*Gül Atmaca
Orta Doğu denilince aklımıza ilk olarak petrol ve onun yüzünden yaşanan darbeler, işgaller, çatışmalar, göçler gelir. Petrol için “hem nimet hem lanet” denmesi de boşuna değil. Orta Doğu ülkelerinden ise petrol parası içinde yüzenler de dahil ne doğru dürüst bir icat çıkar ne de bilimsel bir çalışma. Oysa bu topraklar, bin yıldan uzun bir süre önce yani 9.yüzyılda Bağdat merkezli bir aydınlanma girişimine sahne olmuştu.
Abbasiler döneminde, bugün Irak’ın başkenti olan Bağdat’ta, 832 yılında bilim ve felsefe merkezi Bilgelik Evi kuruldu. Hristiyan, Müslüman, Yahudi ve başka inançlardan bilginler burada Aristo, Sokrates ve Platon’u tartıştılar; matematik, tıp, felsefe, astronomi, kimya ve coğrafya konularında fikir ürettiler. Bilgelik Evi, aşağıda sayacağımız nedenlerle yıkılıp gitti ama eserlerinin sonraki yüzyıllarda Endülüs üzerinden Avrupa’ya girmesiyle burada aydınlanmanın ışığı yanmaya başladı.
Tarihte bir yolculuğa çıkıp Abbasi Halifesi Mansur tarafından eski Pers başkenti Ktesifon kalıntıları üzerine 762 yılında inşa edilen Bağdat’a gidelim. Mansur, Dicle Nehri’nin can verdiği kente “Barış Şehri” anlamına gelen “Medinetü’s-Selam” adını vermişti.
Abbasi İmparatorluğu’nun Bağdat’a altın günlerini yaşatan halifelerinden El Memun ise 786’da doğdu. Anne tarafından İranlıydı. İyi bir din ve felsefe eğitimi alan Memun, “akılcılığı” benimseyen Mutezile öğretisine bağlıydı. Mutezile bilginleri, akla başvurma yöntemlerini Eski Yunan ve Helenistik dönem filozoflarından almışlardır. Memun, dini konularda akılcılığı; doğa bilimlerinde deney ve gözlem yöntemini; özgür iradeyi ve kişinin kendi eylemlerinden bütünüyle sorumlu olduğunu vurgulayan Mutezile öğretisini halkına benimsetmeye çalıştı.
Memun’u diğer halifelerden ayıran özelliği Antik Yunan’dan bu yana en etkili felsefe ve bilim hareketini Bağdat’ta başlatması oldu. Memun, 832’de Beytü’l-Hikme (Bilgelik Evi/Hikmetler Evi) adlı akademiyi kurdu. Burada Yunanca, Süryanice, Farsça ve Sanskritçe yapıtlar Arapçaya çevrildi. Halife eski bilimsel çalışmaları bulup getirsinler diye elçilerini uzak diyarlara gönderdi. Örneğin, Bizans’tan, o zaman değin İslam ülkelerinde bulunmayan önemli yapıtların el yazmaları getirtildi. Bu arada, Bilgelik Evi’ndeki çevirmenlerin önemli bir kısmı Hristiyan kökenliydi. Bunlardan en ünlüsü aynı zamanda tıp insanı olan Huneyn ibn İshak’tır. Kendisi, Pergamonlu (Bergama) tıp doktoru, bilim insanı ve filozof Galen’in (129-216) çalışmalarını Arap dünyasına tanıtan kişidir.
Memun’un diğer dinlere karşı sergilediği açıklık ve hoşgörü sayesinde İmparatorluğun dört bir yanından bilginler Bağdat’a akın etmeye başladılar. Bağdat’ta Bizans, İran ve Hindistan’dan akan bilgilerin Arapçaya çevrilmesi tam bir sektör haline gelmişti. Her gelen misafire yemek ve şarap sunuluyor, daha sonra da dinden matematiğe kadar hemen her konuda tartışmalar yapılıyordu. Memun’un kelâm bilgisi ona Hristiyan ve Yahudi bilginlerle dini konuları tartışma olanağı verdi ki, bu insanlar Aristo, Sokrates, Platon’un fikirlerini zaten biliyor ve tartışıyorlardı.
Memun, Abbasi ordusuna yenik düşenlerden savaş tazminatı olarak sadece altın değil değerli yazılı eserleri de istiyordu. Halife, dünyanın bütün kitaplarını tek bir çatının altında toplayıp onları Arapçaya çevirmek gibi bir hayalin peşindeydi. Böylelikle Abbasi İmparatorluğu’ndaki bilginler de bu kaynaklardan yararlanabilecekti. Arapların Çinli esirlerden kağıt yapmayı ve kullanmayı öğrenmesi de gelişmeyi hızlandırdı. Kağıt, daha önce kullanılan papirüs ve parşömenden daha ucuz bir materyaldi. Bağdat, 9.yüzyılın ortalarına gelindiğinde en iyi Arap ve Fars filozoflar için cazibe merkezi haline gelmiş, medeniyetin beşiği olmuştu.
