'Bir Dersim hikâyesi...'

'Bir Dersim hikâyesi...'
T24 - CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in 10 Kasım'da TBMM'deki konuşmasında sarf ettiği sözler Dersim Katliamı'na ilişkin tartışmaları gündeme getirdi. Habertürk yazarlarında Yavuz Semerci'yse, o günü bir bebek olarak yaşayan babasının hikayesini köşesinde anlattı. Semerci, bu hikayeyi neden yazdığı sorusunaysa, "Bu bir gerçek ve ben bunu yaşamış insanların bir parçasıyım. Bugün pek çok kişiden duydum. İyi ki Onur Öymen böyle bir şey söyledive iyi ki sen böyle bir yazı yazdın diye. İyi ki konuşuluyor. Ben buyazıyı niye yazdım? Bu bir gerçek ve ben bunu yaşamış insanların birparçasıyım. Sorduğumuz sorulardı bunlar: Bir amcam var ve amcam Aleviama biz Sünni’yiz. Peki biz niye Sünni’yiz diye soruyorsun kendine.Sorularla büyümüş bir toplumun çocuğuyuz hepimiz. Ve burası Türkiyesonunda diyerek durmuşuz. Bu hepimizin hikayesi aslında" şeklinde yanıt verdi.Vatan gazetesi yazarlarından İclâl Aydın'ın Gazeteport Genel Yayın Yönetmeni ve Habertürk yazarı Yavuz Semerci ile gerçekleştirdiği "Bir Dersim hikâyesi..." (21 Kasım 2009) başlıklı söyleşi şöyle:Bir Dersim hikâyesi...Tek odaya tıkılan 100 kişinin üstüne kurşun yağdı, oradan sağ kurtulan üç kişiden biri benim babamdı!Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli’nin Hozat kazasının bir mezrasında geçer... Hava kurşun gibi ağırdır.. Çoluk-çocuk 100’e yakın insan konağa zorla sokulur. Çocuklar ağlamakta, odanın içinde herkes bağırmaktadırKonağın pencereleri kırılır. Herkes susar, artık sadece mermi sesleri vardır... Bu konaktan sadece 3 kişi sağ çıkar. Bunlardan biri de ağanın oğludur. O gün çocuk olan ağa oğlu, Gazeteport’un yöneticisi, gazeteci Yavuz Semerci’nin babasıdırYavuz Semerci, bu gerçeği dün “Size Bir Dersim Hikâyesi Anlatayım” başlığıyla yazdı. Yazının ardından Gazeteport’ta buluştuk ve konuştuk. O anlatırken yıllardır taşıdığım sorularıma yakın sorularla büyüyen bir benzerimi dinlediğimi fark ettim... Yaşanmış bu hikayeleri anlatmamış olmamız yeterince kötüydü bence. Anlatsaydık bu noktalara gelmeyecektik belki birbirimizi daha iyi anlayacaktık Rüyalarında ağlayarak özür dileyen bir kadın gören ve bu rüyalara uzun yıllar bir anlam veremeyen bir delikanlı... Afyon’da deli Çavuş’un çok sevdiği kıvırcık saçlı oğlu... Dudağındaki yara izinin ve vücudundaki kurşun yarasından kalanın ne olduğunu henüz sorgulamamış anne babasına sevgiyle bağlı bir çocuk...Bir gün okul çıkışı yanına genç bir adam gelir. Çocuğun sırrı bu genç adamda saklıdır. Anlatmaya başlar... Dudağındaki yara izinin 100’e yakın kadın ve çocuğu öldüren bir bombadan, bedenindeki kurşun yarasının annesinin bedenini parçalayarak çıkan üç kurşundan ona isabet edenin izi olduğunu söyler. “Sen Dersimli’sin, anne babamızı öldürdüler, bizi sürgüne gönderdiler, çocuk esirgeme kurumuna bıraktılar, ben kaçtım, sen kaldın, seni evlat edindiler, seni aradım buldum, ben senin ağabeyinim” der...