Sarphan Uzunoğlu*
Doğan Medya Grubu’nun Demirören Grubu tarafından satın alınıyor olması Türkiye’de medya sermayesindeki yoğunlaşmalar ve medya endüstrisine yönelik baskılarla ilgili yapılmış birçok analizi yeniden yapma ihtiyacını doğurmuş durumda. Başta bazı muhalif gazetelerde yer alan medyanın yüzde 90’ının “iktidara yakın gruplara ait olduğu” anlayışına dayanan haberler ve infografikler de dahil olmak üzere istatistikî olarak ya da sayısal olarak bu el değiştirmenin anlamını topluma açıklamaya çalışan birçok içerik yayınlandı, yayınlanmaya da devam edecek. Hayıflanıp enseyi karartmadan önce medyada “el değiştirme” ne anlama gelir anlamaya çalışarak başlayalım. Ben Ragıp Duran’ın konuyla ilgili önerdiği kategorik yaklaşımı oldukça sağlıklı buluyorum: Meslekî, iktisadî ve siyasi-ideolojik. Bu üçlü kategorik yaklaşımı yansıtmak için de sorulması şart olan kimi sorular var. Kategoriye göre sırasıyla olmasa da bu sorulara tek tek yanıt aramaya başlayalım.
Bu soru, bana kalırsa Aydın Doğan’ın “veda hutbesine” bakmadan kolayca yanıtlanamaz. Ne diyor Aydın Doğan: Çok değişken ve teknolojik gelişmelere paralel olarak hızla ve sürekli yenilenen medya sektöründe, ülkemizde tek kuşak olarak 40 yıl yayıncılık yapan başka kimse bulunmuyor. Dünyada da örnekleri çok az. Artık 80 yaşını geride bırakmış bulunuyorum. Geldiğim bu aşamada, kendi isteğimle, yayıncılık mesleğime nokta koymaya karar verdim. 40 yıllık macerası sonucunda “star ve oyunu domine eden oyuncu” olabilecek kadar yüksek bir statüde var olmak gerçekten zor. Hele ki Türkiye gibi 10 yılda bir şok terapisiyle bütün siyasal sinir sistemi “test edilen” bir ülkede medya sahipliği politik anlamda önemli bir “performans” gerektiriyor. Aydın Doğan her ne kadar özellikle son 10 yılını siyasal iktidarın kendisinden istediği gibi “oynayarak” geçirdiyse de 40 yıllık medya sahipliği macerası içerisinde sendikasızlaştırma, gazetecileri bölme, gazeteciliği politiklikten arındırıp bir beyaz yakalı mesleği hâline getirme gibi Truva atı işleviyle daha çok öne çıkmıştı. Bugün yakın medya tarihimizin, kendisinin ve Güneş Gazetesi’nin o dönemki örgütlü gazeteciliği parça pinçik eden star gazetecilik perspektifini ve sendikasızlaştırma mantığını ele almadan doğru düzgün anlatılma imkânı yok. Aydın Doğan, devletle ilişkilerini “olabildiğince” iyi tutarak, denge isimli âsâsını da sık sık sallayarak grubundaki gazetecileri de Doğan Grubu Yayın İlkeleri adı altında sonradan toplanan bir tür “gazetecilik olmadan gazetecilik” havuzuna sıkıştırmıştı. Devletin ofis işçilerinden fabrika işçilerine kadar bütün emekçilere uygulamak istediği tüm esnekleştirme politikalarını büyük bir “iştahla” uyguladı. Daha önceki “elden çıkarma” deneyiminde olduğu üzere, gazetecileri meslektaş olarak görmedi, onların güvencesizliğinin tohumlarını devlet denetiminde attı ve tamamıyla maddî bakımdan denetlenmekten uzak, politik anlamda ise tam denetim altında medya sisteminin tohumlarını atmış oldu. Kendisinin “toptan elden çıkarması”, yani artık “kısmî tasarruflarla” yetinemez hâle gelmesi Türkiye’de yalnızca medya sermayesi değil, her türlü sermaye için geçerli olan, hattâ bazı muhafazakâr iş insanlarının