Bir cinayet sanatı olarak gazatecilik

Bir cinayet sanatı olarak gazatecilik

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "Bir cinayet sanatı olarak gazatecilik" başlığıyla Ex Libris/Dünya Bunları Okuyor adlı köşesinde (23 Nisan 2011) yayımlanan yazısı şöyle: Bir cinayet sanatı olarak gazatecilikBazen sessiz bir kadın kılığında gelir ölüm. Onunla bir süre yaşarsın, onunla her gün ölürsün. Kaçınılmaz son gelip, o gittiğinde, kendi şeklinde bir yara bırakır içinde. Boşluk gibi bir yara. Yaşadığın müddetçe, her an iki kişilik öleceksindir artık. Yine de, nihayetin gibi korkarsın yaranın iyileşmesinden. Zamandan nefret edersin. Seslerden nefret edersin. Seni boşluğunla bir başına bırakmazlar çünkü. Hiç susmadan hikâye anlatırlar; senin hikâyeni, onun hikâyesini. Tekrar tekrar. Konuşurlar, yazarlar. Sessizliğini de alıp gitmiştir kadın. En çok o sessizliği ararsın.

Yıllar önce okuduğum The Silent Woman: Sylvia Plath & Ted Hughes (Sessiz Kadın: Sylvia Plath ve Ted Hughes) kitabından bunlar kalmış hafızamda; kitabın yazarı Janet Malcolm’a ait satırlar değil bunlar, onun benim zihnime yazdırdıkları sadece.

Okuturken yazdıran bir kadın Malcolm. İyi gazeteciliğin sırrı bu etkide saklı olabilirmiş gibi geliyor bana bazen; bilmiyorum. Malcolm’ın, insanın içiyle oynayan yazısını seviyorum ama. Kasılıp kalabilirsiniz onu okurken; başkalarının vahşeti başkalarının olmaktan çıkar çünkü; kötülüğe öfkelenmekle kalmazsınız, o kötülüğün benzerini kendinizde görür, tanır, utanırsınız. Malcolm’ı okurken, her sevinçte biraz utanç, her öfkede bir vicdan azabı kaplar içinizi; hakikatli bulup hemfikir olduğunuz her satırdan inatçı bir “acaba” kalır geriye. Emin olduğunuz her şey, cevapsız soruların tevazuuna yenilir. Saklanmadan yazar o, kendisini göstererek yazar; gördüğünüzü pek sevmeyeceksinizdir muhtemelen; olsun, yazısını içinize çentik çentik yerleştirerek yazar.Malcolm’ın kitaplarında, yazıyı sevmenin yazarı sevmekten farkını da anlarsınız.

 

Genç adamın kandırdığı yaşlı dul gibi

Bir sevgilim vardı. Yıllar önce. The Silent Woman’dan da önce… Ahlâkından emin bir gazeteciydi. Doğduğumuz ülkelerden uzak mı uzak bir diyarda, önündeki güneşli çimlere bütün gün uzanabildiğiniz eski mi eski bir yurt binasının önünde, çimlere uzanıp konuşurduk. Elimde bir kitap gördü bir gün: The Journalist and the Murderer (Gazeteci ve Katil). Geniş bir çenesi, dev bir tebessümü vardı; gülümsediğinde, karşısında büsbütün küçülürdünüz. Kitabı görünce gülümsedi: “Bunu mu okuyorsun? Yerinde olsam okumazdım.”

“Olup biteni fark edemeyecek kadar aptal ya da kendisiyle dolu olmayan her gazeteci, yaptığı şeyin ahlâken savunulamaz olduğunu bilir. Bir tür sırdaştır o; insanların kendini beğenmişliğinden, cehaletinden ya da yalnızlığından beslenir; güvenini kazanır onların, sonra içi sızlamaksızın ihanet eder. Bir sabah uyandığında, aklını başından alan genç adamla birlikte, biriktirdiği bütün paraların da yok oluverdiğini gören safdil bir dul kadın gibi, kendi rızasıyla bir yazının konusu olan kişi de –makale ya da kitap çıktığında– acı dersini öğrenir. Gazeteciler bu vefasızlıklarını, meşreplerine göre türlü şekillerde haklı gösterirler. En cakalı olanlar, ifade özgürlüğünden ve ‘toplumun bilgilenme hakkı’ndan söz ederler; en yeteneksizleri sanattan söz eder; en âdaplıları ekmek parasından dem vurur.”

Okuyorum diye tek tebessümle küçümsendiğim kitabına böyle başlamıştı Malcolm; o zamanlar, onu tanımıyordum. Kitabı okudum; kafamdaki gazetecilik bitti.

 

Katliamın hikâyesini yazmak uğruna

Cinayet suçundan mahkûm olan Jeffrey MacDonald’ın gazeteci Joe McGinniss’e açtığı “yayın yoluyla hakaret” davasını anlatır The Journalist and the Murderer.

