Rami Ruhayem ve Paul Adams'ın haberi.
Önce, yer sarsıldı, çok az ama neredeyse belli belirsiz. Etrafa hızlıca bakınca, bir sarsıntı olduğunu anlayabiliyordunuz, depodaki dolaplar titriyordu.
Bir, iki, üç saniye ve durdu.
Bir anlık hareketsizlik. Sonra yeri, göğü sallayan bir patlama.
Bu kez bina sallandı, ama ses çok daha büyüktü.
Bütün bunlar Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta, patlamadan 10 kilometre uzaklıkta yaşandı.
Başkent yönünden yükselen dumana bakmak için içgüdüsel bir dürtü. Sonra, yine içgüdüsel bir uzaklaşma. Ya bir patlama daha olursa?
Bir çoğu, bunun duydukları en büyük patlama olduğunu söylüyor ve Lübnanlıların anılarında çok patlama var.
Kuzeyden Beyrut'a giden otoyolda, ambulanslar yoğun trafik yüzünden milim milim ilerliyordu. Çok sayıda araçtakiler, patlama çevresindemi mahallelerde yaşayan arkadaşlarını akrabalarını kontrol etmek, onları oralardan çıkartmak için umutsuzca trafiğe çıkmıştı.
Otobanın karşı yönünde araçlar, hızla diğer yöne gidiyor ve cehennemden uzaklaşmaya çalışıyordu.
Trafik kilitlenmişken, radyolar ve telefonlardan korkunç haberler geliyordu. Dolup taşan hastaneler, binlerce yaralı ve büyüyen bir yangın.
Beyrut'a doğru gidenlere, ordu tarafından zorla U dönüşü yaptırıldı. İsterlerse yayan gidebilirlerdi.
Otoyolun kente girmeden önceki son bölümünde, ayaklar altında camlar eziliyor ve bir traktör enkazı temizleyerek ilerliyordu.
Binalar tanınmaz haldeydi, pencerelerde cam ve görünürde ışık yoktu.
Kentin tam kalbindeki Beyrut Limanı ve çevresi yerle bir oldu.Karanlıktan birkaç sessiz figür belirdi. Bazıları yaralıydı ama yürüyorlardı, diğerleri boş bakışlarla oturuyor ve neredeyse hiç ses çıkartmıyorlardı.
Beyrut'a yaklaştıkça, daha da karanlıklaşıyordu.
Limanda bir yangınla başlamıştı. Şu anda bile, yangının tam olarak kaçta başladığı net değil.
Ama yerel saatle 17.54'te Amerikan Los Angeles Times gazetesinin muhabiri, gökyüzüne yükselen dumanları gösteren bir tweet attı.
Daha sonra olanlar, sosyal medyada bir dizi paylaşımda görüldü. Gökyüzüne daha yoğun, daha koyu ve enkaz parçaları gönderen bir ilk patlama oldu.
Birkaç parlama görülebiliyordu, sanki havai fişek patlaması gibiydi. Dumanın altında yoğun alevler görülebiliyordu.
Sonra, ilk patlamanın 35 saniye ardından, ikinci dev bir patlama meydana geldi. Dev bir kızıl-kahverengi duman havaya yükseldi daha sonra da beyaz bir duman kubbesi takip etti.
Sayısız ölü, binlerce yaralı...Şehrin tam kalbi yıkıldı.
Patlamanın merkezinde, patlayıcılar için kullanılan bir kimyasalın, yaklaşık 3 bin ton amonyum nitratın bulunduğu bir depo vardı.
Bu fotoğraf 2014 yazından. İki kişi, Beyrut Limanı'ndaki bir yük gemisinde gülümsüyorlar. Arkalarındaki depoda zararsız görünen beyay çuvallar yığılı.
Çuvallarda, yaklaşık 3 bin ton yüksek yoğunluklu amonyum nitrat var.
Mavili bir adam, kameraya doğru gülümserken, telefonla konuşuyor.
Aklında çok şey var. Kaptan Boris Prokoşev ve mürettebattan birkaç kişi fotoğraf çekildiği sırada, aylardır limanda mahsur kalmış durumda.