dahi tüm mal varlıklarını dışarıya kaçırmasına, bunun yanı sıra nitelikli iş gücünün de beyin göçüne neden olan bir siyasal iklimin sonucu elbette. Bugün medya endüstrisi için “ya sev ya terk et” kuralı dahi geçerli değil, “sevsen de sevmesen de terk edeceksin” dönemindeyiz. Doğan’ın “toptan elden çıkarma” hamlesi, birçok komplo teorisi ile bağdaştırılabilir olmakla birlikte, tüm dünyadaki finansal kuruluşların “kırılgan” olarak tanımladığı Türkiye piyasaları içerisinde herhangi bir patronun durumundan farksızdır. Doğan teknik olarak Şahenk’in, Ülker’in ve daha nicelerinin kaderini yaşıyor; ama söz konusu toplumsal kanaatin aslî belirleyicisi olan medyanın “amiral gemisi” olduğundan hikâyesi daha trajik bir hâl alıyor. Yani bu “toptan el değiştirme” aslında beklenmedik ya da eşi benzeri görülmedik bir durum değil. “Kendi isteğimle” kavramının veda mektubunda kullanılması bile, Doğan’ın ruh hâli ve bana kalırsa trajik durumu hakkında yeterince söz söylemektedir. Diğer iş insanlarından farklı olarak Doğan’ın durumu “tüm silahlarını ve enformasyonunu” teslim edip yeni bir hayata başlayıp tanık koruma programına giren bir örgüt üyesi ya da fraksiyondan çok farklı değildir. Bu bağlamıyla da bu toptan elden çıkarma, geçmişte Radikal’in önce dijitale geçişi sonra siyasi sebeplerle kapatılması gibi olayları da içeren bu hikâye gecikmiş sonuna kavuşmuş oldu.
Şu bir gerçek ki, Demirören Grubu işlerini “sessizce” halletmeyi bilen bir grup. Türkiye’deki kaliteli işler üreten freelance gazetecilerin büyük kısmı onların satın alıp tasfiye ettiği Milliyet kadrolarından çıkma örneğin. Daha da önemlisi, Demirören’in yayıncılık anlayışı kalite gazeteciliğinden ziyade klasik bir neoliberal gazete işletmesi anlayışına dayanıyor. Yani, Hürriyet başta olmak üzere, Doğan Grubu’ndaki çatlaklardan sızan “vasatın üstünde” işlerin ortaya çıkmasına neden olan sermaye, analiz ve derinlemesine muhabirlik gerektiren işlerin üzerinde eskisi olduğu kadar yoğun kullanılmayabilir. Bu tür sıradışı ve çatlaktan sızan işlerin çoğu küresel olarak kabul gördüğü üzere hem muhabirin entelektüel kapasitesi ve yeteneklerine hem de yayın kuruluşunun prodüksiyon sürecinde sağladığı kaynaklara dayalı. Şu ana dek Milliyet tecrübesi ve Twitter’daki politik komiserlerin mesajlarından anlaşılan şu ki, hem ekonomik hem politik bir “kemer sıkma” politikasıyla Hürriyet başta olmak üzere ana akım vasat üstü kalitedeki içeriklere hoşça kal demek gerekecek. Bu ekonomik ve politik anlamdaki ilk çıktı olacak. Yani hem işten çıkarma, hem prodüksiyon masrafı kısma bağlamında gazeteciler için nahoş bir süreç ortaya çıkacak. Herkes yayın politikalarıyla fazlasıyla ilgili, ancak gazetecilerin çalışma koşulları, insan kaynakları stratejileri, haber odası hiyerarşileri vb. birçok minör faktör aslında yayın politikası dediğimiz şeyin bileşenleri ve Demirören Grubu görünüşe göre geçmişte elde ettiği tecrübeyle “ince ince” işini görecek. Evet, seri işten çıkarmalar göreceğiz; ama bu, işin tamamı olmayacak, işyerindeki psikolojik, ekonomik ve politik baskı dinamikleri ile sindirilen, dışlanan hatta “çıldırtılarak kaçırtılan” birçok gazeteci ile karşılaşmak olası önümüzdeki dönemde.
