Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? Reddedilemeyecek bir Felsefi Teklif
Çetin Baluye
Derin G. Köksal
Bir müzik parçasından, ressamın tablosundan, şiirin mısraları arasından, romandan, öyküden sevinç elde etmek hâlâ mümkün; ama felsefeden bunu talep etmek…! Bu sevinci çok az insan, akademi duvarları arasında yaşıyor; birbirleri ya da bir avuç azınlık için okuyor, yazıyorlar diye düşünürüz. Böyle düşünmekte haksız da değiliz; çünkü zaman içerisinde felsefe gerçekten de meydanlardan üniversite odalarına, çarşı sohbetlerinden amfilere, konferans solanlarına doğru çekilmiş; göz korkutan terimler, kavramlar, baş ağrıtan konular, gündelik yaşamın uzağında duruyor gibi görünen sorular ve sorunlarla elitist bir uğraş olarak kabul edilmiştir kitleler tarafından. Bunun böyle olmaması gerektiğini söyleyen; duygular, kendilik, yaşamın neliği üzerine düşünen, kalem oynatan düşünürler dendiğindeyse Spinoza akla ilk gelen isimlerden biridir.
Çetin Balanuye, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? Reddedilemeyecek Bir Felsefi Teklif adlı kitabının daha ilk sayfalarında sevinç duymanın ne olduğunu sorgularken, Spinoza’nın felsefi evreninin izlerini gündelik yaşamımızda takip ederek ‘sevincin kendisine dönüşebileceğimizi’ iddia ediyor. Bunun kolay bir şey olduğunu söylemediğinin altını da özellikle çizerek...
Spinoza, 17.yy’da yaşamış, çok küçük yaşlarda yerleşik inançları sorgulamaya başlamış, fikirleri nedeniyle yakın çevresi ve mensubu olduğu Musevî cemiyeti tarafından aforoz edilmiş, ufak tefek, yalnız bir adamdır. Çok erken yaşlarda, her türlü yaşamsal sorunla mücadele ederek felsefesini oluşturmaya çalışmış ve kuşkusuz bunda da başarılı olmuştur. Balanuye, Spinoza hakkında kısaca bilgi verdikten sonra bize, onun gibi yaşamak zorunda olmadan onun yardımıyla anlamaya çalışmayı projesinin temeli olduğunu belirtiyor.
“Gizli Varsayımlarımızla Şekillenen Hüzünlü Dünya Görüşlerimiz” başlıklı bölümde yazar, bizi sevince dönüşmekten alıkoyan en önemli şeylerin başında bazı gizli varsayımlarımızın geldiğini ve bunları anlamanın dönüştürücü etkisinin yeterli olacağını vurguluyor: “Yaşamlarımız, ne zaman oluştuğunu bilmediğimiz ‘varsayımlarla’ bezelidir; pek çoğunun farkında bile değilizdir. Sevince dönüşme yolculuğunda yapılması gereken ilk şey varsayımlarımızın farkında olmaya başlamak.” Aşkıncılık varsayımı da bunlardan biridir.
Spinoza, bilgece bir yaşama doğru atılacak en önemli adımın doğaüstücülükten ve aşkıncı bakış açısından kurtulmak olduğunu öne sürerek; Tanrı sözcüğünü gördüğümüz yerde, bunu Doğa olarak okuyabileceğimizi, ikisinin bir ve aynı şey olduğunu ifade eder. Balanuye, bu kavrayışın önündeki temel engelin yerleşik kültür olduğunu söyler: “İçine doğduğumuz kültür, inançlarımızın neredeyse tümünü belirler. Kendimizi inanmış bulur, bu inancı sorgulamayı da çoğu zaman gerekli görmeyiz. (…) Aşkıncılık varsayımı evrenle neşeli bir kucaklaşmanın önüne geçebilir, çünkü aşkıncı duruş içten içe suçluluk duymamıza, sinsi bir melankoli ve cezalandırılma tedirginliği yaşamamıza neden olabilmektedir”.
Oysa, Balanuye’nin de anımsattığı gibi, Spinoza’nın Tanrı’sı ya da Doğa’sı her çeşit aşkınlık fikrinden uzaktır. “Tanrı ya da Doğa, olmakta olan ne varsa, her şeyin varlığa geliş ve çözülüşlerinin gerçekleştiği, sürekli varlık türeten, yeniden türeten, çözen, başka türlü türeten o tek ‘oluş gerçekliği’nin ta kendisidir.”
Spinoza felsefesini ayrıcalıklı kılan şeylerin başında, insana “insan” olduğunu hatırlatması geliyor sanırım. Bizi etimizle, kemiğimizle; zaaflarımız, açmazlarımız, öfkelerimiz, duygulanışlarımız, arzularımız, kaprislerimizle ele alması ve ayna tutması… Bize; “biliyorum, değişmek senin için dünyanın en zor şeyi. Hep aynı şekilde kalmak istiyor, değişen koşullar karşısında huzursuzluk yaşıyor, hatta acı çekiyorsun. Fakat yaşam bir zorunlu karşılaşmalar alanıdır. Her varlık, diğer varlıklarla zorunlu karşılaşmaları sonucunda zamanla değişecek, sonunda Doğa/Tanrı’da çözülecektir” diye seslenen çok az filozof vardır tarihte. Yine o, “İnsan özneler olduğu için arzulayış var değil; tam tersine, her şeyi bir başka şeye yönelten, onları buluşturan, birleştiren bir arzulayış olduğu için bizler varız” diyerek, arzulamakla yaşama ısrarı arasında güçlü bir bağ olduğuna işaret edilmektedir. Yazar buradan hareketle arzulayışın karşıtı olarak iştahsızlığı ele alarak, modern insanın en büyük sorunu olan depresyon olgusuna uzanmakta ve bunun bir tür yaşama iştahsızlığı oluşunun altını çizmektedir.