MV Rhosus isimli gemi, 2013'te Eylül ayının sonlarına doğru Gürcistan'ın Batum kentinden yola çıktı ve varış noktası Beira, Mozambik görünüyordu.
1986 yapımı Rhosus, yaşlanmıştı. Önceki aylarda Akdeniz'de yaptığı yolculuklar sırasında denetimlerden geçer not alamamıştı. Sevilla Limanı'ndaki denetçiler, Temmuz 2013'te paslı güverteden, yangın güvenliğine dek 14 karlı kusur tespit etmişti.
Geminin Mayıs 2012'den itibaren yeni bir sahibi vardı. Kıbrıs'ta yaşayan Rus işadamı Igor Greçuşkin. İş yaptığı isimlere göre MV Rhosus Greçuşkin'in armatörlükte ilk deneyimiydi.
Konşimentoya göre, amonyum nitratı tedarik eden Rustavi Azot LLC şirketiydi ve alıcı da, ticari patlayıcılar alanında uzman küçük bir Mozambikli şirket adına, Uluslararası Mozambik Bankası'ydı.
Gemiye Türkiye'den kaptan olarak katıldığını iddia eden Prokoşev, BBC'ye yaptığı açıklamada biner binmez, gemideki sorunları fark ettiğini söylüyor.
Orijinal mürettebat, dört aydır maaş alamadıkları için gemiyi terk etmişti.
Prokoşev'e göre, gemi yeni mürettabatıyla Atina'ya ulaştığında, geminin sahibi parasını ödeyemeyeceğini söylediği için aldıkları yiyecek ve diğer malzemeleri, tedarikçilere geri vermişti.
Geminin sahibi, Süveyş Kanalı'ndan geçiş ücretini ödeyebilmek için ek kargo ararken, gemi orada dört hafta boyunca bekledi.
Gemiyi, Beyrut'un kaderine düğümleyen olaylar zinciri de böyle başladı.
Prokoşev, BBC'ye yaptığı açıklamada, Beyrut'a aralarında ağır buldozerlerin de bulunduğu, yol yapım malzemelerinden oluşan ek kargoyu almak için gittiklerini söyledi.
Ancak birileri, yanlış hesap yapmıştı. Yük vinçlerle kaldırıldığında geminin ambar kapakları eğilmeye başladı.
Prokoşev, "Ambar kapakları eski ve paslıydı. Yükü taşıyamazdık. Reddettim. Gemi limandan ayrılacaktı" diyor.
Yükü almaktan vazgeçtiler ama yeni mürettebat, kaderlerinin seleflerine benzemesinden korkuyordu.
Prokoşev, düğümü çözmek için Kıbrıs'a gidip, Greçuşkin ile görüşmeye karar verdiğini söylüyor
Ancak Rhosus, Beyrut'tan ayrılmadan önce, Lübnan makamları müdahale etti.
Lloyd's List veri tabanına göre, 100 bin doları bulan borç nedeniyle gemiye 4 Şubat 2014'te el konuldu.
Bazı mürettebat üyelerinin ayrılmasına izin verildi, ancak Prokoşev'e geminin çarkçıbaşı, dördüncü makinisti ve lostromosuyla birlikte kalmaları emredildi.
Gemiden ayrılmalarına bile izin verilmiyordu.
Prokoşev "Bizi rehin aldılar" diyor.
Kaptan Prokoşev her ay bir mektup yazarak, Rusya lideri Vladimir Putin'den yardım almaya çalıştığını anlatıyor. Radio Liberty'ye verdiği b0ir başka mülakatta da, Beyrut'taki Rusya Konsolosluğu'ndan soğuk bir yanıt aldığını söylüyor.
"Bana 'Putin'in ne yapmasını istiyorsun? Seni zorla serbest bıraktırmak için özel kuvvetleri mi yollasın?' diye yanıt verdiler" diye konuşuyor.
Mürettebatın durumu, Uluslararası Nakliye İşçileri Federasyonu'nun (ITF) da dikkatini çekti. Mart sonunda ITF denetçisi Olga Ananyina, mürettabatın kendine bakacak imkanları olmadığını söyledi.