Bu el değiştirme elbette ürünün medya değil, günümüzde özellikle dijitalde kullandığımız tâbirle, okur yani seçmen algısı olduğu bir el değiştirme faaliyeti. Hürriyet, CNN Türk ve Kanal D, öyle ya da böyle Türkiye’deki birçok grup için hâlâ referans medya organları ve neoliberal muhafazakâr hat için “işgal edilmesi gereken” birer kale idi. Farklı kitlelerin eş zamanlı olarak ilgisine mazhar olan, demografi bağlamında reklamverenin ve reklam şirketlerinin ideal bulduğu bir hedef kitleye hitap eden bu medya aynı zamanda toplum içerisindeki trend belirleyicilerin, günlük hayattaki etkili aktörlerin büyük kısmının da referans noktasıydı. Öyle ya da böyle bazen bir muhabir Hürriyet’te bir habere “minicik de olsa dokunarak” okura haberi eşeleyip haberin “gerçek değerini buldurma” şansını bile sağlayabiliyordu. Şimdiyse okur, 2019 genel seçimleri öncesinde iradesi manipüleye açık bir topluluk olarak, Demirören Grubu’nun yeni yayın stratejisine “mahkum edilmiş” oldu. Mirgün Cabas da dahil birçok yorumcu okurların/izleyicilerin bu medya kuruluşlarından kaçabileceği görüşünde. Açıkçası bu konudan “iyi ya da kötü” bir sonuç çıkarmak güç. Hürriyet’i veya CNN Türk’ü “en muhalif perspektifle” dahi okuyan/izleyen birinin klasik devlet argümanlarının ötesine geçme fırsatı yoktu uzun süredir zaten. Bugün olan yalnızca şu: Alenîleşmiş bir tarafgirlik, manipülasyon ve siyasal iletişim ürünü içeriklerle bezeli bir ürünü tüketmeye zaten alışmış okura/izleyiciye sadece malum olan açıktan belirtildi. Kadınsız kadın hakları, Kürtsüz Kürt sorunu, sosyalistsiz sol tartıştırma kabiliyeti edinmiş bir kanaldan veya medya tipinden, medya etiğinin okur temsilcisi ve Emre Kızılkaya gibi yazarları ve “çatlaklardan sızmaya çalışan gazetecileri” hariç kimsenin pek umurunda olmadığı bir kuruluştan alabildiği neyi Demirören sahibiyetinde okur ya da izleyicinin alamayacağı bence büyük bir soru işareti. Ama tabii arada Banu Güven’in de DW’deki yazısında değindiği gibi sürprizler olabiliyordu ve bu sürprizlere tamamen veda etmeye hazırlıklı olmalıyız.
Buradaki en kritik unsur okur ya da izleyicinin bir süredir T24, Diken, Duvar, Medyascope, Cumhuriyet’in ve Evrensel’in dijitali, hattâ Sözcü’nün de dijitali olmak üzere yeni medyaya çoktan göçmüş ya da göçmeye başlamış olması. Bu son durum, bu göçü hızlandırarak, Ahmet Hakan ve benzerlerinin trajedisini izlemek haricinde zaten Doğan Medya’ya güveni kalmamış kitlenin bu medya grubunun yeni sahibiyet etkisi altındaki mecralarından tamamen kaçınmalarına neden olacaktır. Ancak bu göçü hızlandırabilecek faktörün yalnızca bir “negatiflik faktörü” değil, bu medya organlarının da kendilerini doğru “pazarlamaları”, son zamanlarda Hurriyet.com.tr’den farklılaşmamış, devlet ajanslarının haberlerine en “alternatif” olanında bile fazlasıyla sadıklaşmış hâllerinden uzaklaşmaları ile mümkün. Yani ortaya “yeniden üretilmiş ajans içeriği” ile çıkarak değil, Doğan’ın iyi kötü hâlihazırda sahip olduğu “habere ve haberciye ortalama üstü para yatırma” mantığına benzer bir anlayışla mümkün. Yani dijitalcilerin artık BİM olmaktan vazgeçip, niş işlere de açık olan, ana akım replikası haberler değil kendi gündem ve anlayışlarını ortaya koyan, altında imza olmaksızın kalitesi ve diliyle mecrasını belli eden içerikleri oluşturabilmeleri gerekiyor. Tabii ki yeni RTÜK yasası, devletin bir anda depreşen VPN karşıtlığı gibi birçok durum da eklendiğinde bu tür yayınların yalnızca yayın çizgileri ve içerik üretim stratejileriyle değil çok daha hayatî sorunlarla karşılaşabilecekleri ortada. Zira birçok yayın kuruluşunun kurulduğu zamanki domain’lerinin sonuna 1,2,3,4 diye seriyle sayı ekleyerek hayatlarını devam ettirmeye çalıştığı bu dönemde işlerin pek de iyiye gitme sinyali verdiği söylenemez.
