Yeşim VesperParis
Hastalık, delilik ve ölüm beşiğimden beri beni çevreleyen ve ömrüm boyunca izimi süren kara meleklerim oldu.
Edvard Munch
Güz dönemi sanat ajandasının sabırsızlıkla beklenen sergilerinden olan ve Oslo Munch Müzesi işbirliği ile bir süre önce Paris Orsay Müzesi'nde açılan Edvard Munch, Yaşamın, Aşkın ve Ölümün Şiiri başlıklı sergi bu bekleyişi karşılıksız çıkarmıyor. Hayır, adı kulağa kudretli gelen bir ressamın tuvallerini görmeden geçmiş olmamak için değil. İzleyenlerin sadece gözünü değil, aynı zamanda kalbini ve zihnini de harekete geçirdiği için. Sanırım bunun en önemli nedeni, her ne kadar zaman ve mekândaki kaymalar farklı kültür ve sanat pratiklerine yol açsa da, bu dünyada insan olmanın anlamını kavrayabilmek için dürüstçe kendi içine bakan sanatçının sorusunun hiç eskimemesidir. Edvard Munch (1863-1944), işte böyle bir sanatçı olduğu için bir başka yüzyılın insanlarına aynı derinlikten seslenebilmektedir.
Bu serginin amacı sanatçının Çığlık (1893) tablosuyla sınırlandırılamayacak kadar zengin ve kapsayıcı eserlerinin varlığını, ressamın daha az bilinir meselesi olan döngüsellik kavramı üzerinden göstermek. Munch, insanı kâinattaki yeriyle, dönüşüm fikri çerçevesinde kavrayabilmek istiyordu. Sadece yerkabuğunun üstündeki âlem değil, varoluşsal çevrimin bir halkası olan toprağın altındaki dünya da onun zihinsel evreninin bir parçasıydı. İnsan, hayvan ve nebatın kendilerini çevreleyen çok daha büyük bir gerçekliğin karşısında birbirlerinin eşiti olduğunu, evrendeki tüm oluşların yaşam, ölüm ve yeniden doğumla birbirine bağlandığını eserinde sıklıkla dile getiriyordu. Bu yaklaşımı yapıtının kurgusuna da yansıdı. Yıllar boyunca saplantılı tekrarlarla dönüp dolaşıp aynı motifler üzerinde çalışmasına rağmen, hem bunun bir imgelem eksikliğinden kaynaklanmadığını, hem de her defasında bir başka estetikle, yeni bir üslupla izleyicisinin karşısına çıkarak ne kadar özgün bir sanatçı olduğunu gösterdi.
Orsay Müzesi'ndeki sergi, bizi görsel düzlemde ilişkilendirilmesi ilk anda çok da kolay olmayan Munch'un Yaşam Şeridi konseptinin içinde dolaştırıyor. Bu, Yaşam Şeridi adını verdiği bir büyük hikâyelemenin içinde sanatçının varoluşa dair tüm meselelerini bir bütünün birbirleriyle ilintili parçaları şeklinde yan yana getirerek okumamızı öneren görsel bir anlatı aslında. Birbirleriyle tematik ve renksel uyum içinde olan, bir sabitlik ve sonluluk içermeyen, parçalılıktan beslenen, eklenip çıkarmalarla devinimi devam eden, yan yana geliş biçimleri her seferinde değişiklik gösterebilen eserler oluşturuyor bu serinin içeriğini. Edvard Munch, tuttuğu notlarla Yaşam Şeridi'ni nasıl anlamamız gerektiğine dair kılavuzluk eder bize. Ruhunun en mahrem alanlarını açarak, alımlayıcısına görsel objeler değil, insanı ve hayatın muammasını sunar. Kendini bildi bileli derin kaygılar içinde olduğunu ve bunu en sahih biçimde sanatı aracılığıyla dile getirmeye çalıştığını söyleyen Munch, varoluşu bu yolla anlama uğraşının diğer insanlara da ışık tutmasını dilediğini söyler. Sanatının, kalbini açma, dünyayla iletişim kurma çabasından doğduğunu ifade eden ressamın bu açılımı derin altüst oluşlar yaşayan, kendilerine kapanan, yüzleri deforme olmuş, kederli ve suskun insan temsilleri vasıtasıyla olur.