28 Mart 2014'ta "Mürettebat, hayatta kalmanın eşiğinde" diye yazmıştı.
Igor Greşuçkin'in mürettebata ve limana olan borçları ödeyecek durumda olmadığını söyledi ve bir uyarıda da bulundu;
"Yukarıdaki sorunlara ek olarak mürettebat Rhosus gemisinin, özellikle tehlikeli bir kargo, amonyum nitrat taşıyor olmasından endişeli. Beyrut'taki liman yetkilileri, kargonun boşaltılmasına ya da başka bir gemiye aktarılmasına izin vermiyor. Bu durum, denizcilerin zaten kötü olan durumunu daha da kötüleştiriyor."
Tek uyarı Ananyina'nınki değildi. Dört ay sonra, sektör yayını yapan internet sitesi FleetMon aynı tehlikeye dikkat çekti.
23 Temmuz 2014 tarihli haber "Mürettebat yüzen bir bombada rehin tutuluyor" başlığını taşıyordu.
Makale, ikilemi özetliyordu.
"Liman yetkilileri, tehlikeli bir yükle dolu, terk edilmiş bir geminin ellerinde kalmasını istemiyor" deniliyordu.
Yaşlanan Rhosus'un durumu iyi değildi, aldığı su her gün boşaltılmak zorundaydı. Prokoşev yükten de kaygı duyduklarını anlatıyor.
"Yükün bozulmadığından ve ıslanmadığından emin olmak zorundaydık. Bir gemide yaşıyorsanız, ona bakarsınız, batmak istemezsiniz" diyor.
Mürettebat, hukuki yardım almak için geminin yakıtının bir kısmını sattı. Üç ay süren mahkeme sürecinin ardından, Lübnanlı avukatlar serbest kalmalarını sağladı.
Prokoşev "Tüm bölmeleri kapattık, kilitledik ve anahtarları liman yetkililerine verdik" diyor.
Uluslararası Nakliye İşçileri Federasyonu'na göre, Prokoşev ve Ukraynalı mürettebat üyeleri, nihayet Eylül 2014'te Beyrut'tan ayrıldı.
Greşuçkin Odessa'ya gidiş masraflarını ödedi, ancak Prokoşev hala 60 bin dolar tutan birikmiş maaşlarını alamadıklarını söylüyor.
Bir süre sonra, ne zaman olduğu net değil, tehlikeli kargo da gemiden taşındı.
Prokoşev, sahibinin ve mürettebatının terk ettiği, su alan Rhosus'un en sonunda battığını söylüyor.
Bir analize göre, Rhosus hala Beyrut Limanı'nda suyun altında yatıyor. Lloyd's List'e göre gemi Şubat 2018'de mendirekte battı.
Prokoşev 4 Ağustos'taki facianın ardından, Lübnanlı yetkililere kızgın.
Radio Liberty'ye yaptığı açıklamada "Şuç onlarda. Yükten mümkün olduğunca çabuk kurtulmalılardı" diyor.
Yetkililerin, yükü Lübnanlı çiftçilere gübre olarak vermesi gerektiğini söylüyor.
"Kimse yükü merak etmiyorsa, hiç kimsenin değil demektir" diyor.
Geminin sahibi Igor Greşuçkin, BBC'nin sorularına yanıt vermedi.
Mürettebatı temsil eden iki avukat, davayı "hala geminin ambarında tutulan tehlikeli yükün yarattığı tehlikeyle yüzleştikleri" savıyla kazandıklarını anlatıyor.
Ekim 2015'te yayımlanan sözleri, şu anda tüyler ürperten kelimelerle sona eriyor.
"Amonyum nitratı, gemide tutmanın riskleri nedeniyle, liman yetkilileri kargoyu limanın depolarına boşalttı. Gemi ve yükü, bugüne dek açık artırmayla satılması ve/veya uygun şekilde yok edilmesi için limanda bekliyor."
Patlamayı ve kubbe şeklini alan dumanı görenlerin bir çoğu, önce bir nüklee patlama yaşandığını düşündü.
Nükleer patlama değildi, ancak gücü çok çok büyüktü.