Bir başka soru ise bu toplu el değiştirme sonucunda, yıllar önce ölen Milliyet mutfağının ardından habercilik bağlamında kaliteli iş gücü yetiştiren merkez medya mutfaklarının sonuncularının da tarihe karışıp karışmayacağı. Şu bir gerçek ki örneğin Hürriyet, Kelebek’inden Hürriyet Pazar’ına farklı ekleriyle dahi “bağımlısı” kitleler oluşturabilmiş bir yayın ve bunun arkasında da “hem idarî hem entelektüel” bir perspektifin başarısı var. İnsanlar Hürriyet’i, kendilerinin sandığının aksine Özkök ya da Hakan gibi “büyük dehaların” olağanüstü fikirleri için okumuyordu sadece. Demirören eğer Milliyet’teki stratejisini izlerse, dağıtılacak olan haber odaları hem yeni gazetecilerin yetişmesini engelleme, hem belirli bir “ekolün” ortadan kalkmasına aracı olma gibi bir işleve de sahip olacak.
Sonuç olarak Doğan Medya’nın bu “büyük satışı,” sosyal/politik/ekonomik anlamda dönüşüm yaşayan Türkiye’nin normal olduğu iddiasını taşıyan ve bu dönüşümü sağlıklı gören medya kuruluşlarından birinin “anormal” vedasıdır. Aydın Doğan’ın kendi gemisini kurtaran kaptan olarak almadığı sorumluluklarla Türkiye medyasını ve demokrasisini onca yıldır soktuğu korkunç durum da, gazetecilik endüstrisine emek bağlamında vurduğu darbeler de kendisinin sonunu hazırlamıştır. Bunları söylemek pek güç değil. Ancak umut vermek ve hattâ umutlu sözler etmek de tek başına akılcı değil. Geniş bir kurumsal ve hukukî sansür, baskı süreci ile karşılaşılabilecek bir dönemin sürmekte olduğu aşikâr. Doğan’ın satışını “son kale düştü” diye görmek isteyenler, teker teker mallarına el konulan IMC veya Hayat TV gibi medya kuruluşlarına ve bir gecede binlerce gazetecinin işsiz kaldığı bu karanlık dönemin anlatısına bunu “son” olarak eklemlemek isteyecektir. Zira, devlet aklı daha önce kapatılmış gazetelerin kapatılmasının haklı, bu el değiştirmenin de ziyadesiyle meşru bir ticarî durum olduğu algısını yerleştirmek isteyecektir. Oysa neticede olan, çürümüş bir uzvun, yerine getirdiği birkaç sınırlı işlevi dahi yerine getirememesi için kesilmesi ve yerine tamamıyla işlevsiz bir plastiğin yerleştirilmesidir. Toplumun da “organik yumurta arar gibi organik medya aradığı” bir döneme gireceğini düşünen yaklaşımlara hemen kendimizi kaptırmayıp, kendi medyalarımızı topluma nasıl anlatabileceğimiz ve nasıl daha erişilebilir kılacağımız üzerine uzun uzun ve bir arada düşünmemiz gereken, bunun için de kısıtlı vaktimiz olan bir döneme girdiğimizi umarım herkes artık anlamıştır.
*Bu yazı ilk olarak Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'te yayımlanmıştır.