MacDonald, aynı zamanda Amerikan Kara Kuvvetleri’nde subay olan bir hekimdir. Henüz yirmi yedi yaşındayken, 1970 yılında bir şubat günü, sabaha karşı, acil yardım isteğiyle bağlı olduğu üssü arar. Askerî polis, MacDonald’ın evine vardığında, hamile karısı Colette’i, kolları sopayla kırılmış ve bıçaklanmış halde bulur; göğsünde kocasının yırtılmış pijaması vardır. Çiftin iki ve beş yaşındaki kızları, kendi yatak odalarında, aynı şekilde öldürülmüşlerdir. İki yaşındaki Kim’in küçük bedenine on beş kez buz kıracağı, otuz üç kez bıçak saplanmıştır. MacDonald yerde ve hafif yaralıdır. Dokuz yıl sonra, 1979’da, hamile karısını ve iki kızını öldürmek suçundan üç kez müebbet hapse mahkûm olacaktır. Cinayetleri, o gece herkes uyurken evlerini basan biri kadın dört kişilik bir hippie çetesinin işlediğini söyler, avukatı tanıklar dinletir, ancak mahkemeyi ikna edemezler.

Joe McGinniss, MacDonald’dan bir yaş büyük, 1970’lerin sonunda henüz genç ama kitapları sayesinde çoktan isim sahibi bir gazetecidir. Mahkeme esnasında MacDonald’ı arar, suçsuzluğuna inandığını söyler, hikâyesini anlatmayı teklif eder. Yıllar sürecek bir işbirliği başlar; McGinniss MacDonald’la defalarca mülakat yapar; savunma ekibinin bütün çalışmalarını içeriden, günbegün izler; dava ilerledikçe MacDonald’ın suçlu olabileceğini düşünmeye başlasa da, imtiyazlarını kaybetmemek için bunu belli etmez; söz vermiştir; cinayetlerin “gerçek hikâyesi”ni yazacak ve kazanacağı parayı MacDonald’la bölüşecektir.

Bu anlaşmanın ürünü olan kitap, Fatal Vision (Öldüren Vizyon), MacDonald’ın mahkûmiyetinden dört yıl sonra, 1983’te yayımlanır. Sonradan, başrolünü Karl Malden’in oynayacağı bir televizyon dizisine uyarlanan kitapta MacDonald, gözükara bir yalancı, soğukkanlı bir katil, bir psikopat olarak anlatılır. MacDonald bunu kabullenmez. McGinnis aleyhine hakaret ve gerçeği saptırma davası açar:Bir gazetecinin kaynağını kandırma hakkı var mıdır? Mahkeme jürisi, bire karşı beş MacDonald lehine oy kullanır ama jüri bölündüğü için karar çıkmaz. Gazetecilik câmiası şaşkındır; McGinniss’in avukatları, MacDonald’ın hakkını mahkemelerde aramaya devam etmemesi için, 325 bin dolar hakaret tazminatı ödemeyi kabul ederler.

 

Yazarlık bir arzusuzluk hali olamaz

Bu ay iki dergide birden karşıma çıktı Janet Malcolm: The New York Review of Books’un 7 Nisan sayısında, sadece Amerikalıların değil, bütün dünyalıların kâbuslarında küçük de olsa bir yer hakettiğine inandığım Sarah Palin’in bir tür reality-show olarak ekranlara taşıdığı temiz, taze Alaska maceralarını, temiz, taze ve kutba yakın bir serinlikle ti’ye alan bir makalesi var. The Paris Reviewise “İlkbahar” sayısındaki “Art of Non-Fiction” (Edebiyat Dışı Yazı Sanatı) üstbaşlıklı mülakatını Malcolm’la yapmış.

Bu yazı ve bu mülakat sayesinde, 1990’da Joe McGinniss gibi saygın bir gazetecinin karşısına, Jeffrey MacDonald gibi bir “kanlı katilin” yanında yer alarak çıkan; 1994’te ise, cümle âlemin “Sylvia Plath’ı intihara sürükledi, sonra da eserine sahip çıktı” diye suçladığı Ted Hughes’u “bir kurban, bir şehit” olarak anlatan Malcolm’a döndü düşüncelerim. 1934 Prag doğumlu Amerikalı yazar, bizde fazla tanınmıyor ama ilk yayımlandığında kalem erbâbını hiç de memnun etmeyen The Journalist and the Murderer, Amerikan üniversitelerinin gazetecilik bölümlerinde zorunlu ders olarak okutuluyor şimdi.

Malcolm aslında bizde hâlâ pek yerleşmemiş olan bir tür gazetecilik yapıyor; soru-cevap şeklinde akan konuşmalara lâyık görülen o yanlış adlandırmayla değil de, zamana yayılmış konuşmaların, gözlemlerin, planlı ve plansız söyleşilerin, tanıklıkların, okumaların biraraya getirilerek bir olayı, bir yeri, bir insanı, hattâ bazen başlı başına bir duyguyu hikâye etmek olan gerçek anlamıyla, bir röportaj yazarı o.