Amonyum nitrat, dünya genelinde tarımda yüksek nitrojenli gübre olarak kullanılıyor. Ancak özellikle madencilikte, etkili bir patlayıcı da aynı zamanda.
Diğer patlayıcılarla yapılan mukayeseler, genelde yanıltıcı oluyor. Ancak İngiliz ordusu'nda görev yapan eski bir bomba imha uzmanı, Beyrut'taki patlamanın 1-2 bin ton TNT'ye eşit olabileceğini söylüyor. Bazıları daha büyük bile olabileceğine inanıyor.
Ağustos 1945'te Hiroşima'da patlayan atom bombası 12-15 bin ton büyüklüğündeydi.
Amonyum nitrat, bir şehrit ortasında asla bu şekilde depolanmamalıydı. Ancak yine de infilak etmesi için, bir şey gerekiyor.
Peki, facianın başlancıcında depoda ne yanmıştı?
Ana patlama öncesindeki, flaşlar ve küçük patlamalar bir çok kişiye havai fişek gibi göründü.
Lübnan Gümrük Genel Müdürü Badri Daher, Lübnan medyasının etrafta havai fişek depolanıp, depolanmadığı yönündeki sorusuna "Büyük ihtimalle, evet" yanıtını verdi.
Diğer haberlerde, yangının kaynak çalışmasından çıkmış olabileceği de söyleniyordu.
CNN'in haberine göre limanın genel müdürü Hassan Koraytem, "Devletin güvenlik birimi bizden deponun kapısının onarılmasını istedi ve bunu öğlen yaptık. Öğleden sonra ne oldu, hiçbir fikrim yok" dedi.
Yangın başlayınca, söndürülmesi için küçük bir itfaiye ekibi gönderildi. Patlama olduğunda dokuz erkek ve bir kadın itfaiyeci, 12 numaralı deponun önündeydi. Şu anda hepsi kayıp.
Ancak, birçok Lübnanlı yetkilinin, limanda yaklaşan tehlikeden yıllardır haberdar oldukları çok açık.
Sıradan Lübnanlılarsa, sadece başkentleri havaya uçtuğunda haberdar oldu.
Bu nedenle, kamuoyu öfkesinin kendilerine yönelmesini bekleyen gümrük yetkilileri, suçun kendilerinde olmadığını göstermek için, hızla çeşitli belgeler sızdırmaya başladılar.
2014-2017 arasında, bir yargıca amonyum nitratı yeniden ihraç etmek ya da satmak için en az beş mektup yollamışlardı.
Mektuplarda, depodaki malzemeyi ve tehlikeli olduğunu bildikleri görülüyor.
Bazıları, bu mektupları okuyup, gümrük yetkililerinin ellerinden geleni yaptığını ve adli makamlardan bir yanıt alamadıklarını düşünebilir.
Ancak bu teze de hızla karşı çıkıldı. Kimse, mektupların gerçek olduğundan şüphe etmiyor. Ancak hikaye, göründüğü kada basit de değil.
Riyad Kubeysi, kariyerinin büyük bölümünde, Beyrut Limanı ve gümrüğündeki yolsuzluklar üzerine çalışan bir araştırmacı gazeteci.
Kubeysi, patlamadan sonraki gün yaptığı analizde, mektupların doğru prosedürler takip edilerek yazılmadığını, ve yargıcın birçok kez bu noktaya dikkat çekip, ek bilgi istediğini söylüyor.
Kubeysi, gümrük yetkililerinin sadece aynı mektubu yollayıp, durduklarını anlatıyor.
Ulaştırma ve Kamu İşleri Bakanlığı'nın isteği üzerine, yargıç yükün gemiden boşaltılmasına izin verdi. Ancak uygun bir yerde depolanması ve uygun güvenlik önlemlerinin alınması gerektiğini de söyledi.
Beyrut merkezli sivil toplum örgütü Legal Agenda'dan Nizar Saghieh, "Bakanlık yükü limanda depoladı ve gümrüğe teslim etti" diyor ve ekliyor:
"Bu, büyük bir hataydı. Kanun bu tür patlayıcıların limanda depolanmasını özellikle yasaklıyor."