Üç gün boyunca gelip hep aynı şeyi anlatır. Üçüncü günün sonunda çocuk annesine “Sen benim gerçek annem değil misin” diye sorar. Karşısında ağlamaya başlayan kadın okul kapısına gelip inanmak istemediği o hikayeyi anlatan delikanlıyı haklı çıkarır...Ertesi gün iki genç bir trene atlar ve Elazığ’a giderler. Oradan köylerine geçerler. Ağabeyi kardeşine çocuk ve kadınların içeri tıkılıp öldürüldükleri konağı gösterir. “Bu bizim evimizdi, annemiz burada öldü, sen kurtuldun, yaşlılar bizi dağa göndermişti, gelip seni kurtardık” diye devam eder hikayeye... Ama delikanlı Dersim’e yabancıdır bir kere... Afyon valisi, Elazığ valisine telgraf çeker. Deli Çavuş perişandır. Karısı üzüntüden hasta olmuştur. Çok kıymet verdiği deli Çavuş’un oğlu Ahmet’i geri göndermesini ister. Anne ve babasını çok seven Ahmet Afyon’a döner. Bu konuda bir daha hiç konuşmazlar. Ağabeyine hakkına düşen topraktan vazgeçtiğine dair bir vekaletname gönderir... Ve Ahmet askeri okula yazılır...Bunu neden yazdım?Bu hikaye gazeteci Yavuz Semerci’nin babasına ait. Dün “Size Bir Dersim Hikayesi Anlatayım” başlığıyla yayınlanan yazısının ardından Yavuz Semerci’yle Gazeteport’ta buluştuk ve bu konuyu konuştuk.O anlatırken yıllardır taşıdığım sorularıma yakın sorularla büyüyen bir benzerimi dinlediğimi fark ettim... Kapıdan girdiğimde sormayı planladığım ilk soruyu yazısının çıktığı sabah kardeşi yönetmen Levent Semerci de sormuş: “Bunu neden yazdın?” Tam da zamanı mıydı, saklanan bir hikaye miydi, Onur Öymen böyle bir cümle kurmasa anlatılmaz mıydı? Yoksa kendiliğinden mi çıktı ortaya diye sordum.“Bugün pek çok kişiden duydum. İyi ki Onur Öymen böyle bir şey söyledi ve iyi ki sen böyle bir yazı yazdın diye. İyi ki konuşuluyor. Ben bu yazıyı niye yazdım? Bu bir gerçek ve ben bunu yaşamış insanların bir parçasıyım. Sorduğumuz sorulardı bunlar: Bir amcam var ve amcam Alevi ama biz Sünni’yiz. Peki biz niye Sünni’yiz diye soruyorsun kendine. Sorularla büyümüş bir toplumun çocuğuyuz hepimiz. Ve burası Türkiye sonunda diyerek durmuşuz. Bu hepimizin hikayesi aslında. Sadece benim değil ki. Hangimizin kökeninde saf bir bütün var ki? Kız almışsın, kız vermişsin, göçmüşsün, ölmüşsün, öldürmüşsün.. Bu yazıyı oturdum ve çok kısa bir süre içinde yazdım. Kendiliğinden taştı ve yerini buldu diyelim...” Peki ne yazıyordu o yazıda? Ne anlatıyordu Semerci? İşte o yazı...‘İstenmez, emredilir!’“Yıl malum yıl. Herkesin unutmaya çalıştığı yıl. Ağlayacak anaların da öldürüldüğü yıl. Yani ağlayacak ana kalmadığından ağlama derdinin olmadığı ve kimsenin üzülmediği yıl... Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli’nin Hozat kazasının bir köyünün 1 kilometre ötesinde 1’i ağanın konağı, diğeri evi ve bir de taş ahırın olduğu mezrada geçer...Hava kurşun gibi ağırdır... Haberler iyi değildir. Ama bir umut var bu bölgede yaşayanlar için.Çünkü dağa çıkılmamış, askere karşı silah kuşanılmamış. Yani devlet en fazla buralardan sürer bizi demektedirler. Allah’ın bir günü. Çamur yoldan sabahın köründe, o lanet ayazında dağ taş asker dolar.Erkekler ile kadın ve çocuklar ayrılır. Çavuş kadınlara karşı gayet kibardır. Hatta kendilerine çay yapılmasına izin verirler.Bir süre bu emirden emin misiniz sorusunun yanıtı beklenir. Emir doğrudur ve kesindir ve tekrarlanır ve bir daha tekrarlatılmaması için uyarılır komutan. Askerler çaylarını bırakır, çatılmış tüfekler alınır ve tüm kadın ve çocukların konağa girmesi istenir. İstenmez, emredilir. Az önce çay veren kadının yediği dipçik yeteri kadar açıktır. Erkekler zaten yoktur. Ve kendilerinden