Bir komplo olarak hayatı okumak

Bir komplo olarak hayatı okumak

Dr. M. Asım Karaömerlioğlu Boğaziçi Üniversitesi 

 

Aşağı yukarı 40 yıldır Türkiye’de entelektüelleri en fazla meşgul eden konuların başında askerî vesayet sisteminin eleştirisi gelir. Bunda da şaşılacak bir şey yok: Sadece 1960 yılından beri yaşananlar bile bu olgunun meşru nedenlerini bize gösterebilir. Dolayısıyla, haklı olarak, Kürt meselesinden, “ötekileştirilen” tüm toplumsal katmanların Cumhuriyet tarihinde yaşadıkları dramlarda ve haksızlıklarda askerî vesayetin izlerinin, zihin dünyasının ve pratiklerinin açığa çıkarılması, eleştirilmesi son derece önemli bir entelektüel faaliyet olarak öne çıkar.

Sahiden de askerî vesayet sistemine karşı mücadele Türkiye’de cesaret ve entelektüel birikim işiydi. 1980’lerin ortalarından itibaren bazı entelektüeller, tabiri caiz ise, düşünsel kariyerlerini bu konu üzerine inşa ettiler. Yeniydiler, dinamiktiler, mağdurdular, haklıydılar. Uluslararası etik ve düşünsel destekleri vardı. Zaman zaman sığ, ahistorik ve soyut “ilkeler” düzeyini aşamayan bir perspektiften eleştirilerini kurmalarına rağmen özellikle liberal, mütedeyyin, genç, kentli, “girişimci” toplumsal kesimlerden de destek gördüler. Eski dönemin “yeni” ve “gözde” marka entelektüelleri “yeni” vesayete karşı büyük riskler alarak TOMA’ların karşısına dikilen gençleri ve kadınları, komploculuğun ekmeğine yağ sürmekle, darbecilikle eleştirmeye başladılar. Hatta bunlardan biri müstehzi bir eda ile işin cılkını çıkarıp “biz bu filmi gördük” diyerek 1970’lerde Şili’deki askerî darbe öncesi duruma gönderme yapmaya bile kalktı. (Sorun şu ki bu filmi daha önce görmemişlerdi!)

Peki, bir zamanların saygın entelektüelleri ne oluyordu da Gezi Direnişi’ni bir komplo olarak okuyorlardı? Bu tuhaf durum bana göre iki nedenle açıklanabilinir. Birincisi Gezi gibi devasa bir direnişin ufukta olduğunu sosyolojik ve tarihsel açıdan bakarak haber veren hiçbir çalışmanın, hiçbir yazının olmaması (kendi yazımı biraz istisna tutarsam lütfen burnu büyüklük olarak algılanmasın, bilakis komplo olmadığına bir kanıt olsun). Gezi herkes için büyük bir şoktu, adeta sosyolojik olarak olmaması gereken bir şey oluyor gibi algılandı. Hatta bırakalım Gezi’nin gelişinin öngörülebilmesini, olaylar başlayıp yaşandıktan sonra, bugün bile, Gezi’nin “ne olduğu” birbirinden oldukça farklı pozisyonlardan savunulabiliniyor. Freud’un baba/oğul ilişkisi, Neo-liberalizmden halkın usanması, yeni orta sınıfın ortaya çıkışı, en yeni orta sınıfın tepkisi, faiz lobisi, dış mihrak, Lutfhansa vs. bunlardan sadece bazıları (Ben de kendim T24’te olayı “Nüfus” Mühendisliği ile ilişkilendirmiştim).  

İnsanların açıklama getiremedikleri durumlarda komploya başvurmaları insan beynindeki dopamin merkezinin çalışma sisteminin ilginçliği ile alakalı. Dopamin bilindiği gibi beyinde ödül sistemini kontrol eden kimyasal nörotaşıyıcı. İnsan beyni kendisine haz vereceğini düşündüğü bir eylemden hemen önce dopamin salgılıyor. Bu durum bir anlamda beyinde dış dünyadaki şeyler ve olaylar arasındaki korelasyon ve nedensellik algılarının çalıştığını gösteriyor. Böylece de negatif deneyimlerden öğrenme mümkün oluyor.  Fakat ilginç olan şu ki gelişigüzel, tahmin edilemeyen, korelasyon ve nedenselliğin olmadığı durumlarda bile bu bahsettiğim şartlanma nedeniyle bir nedensellik görmek istiyoruz. Halk arasında “her şeyin bir nedeni olmalı” yanlış inanışı da biraz buradan geliyor. Gezi Direnişi gibi hiç beklemedikleri, algılayamadıkları bir sosyal olgu ile karşılaşan bu bir zamanların “gözde” entelektüellerinin kendilerini “komplo var, komplo var” diye feveran ederken bulması biraz da bundandır diye düşünüyorum doğrusu. “Ben bulamadım, göremedim, demek ki bir komplo olmalı.” Dopamin’in gücü..