Doğa bilimlerine de ilgi duyan Memun, Müslüman bilginlerin Antik Çağdan beri aktarılan astronomi bilgilerinin doğruluğunu araştırabilmeleri için gözlemevleri kurdu. Bilimler tarihindeki ilk gözlem evleri 10. yüzyılın başında Bağdat ve Şam’da kuruldu Bu, belki de dünyadaki devlet eliyle yapılan ilk bilimsel proje sayılabilir. Halife, astronom ve matematikçilerden ekvatorun uzunluğunu ölçmelerini bile istedi.
İlk İslam filozofu olan ve Avrupa’da “Alkindus” diye tanınan el-Kindi (801-873), Platon ile Aristo’nun görüşlerini harmanlamıştı ama Pisagor’a da önem veriyor, onun matematiğinin tüm bilimlerin temeli olduğuna inanıyordu. El Kindi, Memun tarafından Bilgelik Evi’ne davet edildi. Memun’dan daha uzun yaşayan El Kindi, kendisini çekemeyen bazı kişilerin kışkırtması sonucunda bir sonraki halife tarafından Bilgelik Evi’nden atılacak ve hayatının son günlerini yalnız geçirecekti. Ancak, düşünceleri ondan sonra Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd tarafından sürdürülecekti ki bunlar Avrupa’nın aydınlanmasında rol oynayan filozoflardı.
Bilgelik Evi’nden geçen bir diğer büyük filozof el-Harezmi’dir (780-850). Bugün dünyanın her yerinde kullanılan Cebir sözcüğü, Bilgelik Evi’nde, matematikçi, coğrafyacı ve gök bilimci olarak görev yapan Harezmi’nin çalışmalarından çıkmıştır. Bilgelik Evi geleneği içinde ayrıca yukarıda adlarını saydığımız Farabi (872-950), İbn Sina, nam-ı diğer Avicenna (980-1037), İslam dünyasının Da Vinci’si olarak kabul edilen el-Biruni (973-1048), İbn Rüşd nam-ı diğer Averroes (1126-98), Kopernik’i (1473-1543) etkilemiş olan el-Tūsi (1201-1274) gibi dünya düşünce tarihinde isimleri saygıyla anılan kişiler yetişmiştir.
Orta Doğu’nun Bilgelik Evi ne yazık ki 1258’de Bağdat’ın Moğollar tarafından kuşatılması sırasında yıkıldı ve İslam dünyasında günümüze kadar devam eden karanlık süreç başladı. Yıkımın nedenlerine gelince Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Aydın’ın “Postmodern Çağda İslam ve Bilim”* adlı kitabı yol gösterici olacaktır.
Moğol İstilası ve Haçlı Seferleri Doğu açısından gerçekten de yıkıcı olmuştur. Bunların İslam dünyasındaki bilimsel gelişmeleri engellediği doğru. İlhanlı Devleti Hanı Hülagü 13. yüzyılda Abbasilerin bilim merkezi olan Bağdat’ı ele geçirmiş ve kütüphanelerdeki kitapları Dicle nehrine dökmüştür. Nehrin sularının günlerce mürekkep aktığı söylenir. Ancak, aydınlanma girişiminin sekteye uğramasının tek nedeni bu değildir.
Aydın’a göre İslam dünyasındaki, “felsefe ve felsefi bilimlerle ilgilenmenin dinen meşru/caiz olup olmadığı” tartışmasından aydınlanmacı el-Kindi, Farabi gibi bilginler de, Ihvân es-Safa hareketi de, hatta felsefenin İslam dünyasına girişinden itibaren 300 yıl geçmiş olmasına rağmen İbn Rüşd bile kurtulamamıştır.
İslam dünyasındaki aydınlanma girişiminin önündeki bir diğer engel “aşılmazlık duygusu ve her şeyin çözüldüğü” anlayışıdır. Örneğin, İmam Gazali nam-ı diğer Algazel (1055-1111), felsefecilerin akıl ve inancı uzlaştırma gayretlerini eleştirmiş, içinde mantık, matematik ve fiziğin de olduğu felsefi bilimlerin İslam ile bağdaşmadığı sonucuna varmıştır. Öte yandan, İslam dünyasında aydınlanmanın önünün kesilmesinin tek sorumlusu olarak İmam Gazali’yi görmek haksızlık olacaktır. Gazali’nin temsil ettiği anlayışın kurumsallaşmasında, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün (1018-1092) kurduğu Nizamiye Medreseleri’nin rolü unutulmamalıdır. Burada, Batıni inançlara karşı köktendinci anlayış desteklenmiştir.