birkaç saattir haber alınmamaktadır. Konağın şömineli odası 30 bilemediniz 40 kişi alır. Çoluk-çocuk 100’e yakın insan eve zorla sokulur. Artık çocuklar ağlamaktadır. Odanın içinde herkes bağırmakta, kendilerini içeri iten askere lanetler yağdırmaktadır. Yaşlı ve bilge kadınlar Hakka yürüme zamanının geldiğinin farkındadır. Hikayemizin kahramanı, ağanın oğlu, o sırada anasının kucağında şöminenin dibinde muhtemelen ağlıyordu. Muhtemelen çünkü hikayenin bu kısmını sadece rüyalarında o da hep değişik ve anlaşılmaz bir şekilde hatırlamaktadır. Daha sonra, yıllar geçtikten sonra anlar ki o rüyada ağlayan kadın kendi anasıdır ve ondan özür dilemektedir. Niye özür dilediğini önce anlamaz. Sonra ben seni koruyamadım sen çocuklarını koru dediğini anlar bir rüyasında...O gün, o lanet gün o odadakiler bilmez ki, kasabanın dibine kadar yürütülen erkekler dere kenarında kurşunlanmıştır. Ve elbette bilmezler ki o gün binlerce insan sadece ve sadece Kürt-Alevi olduğu için öldürülecektir. Ve bilmezler ki birkaç dakika içinde onların da sonu bellidir.***Önce, tek odalı konağın hepsi ön yüze bakan 3 penceresi dipçiklerle kırıldı. Ve sustular. Sonra sadece mermi sesi vardı. Ve hemen ardından odaya birer ikişer atılan bombalar patladı. Birkaç dakika sonra içeri giren kimi asker süngüleriyle yaşayan yoklaması yaptı. Muhtemelen emri uygulayan ama tek kurşun bile sıkmamış çavuşun bağıran sesi duyuldu, ”Herkes odadan çıksın...“ Kahramanımıza anasını delip geçen üç kurşun isabet etti. Ama öldürücü değildi.***4-5 saat önce, askerler henüz çay içerken, yaşlı bir kadının uyarmasıyla dağa kaçan 3-5 genç çocuk askerlerin gidişiyle konağa geri gelir. Birisi de hikayemizin kahramanının kardeşidir. Katliamdan sadece üç kişi kurtulmuştur. Ağır yaralı kadına bir parça ekmek ve biraz da su bırakılır. Ve ardından dağa çıkılır. Katliamdan kurtulmayı başaranlar ile birlikte dağlarda, mağaralarda hayvanlar gibi saklanarak birkaç hafta geçirilir. Kahramanımız yaralı ve çoğunlukla ağlamaktadır. ”Dereye atalım“ diyenler çıkar... Çünkü ağlayan çocuk nedeniyle askerler yerlerini tespit edebilir diye korkuyorlardı. Bir keresinde ağabeyi yıllar sonra ona “Mağaranın yakınına askerler geldi. Sesin çıkmasın diye ağzını kapattım ve az daha seni kendi ellerimde boğuyordum“ der. Ağa çocuğu olması ve ağabeyinin koruyuculuğu sayesinde öldürülmekten ikinci kez kurtulmuştur. Henüz çok küçüktür ve devletin af ilan etmesinin ardından sürgüne gönderildiği yerde hayatı değişecek ve Kürt olduğunu yıllar sonra öğrenecektir. Ama tercihini yapmıştır artık...” Gözlerimi mi kapayayımYavuz Semerci anlatırken bu iş bir gazete söyleşisi olmaktan çıkıyor. O anlatırken göz göze gelemiyoruz bazı anlarda. Acılı bir ülke hikâyesi bu... Yavuz Semerci’nin babası Ahmet Semerci’nin askerî okula gidişini soruyorum: “Babamın meslek olarak askerliği seçmesi bir travmanın sonucu mu yoksa çok sevdiği üvey babasına duyduğu hayranlık mı onu buna sevk etmiş bilemiyoruz. Çünkü Deli Çavuş da Çanakkale savaşında çarpışmış önemli bir asker. Belki de kendi çocuklarına bunu yaşatmak istemedi. Çünkü çocuklarına koyduğu isimlere bakarsan bu bile bir şey anlatıyor. Timur, Taner, Levent, Yavuz... Ne Arap ismi, ne Kürt ismi, ne dini bir isim... Tamamen Türklükle