Saghieh, amonyum nitratın limanda depolanmasında sorumluluğun, bakanlık, gümrükler ve liman yönetiminde olduğunu söylüyor:
"Ulaştırma ve Kamu İşleri Bakanlığı yükten sorumluydu. Bakanlık bu sorumluluğu gümrüklere devretti. Yargıç sorumluluğu bakanlığa, bakanlık da gümrüklere verdi."
Saghieh yapılması gerekenin yükü satmak olduğunu ya da izin isteyip, yok etmek olduğunu hatta izin istemeden bile kargoyu yok etme yetkileri bulunduğunu kaydediyor.
"Tek yaptıklarıysa, o mektupları yollamaktı" diyor.
Beyrut'ta yaşananlar ilk değil.
Şubat 2009'da, 98 konteyner dolusu barut taşıyan Kıbrıs bandralı bir gemi, ABD Donanması tarafından Kızıldeniz'de durduruldu.
Konteynerler, Kıbrıs'taki Evangelos Florakis Donanma Üssü'nde doğrudan güneş ışığının altında depolanmıştı. 11 Temmuz 2011'de hepsi havaya uçtu. 13 kişi hayatını kaybederken, 3 milyar euro'dan fazla hasar meydana geldi.
Bir hastane sahibine, "İnsanlar hastane kapılarında ölecek mi?" diye sorulmuştu. "Hayır, hastanenin içinde ölecekler, çünkü ilaçlar ve tıbbi malzemeler bitecek" diye yanıtladı.
Bu hastane sahibinin, patlamanın hemen ardından konuştuğunu düşünebilirsiniz.
Ama bu geçen yıl, patlamadan çok önce, Covid-19'dan önce, dünyanın bir çok yerinde hayatın büyük ölçüde "normal" sayıldığı bir dönemde yapılan bir açıklamaydı.
Şimdi, 4 Ağustos 2020'deyse ülke büyük bir darbe yedi. Patlama, ülkedeki trajedinin üzerinde durduğu iki sütunu, hesap vermekten uzak yolsuzluklara bulaşmış bir sistem ve birçok kişinin kurulu düzene hizmet etmesi için bozulduğunu söylediği bir ekonomi.
Geçen yıl, protestolar statükoya saldırırken, ülkenin iç savaş sonrası ekonomik düzeni yıkılacak gibi görünüyordu. Halk, 30 yıl süren yağmanın hesabını sormak için harekete geçerken, mendi servet ve iktidarlarını korumak için çabalayan seçkinler görülüyordu.
Öfke, birçoğunun uzun yıllardır beklediği bir rüya olan, sistemin kendisine karşı, radikal ve tüm ulusu kaplayan bir devrimin sevinciyle karışmıştı.
Sokaklarda yeni bir güç oluşmuş ve siyasetçi sınıfına boyun eğdirmişti. Öfke, bi süre o kadar çoktu ki, siyasetçiler sokaklar bir yana, ekranlarda bile yüzlerini göstermiyondu.
Ülke genelindeki meydanlarda, çadırlar kurulmuş, geceleri tartışmalar yapılıyordu. Halkın hilafına, az sayıdaki siyasal seçkinin kendilerini zenginleştirmesine izin veren sistemin siyasi, ekonomik ve hukuki çerçevesini yerle bir ediyorlardı.
100 yıllık, mezhebe dayalı iktidar paylaşımı sistemi, 30 yıllık ekonomik model ve belki de hepsinden çok, bankalar yargılanıyordu.
1990'ların başından bu yana, hükümete verdikleri kredilerin faizlerinden kâr ediyorlar.
Farklı mezhepleri temsil eden siyasi gruplar, devletin kaynaklarını paylaştılar ve refahı, istihdamı ve sosyal yardımları topluluklarına dağıttılar.
Borç, borç faizi giderek artan oranda hükümetin bütçesini kısıtladı.
Sistem birçok şoku atlattı; suikastler, İsrail ile savaş, uzayan siyasi felç. Hatta bir dönem kalkındı da. Küresel ekonomik krizin ardından, Lübnan'ın bankacılık sisteminin güvenli görülmesiyle.