Feodal toplumların durağan bir yapıya sahip oldukları bilinir. İslam dünyasında bu yapı, mutlak olduğuna inanılan şeriat ilkeleriyle pekiştirilmiştir. Durağan toplum yapısının bir tuğlası da İslam dinine etki eden kaderci zihniyettir. Bir diğeri, sorgulayan, soru soran ve araştırma yapanı hoşgörüsüzlük ve dinsizlikle suçlamadır. Gelenekçi çevrelerde bugün de süren bu tutum, ortaçağlarda, bir tartışma, çekişme yöntemidir ve İmam Gazali’de zirveye ulaşır. Gazali’nin filozofları dinsizlikle suçlaması, hatta bilimi ve felsefeyi dinsizliğe yol açıyor diye mahkum etmesi önemli etki uyandırmıştır. Dinsizlikle suçlanmanın ve hoşgörüsüzlüğün bedelini canlarıyla ödeyen, kütüphaneleri yakılan ve zindanlara atılan İslam bilginlerini unutmamak gerekir.
Prof. Dr. Aydın’ın değindiği bir diğer konu ise ezberci eğitim. İslam dünyasında yazılan yapıtların, çoğunun kısmi farklılarla birbirinin benzeri oluşunun temelinde bu “kutsallaştırıcı ve ezberci” mantık yatar. Kutsal olan eleştirilemez, sorgulanamaz!
Bilgelik Evi’nde Yunanca, Süryanice, Farsça ve Sanskritçeden Arapçaya çevrilmiş eserler, 12.yüzyılda Endülüs üzerinden Avrupa’ya girip bu sefer de Latinceye çevrilince orada aydınlanma filizlenmeye başladı. Hristiyanlık aleminin sınır komşuları Sicilya ve İspanya gibi ülkelerin kentlerinde, Yunanca ve Arapça klasik yapıtlar, 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’nın düşünce biçimini derinden etkilemekle kalmamış, öğrenci ve bilim insanı sayısını artmasına da katkıda bulunmuştur.
Jean Gimpel’in “Ortaçağ’da Endüstri”* kitabında da vurguladığı gibi Avrupa’nın her yanından bilginler, var olan tüm bilimsel ve teknik yapıtların çevirilerini ülkelerine kazandırmak için hummalı bir çaba içine girmişlerdi. İspanya’nın Toledo kentinde, Hristiyan, Yahudi ve Müslüman çevirmenlerce oluşturulan çeviri ekipleri yalnızca Yunancadan değil, özellikle tıp, gökbilimi, aritmetik, cebir ve trigonometri üstüne, Arapçadan da Latinceye çeviriler yapmışlardı. Avrupa’daki bazı öncüler bilgiye birinci elden ve bir an once kavuşmak için Arapça öğrenmeye girişmişlerdi.
Ortaçağ’ın asıl karanlık kısmı ise 13. yüzyılda bu aydınlanma hareketine karşı yasak ve baskılarla geldi. Çünkü bu yeni öğretide, dünyanın yaratılışı, kişinin ölümsüzlüğü ve insanın özgür iradesiyle davranıp davranmaması sorgulanıyordu. Kimi aydın çevrelerde Tanrı artık evrenin merkezi olarak görülmüyordu. Dinin yüceltilmesi yerini felsefenin yüceltilmesine bırakmıştı. Dahası, Kutsal Kitap’ın doğruluğu tartışılır olmuştu.
Hristiyanlığı Aristoteles’in öğretisiyle bağdaştırma çabalarının Hristiyan inancı için bir tehdit oluşturmaya başladığını gören din adamları ve Papa, kitapların yasaklanması dışında daha sert önlemler alınmasını istediler. Öyle de oldu…
Avrupa Ortaçağı’nın karanlığında çok acılar çekildi, aydınlanmacılar büyük bedeller ödediler ama başardılar. Öyle ki ileri yüzyıllarda kilise reform yapmak zorunda kaldı!
Kaynakça
Jim Al-Khalili, “The House of Wisdom: How Arabic Science Saved Ancient Knowledge and Gave Us the Renaissance", Penguin Press, Londra, 2011.
H. Aydın, “Postmodern Çağda İslam ve Bilim”, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, Nisan 2008.
Jean Gimpel, “Ortaçağ’da Endüstri Devrimi”, çev. Nazım Özüaydın, TÜBİTAK, Ankara, 1996.