Edvard Munch on altı yaşında resme başladığında, Kristiania'daki (Oslo'nun o zamanki adı) burjuva salonlarında akademinin normlarına ve egemen kültürün görme alışkanlarına uygun eserler yer alırdı. Batı resim geleneğinde Rönesans'tan beri aslına benzerlik kriteriyle yapılan bu resimler, içinde rahatça dolaşılan, çok tanıdık dışsal bir gerçekliğin replikasını sunuyorlardı. Munch, bir şey anlatma derdinde olmayıp sadece duvarları süslemeye yarayan bu tablolar karşısında hissettiği tiksintiyi tuttuğu notlarda dile getirir. Genç bir sanatçı adayı olarak incelediği hiçbir tabloda kendi gerçekliğinin ve deneyimlerinin temsilini bulamıyordu. Nihayetinde, görünen dünyayı aslına en sadık biçimde yansıtmak üzerine kurulu bu klasik sanat anlayışını alaşağı ederek tamamen kendi gerçekliğini resmetmeye başladı. Sinirleri pamuk ipliğinde aşırı duyarlı bir gencin dünyaya kendi içinin penceresinden bakması sonucunda, görmekte olduğunu değil, belleğine kaydettiği güçlü bir hatıranın duygusunu yansıtmak; bir nesnenin kendisini değil, onu duyumsayan kalbin titreşimini tuvale aktarabilmek istiyordu Munch. O, hastalığı, ölümü, bireysel deneyimleri, karşı cinsle olan ilişkinin güçlüğünü, ıstırabı, insanın varoluşsal yalnızlığını dile getirmeyi arzuluyordu eserlerinde. Yani, kalbinde taşıdığı dünya ağrısını.
Ancak, sanatla insan ruhunun kavranması çabası o dönem için çok yadırgatıcıydı. Bir de buna o zaman için çok yabancı olan biçimsel unsurlar eklenince (perspektifin reddi, konturların belirsizliği, figürlerin iç içe geçmişliği, renk seçimi, gereksiz gördüğü detayların silinmesi), Munch'un sanatsal edimi belli kalıplar ve konvansiyonlarla sınırlandırılmış bir düzene çarparak sergilediği her eser skandala yol açtı. Üstelik de sadece dönemin muhafazakâr ahlakını temsil eden geniş kitleler ve eleştirmenler tarafından değil. Bizzat akademinin standartlarına başkaldırarak Natüralizmin öncüleri olmuş sanatçı arkadaşları tarafından da anlaşılamayarak bir başına bırakıldı. Fâniliğimizi gözler önüne seren Munch ile insanı ölümsüzlüğe yaraştıran Natüralistlerin aynı köşede soluklanması zordu tabii. Çağının üslubuyla, görme biçimiyle, kavrayışıyla kendini ifade etmeyi reddeden Edvard Munch'un bu yalnızlığı ve eserlerinin sergilendiği kentlerde skandallara yol açması 19. yüzyılın sonuna kadar sürdü. Yeni bir yüzyılın başında ise artık izleyicinin gözü Munch'un görsel diline ve Modern Sanat akımlarına yavaş yavaş alışmaya başladı. Bundan böyle Munch, her zaman anlaşılamamakla birlikte kabul gören bir sanatçı olacaktır. Hatta ardından gelen Alman Dışavurumcuları kendisini en büyük esin kaynakları olarak gösterecektir.
Edvard Munch'un tablolarına dışarıda durarak, hızlıca ardımızda bırakabileceğimiz seyirlik nesneler olarak bakamayız kolay kolay. Dolaysızlığı ve özdeşlik kurdurabilme gücüyle tüm insanları ortaklaştıran bir iç bilgisinin imgelerle örülü meclisine çekerler izleyeni. Ruhumuza fazla yakın dururlar. Munch'un eseri bugün bu sayede hâlâ yıpranmadan güncelliğini koruyorsa, tam da aynı nedenle kendi döneminde verdiği büyük rahatsızlığın kaynağıdır.
Çok genç yaşlarında tanıştığı ölüm kavramı, en yakın aile bireylerini, dostlarını tek tek kendinden alarak daha sonraki yıllarında sanatının temel motifini oluşturacaktır. Ölümün gezinen suretini tablolarının bir bölümünde ya karanlık figürler ya da kopkoyu bir gölge olarak ama her hâlükârda mekândaki kaygıyı koyulaştıran, yoğunlaştıran, neredeyse elle tutulur hale getiren mutlak bir tehdit olarak alımlarız.
Dünyanın yükü bu kadar ağır gelirken kalbin örtüsünü kaldırmanın ne demek olduğunun farkında mıyız acaba? Munch'un edebi çağdaşı Marcel Proust farkındaydı. Kim bilir, belki kendi de büyük bir sanatçı olduğundandır:
"Bütün yüce şeyleri bize sinirli mizaçlar vermiştir. Dinleri kuran, şaheserleri yaratan onlardır, başkaları değil. Dünya kendilerine neler borçlu olduğunu, hele hele onların bütün bunları dünyaya verebilmek için ne acılar çektiğini, asla bilmeyecek. Güzel müziklerin, güzel resimlerin, binlerce inceliğin tadını çıkarırız, ama onları yaratanlara nelere mâl olduğunu, ne uykusuzluklara, gözyaşlarına, ihtilaçlı gülmelere, kurdeşenlere, astımlara, sara nöbetlerine, hepsinden beter olan ölüm korkusuna mâl olduğunu bilmeyiz." [1]
* Sergi 22 Ocak 2023'e kadar Paris Orsay Müzesi'nde izlenebilir.