Lübnan ekonomisine garanti büyük ölçüde Fransa ve Suudi Arabistan'dan geldi.
Ülke ne zaman bir mali krizle karşılaşsa, uluslararası bir kurtarma planı için Fransa diplomatik gücünü, Suudi Arabistan da mali gücünü kullandı.
Yeni, uzun vadeli krediler ve hibeler verildi. Lübnan da eski borcunun faizini ödemeye devam etti. Bu garantilerin üzerine, ülke bir de yurtdışında çalışanların gönderdiği paraya bağımlıydı.
Ancak 2011'de hem ülke dışından gelen paralar, hem de garantiler yavaş yavaş azalmaya başladı.
Suriye'eki iç savaşı, turizmi ve ihracatı vurdu. 2014'te petrol fiyatlarında yaşanan çöküş, ülke dışında, özellikle de Körfez Bölgesi'nde çalışanların yolladığı parayı vurdu. Hizbullah'ı boğmak için ABD'nin uyguladığı ambargo da ekonomiyi olumsuz etkiledi.
ABD'nin müttefikleri ve Körfez ülkeleri garantilerini geri çekti. Şimdi yatırım yapmadan önce, kemer sıkma önlemleri ve reform isteyen Fransa da.
Ve sosyal deprem böyle başladı. Bankalar insanların tasarruflarına erişimini engelledi, ancak büyük paralar bir yolunu bulunup, dışarı çıkartıldı. Ulusal para birimi çöktü. Enflasyon, hiperenflasyonun kıyısına geldi. İstihdam kaybedildi, orta sınıflar yoksulluğa, yoksullar sefalete mahkum oldu.
Bu arada, protesto hareketi de yavaşladı. Organize olmaya inatçı bir direnç gösterdi. Bir lider kadrosu ve de iyi tanımlanmış bir koalisyon çıkmadı ortaya.
İktidar yeniden, kurulu siyasi gruplara ve ekonomik seçkinlerin eline geçti.
Protesto hareketi, ekonomik krize neden olanlardan hesap sormaya yemin etmişti.
Patlamanın ardından bu duygu, çok daha öfkeli bir şeye dönüştü; birçok kişi sorumluların ölmesini istiyor.
Ancak Lübnan'ın modern tarihi, neredeyse, sorumluluğu silikleştiren ve herkesin kurtulmasını sağlamak için tasarlanmış bir sistemi ortaya koyuyor.
Onlarca yıldır süren yaygın yolsuzluk ve vurgunculuk gazetecilerin çabaları ve rakip siyasi grupların suçlamalarıyla, ayrıntılarıyla ortaya döküldü.
Ancak, kimseden hesap sorulmadı.
Tüm hesap sorma çabaları, mezhepçilik duvarına çarptı.
Yetkililer ve politikacılar, ait oldukları siyasi kuruluşların, siyasi yapılar da dini kurumların koruması altındaydı.
Bürokrasideki makamlar, farklı din ve mezheplere aitti. Makamlar Hristiyanlar, Sünniler, Şiiler ve Dürziler arasında paylaşıldı.
Bir partinin siyasi başarısı, programına değil, mezheplerinin bayrağını nasıl taşıdığıyla ve ne kadar ganimet elde ettiğiyle ölçülüyordu.
Ama 6 yıldır Beyrut Limanı'nda tutulan 2700 ton amonyum nitrat havaya uçtu. Bunun hesabını kim verecek?
Bu arada binlerce kişi yaralandı ve hastanelerle, eczaneler malzemelerinin hepsini tüketti. Yüz binlerce kişi evinden oldu ve bir çoğunun evlerini yeniden yapacak parası yok.
Son bir yılda yaşanan her olay, ekonomik krizden Covid-19'a dek, Lübnanlılara ekonomilerinin ne kadar bozuk ve üretken olmadığını, tarımın nasıl yok olduğunu ve ekonomik egemenliklerinin bulunmadığını gösterdi.
Ve en temel ihtiyaçları için bile ithalata ne kadar bağımlı olduklarını.
Çoğu da Beyrut Limanı üzerinden.