ilgili seçimler. Çünkü kendini Alevi hissetmiyor babam, Kürt görmüyor...” Af çıktıktan sonra hayatta kalanları bir trene doldurup Afyon’a gönderiyorlar. Yokluk, açlık ve perişanlık içinde herkes bir yana savrulurken iki küçük çocuğu Afyon yetiştirme yurduna bırakırlar. Ağabey kaçar, anne babasını hiç hatırlamayan, üç dört yaşlarındaki Ahmet çocuk özlemi çeken bir asker tarafından evlat edinilir. Ve geçmişine dair her şeyi unutur, rüyaları hariç... Delikanlı olduğundan onu arayıp bulan ağabeyi gerçekleri anlattığında rüyasındaki kadının kim olduğunu anlar...Askeri okulu bitirdikten sonra bir Çerkez kızına aşık olur evlenir. Dört çocuğu olur. Çocuklar annelerinin yetiştirme tarzına uygun büyürler. Ahmet Semerci köyüne dönmez bir daha. Bu konuyu çocuklarıyla fazla da konuşmaz. Babasının bu yazı üzerine tepkisi ne olmuş peki:“Aramadı. Babam bu konuda konuşmayı sevmezdi. Belki her birimiz en fazla iki kere konuşmuşuzdur babamla bunu. Belki annemin etkisi vardı. Annemin de Sovyet Devrimi’nden kaçıp Trabzon’a yerleşmiş bir ailenin kızı olduğu söylenir... Annem öldükten sonra babam geçmişi daha çok kurcalamaya başladı. Gene gitmedi köye ama daha fazla düşünüyor artık çocukluğunu. Annemin yanında asla ve asla konuşulmazdı bu.” Türkiye’deki çok evin çok annesi yapar bunu. Susarak korur çocuklarını. Ama sanırım Türkiye’nin genel suskunluğu bitiyor artık. Konuşuluyor. Öğretilen tarihin üzerindeki kumu alıyor zaman. Yavuz Semerci hikâyenin sonunu anlatırken bunun bir şans olup olmadığını düşünüyorum.“Babam toprakları istemediğine dair bir vekaletname göndermiş olmasına rağmen, ölene dek bizi ve babamı bırakmayan amcamın, babamın topraklar üzerindeki hakkını koruduğunu öğrendik. Bugün hepimiz olup bitenler üzerine konuşabiliyoruz artık. Hepimizin ortak bir hikâyesi var. Bu yazıyı yazdım ve birbirinden farklı tepkiler aldım. Silahlı Kuvvetlere karşı olduğumu söyleyenler bile oldu... Benim babam bu ordunun bir mensubuydu. Geçmişinin sorgulamasını yapmadan, kin gütmeden yaşamış onca yıl. Otuz yıl büyük bir bağlılıkla çalıştı... Ne yapalım şimdi? Üzerinde kurşun izleri duran konağı görmeyelim mi? Yaşayanların anlattıklarını duymayalım mı? Babamı, amcamı ve bu hikayeyi görüyorum. Gözlerimi mi kapayayım? Bu bir insan hikayesidir... Yaşanmıştır... Film senaryosu değildir. İzini takip etmek kolaydır. Yaşanmış bu hikayeleri anlatmamış olmamız yeterince kötüydü bence. Anlatsaydık bu noktalara gelmeyecektik belki birbirimizi daha iyi anlayacaktık. Bunca yıllık gazeteciliğim içinde kimseye etnik kimliği yüzünden özel bir davranış geliştirmedim ya da etnik bir kimlik üzerinden bir duruş sahibi olmadım. Saklamadım da... Anlattım... İnsanlar kendi kimliklerini seçemiyor... Bunun üzerinden siyaset yapılabilir mi Allah aşkına?” Yavuz Semerci’yle sohbetim üzerinde iki yıldır çalıştığım ve bitiremeyeceğime kanat getirdiğim romanın özetiydi aslında. Aleviliğini reddeden Kürtler, Kürtlüğünü reddeden gelinler, Kürtlerden gelen çorbayı döken Çerkezler, Dersim’in asker ailelerine evlatlık verilmiş kızları ve suskunlukla yok sayılmış saydırılmış hayatlar... Türkiye... Dersim’den çok önce de sonrasında da anaların ağladığı, akıl almaz bir cüretkarlıkla ağlaması hak sayılan, buna göz yumulması revadır denilen kahırlı ülke... Yavuz Semerci’den bir Türkiye öyküsü dinlediniz...