Hasan Hüseyin Sünbül Eski MHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı
Ömrüm güzel ülkemin insanlarına “devlet” ile “hükümet” kavramlarının farklılıklarını anlatmakla geçti. Üstelik, okumuşu-okumamışı, sağcısı-solcusu, demokratı-faşisti çoğu kez tutturamazken ayrımı... Bu yüzden de olası bir hükümet icraatı eleştirisinde beklenmedik bir tepki ile karşılaşıyorum.
Eleştiri olumsuz olursa “komünist ağzıyla konuşma” derler, olumlu olursa bu defa da “yine faşo damarın tuttu” derler. Velhasıl ne İsa’ya ne Musa’ya durumu.
Oysa eleştirmek, “yermek” demek değildir ki salt olarak... Eleştiri yapılmadan insan nasıl gelişir, toplum nasıl ilerler? Peygamberler, din vasıtası ile insanı ve toplumu “eleştirip” ideal topluma doğru yönlendirmek için gönderilmediler mi? Bu, başlı başına ayrı bir makale konusu olur.
1923 yılında kurulan “Türkiye Cumhuriyeti” bir tanedir. Lakin Türkiye Cumhuriyeti devletini idare etmek adına kurulan hükümet sayısı 60’ı geçmiştir. Bizi bilen bilir.. Biz, 13 yıllık süreçte AKP’yi çok kez eleştirdik. Bunlar 13 yıl boyunca “devlet"e yönelik eleştiriler değil “hükümet"e yönelik eleştirilerdi. Kendimizce sayfalar dolusu nedenlerimiz var, itirazlarımız var; insan hakları ihlalleri, yoksulluk, yolsuzluk, gelir dağılımındaki uçurumun varlığı, terör sorunu, işsizlik, kadına bakış açısı vs vs.
Benim gibi düşünenlerin sayısı az değilmiş ki, Gezi Parkı Direnişi cereyan etti. Bir “ağaç” ve park meselesi tüm bunlara karşı bir haykırışa dönüştü. Başından sonuna kadar “hak” bir mücadele olarak sürdü. O süreçte birkaç yerde de yazılan “Apo Gezi’nin grev kırıcısı oldu”, “Apo Gezi’yi sabote etti” diye ifadelerim olmuştu. Kendimce geçerli ve makul sebeplerim vardı.
O süreçte “Şapşik” Selo da hükümeti savunan ve Gezi’yi eleştiren açıklamalar yapmıştı. Yapmasa bile Doğu ve Güney Doğu lisan-ı haliyle bu gizli iş birliğini anlatıyordu bize. Yoksa Diyarbakırlı Toma’nın Taksim meydanında sulama yapması ne mümkündü. Tüm bunlara rağmen Gezi’yi kullanarak prim yapan partinin HDP olması da ayrı bir ironidir.
Gezi öncesi AKP-Apo yakınlaşması Gezi döneminde zirve yapmıştı. Sonunda ilişki öyle hızlı gelişti ki inanamadık. Türk ve Kürt halkına akıl vermesi için Akil Adamlar (!) türedi. Heyetler, komisyonlar, protokoller aldı başını gitti.
“Analar ağlamasın!” adlı reklam çalışması çok tuttu. “Barış” sözcüğü o kadar çok kullanıldı ki, gözler “savaşan” tarafları aradı. Sahi kimdi savaşanlar? Türkler ile Kürtler mi?
İşte tüm bunlar olurken ben yine hükümete eleştiriler yapıyordum. Aynı anda, kendi arkadaşlarımdan dahi “analar ağlamıyor işte, daha ne istiyorsun” adlı besteyi dinliyordum.
Oysa ben o günlerde şunları söylüyordum;
-Barış diyorsunuz ama Türk-Kürt savaşmıyor ki. (Barış kelimesi her ne kadar bilinçli seçilmiş olsa bile.) -Ama bu örgüt Kürt adına bir iş yapmıyor ki! -Ama Kürtler bu örgüt gibi dinsiz bir sistem istemiyor ki. -Ama Kürtler bölgede sahipsiz kalıyor. -Ama Kürtler bölgede devleti arıyor. -Ayrıca bu örgüt silah kullanıyor, Doğu’da mahkeme kuruyor, racon kesiyor, haraç topluyor, uyuşturucu satıyor, çocuk kaçırmaya devam ediyor, çoğalıp seviniyor, şımarıyorlar. -Bu örgütün ve partisinin yöneticileri kendi çocukları yemekte 2 gün nazlansa pedagoglara koşarken, gariban Kürt’ün çocuklarını ana baba kokusuna hasret bırakıyorlar! -10’lu yaşlardaki çocuklarını görebilmek için aileler Kandil eteklerinde perişan oluyorlar. Araya adam sokmak için el ayak öpüyorlar.
Yine yazmaya devam etsek ne takatimiz kalır, ne de ruhumuz dayanır bu acıya… Tüm bunların itirazını yaparken asker kışladan, polis karakoldan çıkamaz oldu; kazara teröristlere denk geliriz diye.
Sonunda 7 Haziran seçimleri oldu-bitti ve malum tablo ortaya çıktı: Milli irade “Koalisyon…” dedi. Lakin koalisyon, AKP’nin isteyebileceği bir durum değil şu aşamada. En azından istediklerini yapacak bir suç ortağı olmadan...
Nihayetinde birtakım gariplikler cereyan etmeye başladı ülkede. Ve bir anda düne kadar protokol imzalayıp poz verenler düşman ilan ettiler birbirlerini. Bitti denilen “savaş (!)” yeniden patladı... Her gün yine şehit haberleri gelmeye başladı. Al bayrağa sarılı şehit haberleri gazetelerin ana manşetlerinden alt sıralara kaydı...
Şüphesiz ki bizim için “toprak” ayrı, “vatan” ayrı kavramlardır. Vatan uğruna toprağa düşen her yiğit “hilal” uğruna düşmüştür. Onlar için yazılan sayısız destanlar bile minnetimizi ifadede aciz kalır.
Lakin onların düne kadar ellerini kollarını bağlayan, düne kadar teröristi şımartanların “hilal” kaygısı olmadığı açık.
Onların kaygısı, yapılacak bir erken seçimde yeniden hükümet olabilmek ve kurdukları “Bilal” düzenini devam ettirmektir. Atladıkları şey ise şudur ki; kendileri için kurdukları bu düzen eninde sonunda “Hilal” karşısında mağlup olacaktır.
Hilal uğruna toprağa düşen tüm şehitlerimize rahmet diliyorum.