun üzerine bir grup öğrenci kamuoyu yoklaması yapıyor. İki kişi birbirine sarılıyor. “Diğerleri bu sarılmadan rahatsız mısınız” diye soruyor. Yüzde 80’i sarılmadan rahatsız olmuş. Nasıl bu noktaya geldik?
Dekolte sorunsalına bakışınız ne?
S.A.: Dekolte mevzularını komik buluyorum. İlkel zihinlerden çıkan şeyler.
Günümüzde filmdeki gibi aşklar da şekil değiştirdi mi?
E.B.: Eskiden aşklar daha özgündü şimdi fabrikasyon olmaya başladı.
Aşklarımız da ithal mi oldu yani?
S.A.: Kendi ilişkilerimizden ve hayatımızdan beklentilerimiz genelde bize sunulan şeylerle doğru orantılı olmadığından ithal oluyor. Doğru bir biçimde yaşayamıyoruz.
Aşkın sizdeki tanımı ne?
S.A.: Aşk bence bir çözümdür. İnsanı hafifletir.
Canlandırdığınız karakter “Ben kadın olsam” diyor ve anlatıyor. Peki siz kadın olsanız?
E.B.: Kadın olamazdım. Olsam saçlarımı yolarlardı! Kadın bana yabancı bir şey. Söylediklerim başka yönlere gidebilir.
Behzat Ç.’de de birlikte çalışmış bir ikili olarak birbirinizi nasıl anlatırsınız?
E.B.: Sezin çalışılması çok rahat bir partner. Ortamı germeyen tuhaf bir kimyası var. En zor sahneler bile bir-iki tekrarda çözüldü. Aşk filmi yapıyorsunuz. Birbirinize sarılıyorsunuz, öpüşüyorsunuz. Yoksa bu kimyayı oluşturmak, çekinikliği iki partnerin üzerinden atması çok zordur yani. Bu, bir meslek ve mesleki olgunlukla hareket edilmesi gerekiyor. Sezin bu konuda dört dörtlüktü.
S.A.: Erdal çalışması çok zevkli bir oyuncu. Karşısındakine ilham verip kafasını açıyor.
‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’ filmi dün vizyona girdi. İlhami Algör’ün aynı adlı romanından esinlenerek çekilen filmi, Çiğdem Vitrinel yönetti, müzikler Harun Tekin’e ait.