The Silent Woman’da Ted Hughes’un Slyvia Plath’a ihanetini zamanın içinde dondurup, ona âdeta bir “katil” muamelesi yapan gazeteciliği eleştirirken sözünü hiç sakınmamıştı. İngiliz şair, Malcolm’ın satırlarında, Zeus’un zincire vurduğu Prometheus misali, karaciğerini her gün dağda bir kartala parçalattırarak yaşıyordu artık; birlikteyken karısının “sessizliği” ile kahrolan adam, onun intiharı ardından, “Suçlusun” diye gürleyen bir toplumsal sesle, her kitapta yeniden linç ediliyordu. O kitapları sevenler, Malcolm’un “Hughes yanlısı” anlatısını sevmediler kuşkusuz.

The Silent Woman’da, “Yazmak, asla bir arzusuzluk hali olamaz” diyordu Malcolm; “her yazar yazısına kendi zaaflarını, kendi önyargılarını katar.” Her şeyi bilen, her şeyi gören, kelimeleri var-kendisi yok birer tanrı değildi gazeteciler; taraftılar, taraf olmak zorundaydılar; değilmiş gibi yapmasınlar, “katil” olduklarını düşündükleri bir kaynağa “katil değilmiş gibi” davranıp, sonra “Bu adam katil” diye yazmasınlar yeterdi. Kalemle cinayet işlemesinler yeterdi.

 

İlk taşı atmaması gereken biri varsa...

Malcolm’la The Paris Review için mülakat yapan Katie Roiphe, “Birçok insan” diyor, “onun sıklıkla ‘gazetecilik’ diye adlandırılan yazısının, gerçekte bütünüyle özgün bir sanat biçimi olduğunu söylüyor; röportajın, biyografinin, edebiyat eleştirisinin, psikanalizin ve on dokuzuncu yüzyıl romanının—hem İngiliz hem Rus romancılığının—kendine has bir karışımı olarak görüyorlar onun eserini.”

Dergideki söyleşi, hem bahsettiğim iki kitapta, hem de okuduğum diğer kitabı olan, gelmiş geçmiş en ünlü lezbiyen çiftlerden birini anlattığı Two Lives: Gertrude Stein and Alice B. Toklas in War and Peace (İki Hayat: Savaş ve Barışta Gertrude Stein ve Alice B. Toklas) kitabında, Malcolm’un belki fark etmediğim, fark ettiysem bile adını koyamadığım bir özelliğini sanırım ilk kez gerçekten kavramamı sağladı: Bir psikanalistin kızı olan, psikanaliz hakkında da çok yazan Malcolm, derinlerde aramıyordu gerçeği. Freud’u da, Falcı Hatice’yi de bir tarafa bırakın; binbir dereden kutsanmış sularla ıslanmış rüya yorumlarında değildi galiba gerçek. Orada, yüzeydeydi, görünendi. Aşk, nefret, kibir, tevazu, feragat ve korku bazen sadece göründüğü gibiydi. Ve görünmeyeni değil, görüneni görmekteydi iş.

“Gazeteci de psikanalist de, hayatın küçük, gözden kaçan hareketlerinin mütehassısıdır. İkisi de tavayla altın ararcasına, değerli bir içgörü peşinde yüzeyi –evet yüzeyi– tarar. Bilinçdışı olan orada, yüzeyde durmaktadır… Asıl görevi küçük şeyleri fark etmek olan gazetecilik, bu yüzden tam da benim kafama uygun.”

Bu cümlelerle yine zamanım şaştı; çok geriye, ahlâkından emin gazeteci sevgilimin yanına gittim. O tebessümün anlamını biliyorum artık. Malcolm, The Journalist and the Murderer’ı yazdığında, kendisi de bir hakaret davasından yeni çıkmıştı. Against Therapy (Psikiyatrinin Zorbalığı, Doruk Yayınları, Reha Pınar’ın tercümesi) adlı kitabıyla bizde de tanınan Jeffrey Masson, Malcolm’u kendisiyle yaptığı mülakatlarda söylemediği bazı sözleri söylemiş gösterdiği gerekçesiyle dava etmişti. Malcolm, bu sözlerin teyp kaydını mahkemeye sunamamış; buna karşın, mahkeme “Sözler düzmece olsa bile hakaret için temel oluşmamıştır” diye davayı düşürmüştü. Velhâsıl, benim uzak diyardaki çimenlik sevgilimin gözünde, “ilk taşı asla atmaması gereken biriydi Malcolm.”

The Paris Review söyleşisinde, sonradan el yazısı notlarını mahkemeye ilettiği o sözler de sorulmuş yazara: “Gazeteciler, sizi niye yalnız bıraktılar o davada dersiniz?” Malcolm’ın cevabını okurken, onun o ince parmaklarını bizim mesleğin bazen pürüzlerini gizleyebilecek kadar pırıltılı olabilen, sert ve soğuk yüzeyinde gezdirdiğini düşündüm: “Kim suçlayabilir ki bu tavrı? Kudreti kendinden menkul birinin düşüşünü seyretmekten hangimiz zevk almamıştır ki bu dünyada?”