Bu vesayet eleştirisinde uzmanlaşmış entelektüellerin Gezi Direnişi’ni bir komplo olarak görmesinin bir ikinci nedeni de geçmişteki güçlerine olan takıntı, geçmişteki açıklamalarının gücüne olan inançlarıydı. Ancak tarihte çoğu zaman gördüğümüz üzere, kendi güçleri güçsüzlüğe dönüştü. Bir şeye adeta hipnotize olmuş gibi bu kadar çok takılıp kalma, onları değişen Türkiye’nin değişen dinamiklerine karşı kör etti. Hayatlarını sadece askerî vesayet ve ona karşı olma ikilemi üzerinden üreten bu entelektüellere 2007 sonrasında artık askerlerin gücünün büyük ölçüde gerilediği ve maalesef yeni bir vesayet sisteminin oluşmakta olduğunu anlatmak pek de mümkün olmadı. O kadar yıl yatırım yaptıkları ve “ekmeğini yedikleri” bir perspektifi bırak(a)madılar. 7 Ocak 2014 tarihinde bile Murat Belge halkı 1960 öncesi darbe sürecine benzerlikler konusunda uyarıyordu! (Biraz da aklını farklılıklar üzerine çalıştırsa belki onlarca yıl sonra kendisinden “yeni” bir şeyler duyabilirdik!)

Bu resmini çizmeye çalıştığım entelektüellerin en büyük zaafları kendilerinin de oluşumuna katkıda bulundukları yeni muhafazakâr, İslami vesayeti hafife almaları, kafalarındaki “asker” imajından bir türlü sıyrılıp farklı tahakküm biçimleri olabileceğini düşünememeleridir. Oysa yeni vesayet sistemi, her ne kadar 17 Aralık sonrasında büyük darbe almışsa da, özü itibariyle Kemalist vesayetle kıyaslanmayacak derece ciddi tehlikeler barındırmaktaydı. Başka bir yerde yazdığım üzere sonuçta “Kemalizm 20. yüzyıl elitlerinin değer yargılarının geniş kitlelere dayatılmasıydı. AKP dayatmacılığı ise geniş kitlelerin “kasaba ahlâkının” metropolleşen 21. yüzyıl Türkiye’sine dayatılması. İlkinde kitleler sonuçta hem günlük hayat içinde “mahalle baskısı” gibi yöntemlerle, hem de sandıkta bu dayatmaları dengeleyerek kendi değerlerini bir şekilde müdafaa edebilmekteydi. Keza Kemalizm’in muhafazakârlara kıyasla özel hayatın derinliklerine girmeye görece olarak hem daha az niyeti, hem de daha az aracı mevcuttu. Kemalizm’in geniş kitleler nezdindeki organik gücünün zayıflığı bir tür denge durumuna imkân veriyordu.” AKP iktidarı ise çok daha farklı. 2011 seçimleri sonrasında kuvvetler ayrılığını her düzeyde ortadan kaldırmak isteyen ve hâlâ da bunu yapabilmenin yolunu, yordamını arayan bir hareket AKP. Ayrıca elinde Kemalist vesayetin hiçbir zaman olmadığı bir büyük kitlesel destek mevcut.

Bugünlerde “gönülsüz” AKP destekçiliği yapan ve miladını doldurduğunu düşündüğüm bu entelektüellerin komplo teorilerini dayadığı bir başka nokta hiç kuşkusuz dış dünyadan AKP’ye gelen eleştiriler, destek çekmeler. Gezi’de bunu gördüklerini düşündüler. Oysa ABD gibi küresel politika üreten güçler nasıl uzun yıllar AKP’yi her türlü destekledilerse bir noktada farklı kesimlere de yönelebilirler. Bunu illa da darbe olarak görmek abesle iştigaldir. Kaldı ki dış politikadaki ayrışmalar öteden beri biliniyordu. Ayrıca bir analojiyle konuşmak gerekirse nasıl ki halkın yüzde 50’sinden “millet” çıkmazsa, diğer yüzde 50’sinden de “millet” çıkmaz. Gezi’de Kurtuluş Savaşı’nda yaralanan insan sayısının dörtte biri insan yaralandı ve şu görüldü: bir iç savaş çıkmadan o parktaki insanların da bu memleketi bırakmaya niyetleri yok! Günün sonunda “yeni” muktedirlerin en çok şaşırdıkları gerçek de bu oldu galiba. O zaman bu gerçeğin dünya tarafından da algılanmış olmasına şaşmamak ve onların da farklı pozisyon almalarını anlayabilmeleri gerekirdi.

Ama işte insan eleştirdiğine benzermiş, bu entelektüeller de sonunda kendi eski hasımları askerler gibi komploculuğun basit, rahat dünyasına kendilerini teslim ettiler. Kendi güçleri, aynen hasımları gibi, kendilerini kör etti. Türkiye’de 11 yıldır çok konuda çok şeyin değiştiği gerçeğini es geçtiler. Gözlerini eski soruna bakıp yanıbaşlarında gelişen çok daha büyük sorunları görmezden geldiler. Bir anlamda çok hızlı “yaşlandılar.”

Tek bir şeye karşı kimse zafer kazanamıyor: Zaman.