Üç önemli tablosuyla Edvard MunchHasta Çocuk - 1896 (İlk Versiyonu: 1886) Bu tabloyla Munch kendi döneminin kabul sınırlarını zorlayacak derecede öznel ve varoluşsal bir bakış açısını resim sanatına taşır. İlk sergilendiği 1886 yılında belki de Norveç sanat tarihinin en büyük skandalına yol açan Hasta Çocuk, Edvard Munch'un sanat hayatının en büyük kırılma noktası kabul edilir. 1880'lerin ortalarında Batı dünyasının önemli sanatçıları hâlâ dışsal gerçekliğin geleneksel temsiliyle yapıtlar ortaya çıkarırken, ilk defa Edvard Munch yoğun duyguların dışa vurumunu, hatta bıçak, kalem ucu gibi cisimlerin keskin darbeleriyle adeta tuvalde yaralar da açarak, görsel dile tercüme eder. Ardından hem geniş kitleler, hem de sanatçı arkadaşları ve zamanın tutucu basını tarafından şiddetli saldırıya uğrar. Ancak, çocukluğunun trajik yaşantısından damıtarak ortaya çıkarttığı bu eserinin özgünlüğünü sahiplenir sanatçı. Bu tuval üzerinde çalışırken varlığının en derinliklerine kadar tablonun verdiği acıyı hissettiğini, orada hasta olarak oturan çocuğun yerine sadece kendisini değil, hayatında kendisi için çok değerli olmuş başka kişileri de koyduğunu söyler. Sanatçı, ömrü boyunca, hatıralarında değişmeden kalan bu ve benzeri anları içinde olgunlaştırarak, duygusunun en sahih halini yakalayabilmek üzere daimi tekrarlarla aynı imgelerin etrafında dolaşır durur. Çığlık - 1893 Rönesans'tan beri uygulan perspektif kavramını yerle bir eden bu tablo hakkında bugüne kadar yeterince mürekkep akıtıldı. Ben burada sadece evrensel korku deneyiminin vücut bulmuş hali olan ön plandaki figürün yüz ifadesine dair bir anekdot aktarmak istiyorum: İnkaların çağdaşı bir Peru halkından olan ve yirmili yaşlarında akciğer hastalığından ölen bir gencin mumyası 1877 yılında orada bulunan Fransız sömürgeciler tarafından yabani bir ormanın ortasındaki mabedinden alınarak Fransa'ya getirilir. O zamanlar âdet olduğu üzere, sergilenen – insanlar da dahil! – bu sömürge ganimetlerinin arasında söz konusu mumya da yer alır. Edvard Munch ise bu dönemde devlet bursuyla geldiği Paris'te Van Gogh'la dost olur ve beraberce 1889 Dünya Sergisi'ni gezerler. Sanatçı, oradaki galerilerin birinde gördüğü işte bu mumyadan çok etkilenir. Bu arada, hatırlayalım: Munch, sevdiklerini özellikle tüberküloz dolayısıyla kaybetmenin yanı sıra babasının anlattığı hayalet hikâyeleriyle büyür. Böylece kim bilir kimin kutsiyetinden çekilip kopartılarak Fransa'ya taşınan bu meşhur mumya sadece bu tablonun ve Munch'un daha sonraki yapıtlarında göreceğimiz yüz ifadelerinin kaynağını oluşturmakla kalmaz, o dönemde kendisini gören başka sanatçılara da esin verir. Saatle Yatak Arasındaki Otoportre - 1940/43 Hayatının son yıllarındaki otoportrelerinin temel izleğini yalnız ve yaşlı bir adamın ölüm karşısında duyduğu derin kaygı oluşturur. Edvard Munch'un tüm yaşamının bir resim çerçevesine yerleştirilmiş hali olarak da okuyabileceğimiz bu hazin ve mütevazı yapıtta sanatçı, hayatının anlamı sayılan tabloları arkasına alarak kendisini de ölümle ilişkilendirdiği iki sembolik nesnenin, yatak ile saatin arasına sıkıştırır. İnsanın süreyle bağlanmış kişisel tarihinde, sözcüklerin kifayetsiz kaldığı alanda, bu tablo Munch'un dünyadaki yerimize ve nedenselliğimize dair sorduğu önemli bir görsel sorudur. |
[1] Kayıp Zamanın İzinde - Guermantes Tarafı, YKY, Çeviren: Roza Hakmen.