***Dersim’de neler olmuştu?Osmanlı döneminde başlayan aşiret ayaklanmalarının nihayeti 1937 ve 1938 yılları arasında bugün Tunceli olarak bildiğimiz Dersim’de yaşanır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katliam olarak isimlendirdiği bu son olay, Osmanlı Dönemi’nde yurtluk ve ocaklık olarak özerk bir yönetime sahip olan aşiretlerin tek otoriteye bağlanma reddinin sonuçlarından biridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla özerkliğini kaybeden bölgede aşiretler, askerlik ve vergi yükümlülüklerine itiraz ederler. 1935 yılında “2884 sayılı Tunceli Vilayeti İdaresi” hakkında bir kanun çıkar. Bu kanuna göre bölgeye askeri bir vali atanmasına karar verilir. General Abdullah Alpdoğan’ın geniş yetkileri ve sert tutumu bölgede yeni isyanlar çıkmasına sebep olur. Yaklaşık 6000 kişinin ayaklandığı 1937’deki olaylarda Harçik köprüsünün yıkılması, telefon hatlarının kesilmesi, bölge askeriyesine düzenlenen saldırı ile bütün askerlerin öldürülmesi, otoriteye ait mekanların yakılması ile olaylar tırmanır. Bölgede güvenliğin sağlanamaması ve hükümet otoritesinin kaybedilmesi sebebiyle askeri hareket başlatılır. 50 bin asker ile bölgedeki dağları aşamayan General Abdullah Alpdoğan bir hava saldırısı gerçekleştirme talebi onay alır. Bölgeye havadan saldırı gerçekleşir. İsyancılar teslim olur. Kasım 1937’de sona eren yargılanmada ayaklanmanın lideri Seyid Rıza ile altı kişi idam edilir. Çok sayıda Kürt ayaklanmacı hapis cezalarına çarptırılır. Ancak 1938’de Kureyşan Kürt aşireti bir isyan daha başlatır. Eylül 1938’de ayaklanma tamamen bastırılır. Bölgedeki olaylar 1948’e kadar sürer. Bugün bu ayaklanmaların ve bu harekatın sonuçlarının konuşulabiliyor olması öğrendiğimiz resmi tarihin tartışabilir, değiştirilebilir olması önemli bir adımdır. Genç kızları ve küçük çocukları ailelerinden koparan 12 bin kişiyi yaşadığı yerden sürgüne gönderen, resmi raporların 13 bin, gayri resmi söylemin 40 bin olarak verdiği ölü sayısı, isyana katılmayan bölge halkının da maruz kaldığı şiddet ve bölge halkının kimi köylerinde görülen mezhep ve köken inkarı bu olayların sonuçlarından bazılarıdır. ‘Mağarada insanları fare gibi zehirlediler’ Dönemin Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in 1987’de Bursa’da Kemal Kılıçdaroğlu’na verdiği röportajda bölge halkının ileri gelenlerinden biriyle yapılan görüşmeden söz eder. Abdullah Paşa ile yapılan konuşmayı şöyle anlatıyor; “3 kişi dışında bize ismini verdiklerinizi size teslim etmeye karar verdik. Ancak siz burada bir harekat yapıyorsunuz. Bu harekat gelir geçer. Buraları yine Kürt ağalarına kalır. O zaman bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız . Bütün Dersim’e hakim olsanız oraya devlet otoritesi girebilse bize zaten zulüm edemezler. Ama orada siz yoksunuz. Kudret din adamlarında, şeyhlerde. Din büyükleri onlar. Biz onlara uymaya mecburuz” der. Abdullah Paşa, “Şimdiye kadar böyleydi” diye yapılacakları anlatsa da kabul edilmez. İhsan Sabri Çağlayangil anlatmaya devam eder; “Kabul etmediler. Geri dönüldü. Bunlar mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Kanlı bir harekat oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi.”