Peki, ya özgürlük ve irade konusu? Kitapta, bizi en çok meşgul eden; “Özgür müyüm?”, “Eylemlerimin ne kadarı irademle gerçekleşti?”, “Eğer irademle gerçekleşmediyse, bu durumda ben özgür bir birey değil miyim?” gibi sorulara, Spinozacı bakış açıyla şöyle bir yanıt verilmiş : “Çeşitli bedenlerle karşılaşmasından etkilenen bir varlık olmak bakımından; insan, özgür irade sahibi değildir.” (Kulağa sert gelen bir ifade.) Yazara göre; burada şaşırtıcı olan, özgür iradenin bir yanılsama olduğunu gösteren yüzlerce güncel araştırma bulgusu değil, tam tersine hepimizin özgür iradeye nasıl olup da bu denli sarsılmaz bir inançla bağlandığımızdır. Peki, Spinoza felsefesinde insanın özgürlüğü neye karşılık gelir? “Ancak ve yalnızca kendisini belirleyen zorunlulukların, nedenselliklerin ya da etkileşimlerin farkına varmak anlamına gelir”. Bu bakış açısıyla insan kendi yaşamının, karşılaşmaların, zorunluluklarının gözlemcisidir. Anlam arayışında bir insan için zorunlulukların farkına varmak, küçük büyük tüm karşılaşmaların dönüştürücü etkisinden dolayı şükran duymak olanaklıdır. Her şey sonlu bir modus’tur, her şey olması gerektiği gibidir; iyi değildir, kötü değildir, yalnızca vardır ve benim gibi, sizin gibi var kalmanın peşindedir.
Spinoza, başka hiçbir filozofta görülmeyen türden “tutkulu” bir takipçi kitlesine sahip. Benim için de Spinoza adını işitmek, çok sevdiğim ve uzun zamandır görmediğim bir dostla karşılaşmak kadar heyecanlandırıcı, mutluluk verici. Kendisiyle kısa bir süreliğine karşılaşan bir kişiye bile Spinoza’nın yaşamsal en az birkaç şey kattığını düşünmek için iyi nedenlerimiz var. Gözlerimizdeki merceklerin ayarıyla oynamış, adeta küçük şeylerdeki güzelliği, değeri, önemi görmemizi sağlamıştır. Tanrı/Doğa derken, her şeyi toplama almaktır niyeti: İnsan, karınca, ot, taş, kaplan vs. demez; her şey bir “modus”tur onun için; canlı/cansız ayrımı bile belirleyici değildir bu düşüncede. Kurumsal inançların bakış açısının tam tersi bir bakış açısıdır bu; insanı merkeze alıp geri kalanı araçsallaştırmak değil, her şeye sırf var olduğu, “o an orada” bulunduğu ve bütün için mutlaka bir önemi olduğuna dikkat çekmek amacındadır. O’nunla, bir ağacın ağaç oluşunu ve var kalma mücadelesinin değerini, bir taşın durduğu yerin tüm evren için nasıl bir önemi olduğunu yeniden fark etmeye başlarız.
“Erekselci bakış açısı” da sevince dönüşmüş bir yaşama çabasının önündeki engellerden biri ve gündelik yaşamdan verdiği örneklerle bu karamsar varsayım da Balanuye’nin ikna edici eleştirisinden nasibi almış. (Sürprizi bozulmasın, tadı kaçmasın diye örneklerden söz etmekten kaçınıyorum.) Yazar erekselcilik karşıtı argumanlarını açıklamak için şöyle sorudan yola çıkmış: “Conatus (çaba ilkesi) gereği eyleyip dururken bu yaşantıyı sözde bir yüce ereğe varmak için kederli bir mesaiye mi dönüştüreceğiz yoksa varılacak yeri bir kenara bırakıp yolda olmanın tadını mı çıkaracağız? Spinozacı olmak, kuşkusuz, kavramakla geçen bir yolda oluşu, kendiliğinden sevinçli bir yolculuğu, kavradıkça güçlendiren, güçlendikçe de sevinci artıran bir dönüşümü fark etmektir.’’
Belki de tüm yaşam, eşsiz bir senfonik bestenin canlı orkestrasında çalmak gibidir; her birimiz, her bir varlık, canlı ya da cansız her bir zerre, senfoninin bütüncül melodisine katkıda bulunurken bu sonsuz uzunluktaki konserin kaydı tutulmayacak, kimse tarafından icranın tümü dinlenmeyecektir. Böyleyse bile (ya da tam da böyle olduğu için), senfonideki bir çığlık, bir alkış, bir kaplumbağa sürünüşü ya da bir obua nefesi olmanızın neresi hüzünlüdür? Kozmik bir festivalde olduğumuzu bilerek yaşamak, burada ve şimdi senfoniye katılmak sevinçli bir meşguliyet olamaz mı?
“Varlıklar, çabalarının gücü, çeşitliliği ve yaratıcılığı sayesinde var-kalırlar.” Spinoza felsefesinde ‘conatus’ kavramı çok önemli bir yere sahip ve Balanuye bize bu kavramı, edebiyattan (Gide, Kazancakis, Hesse, O’Neill, Merrifield vb) örnekler vererek çok keyifli ve anlaşılır bir şekilde açıklamayı başarmış. “Etkin bir güce dönüşmek nasıl mümkün olur?”, diye sorabiliriz. Yanıtı yine Balanuye’den aktaralım: “Etkin bir güce dönüşmek ancak var-kalma çabamızı çeşitlendirerek ve bu arada diğer varlıklarla karşılaşma fırsatlarını değerlendirmekle olanaklı; bu başarıldığı ölçüde sevinçli duygulanışlarımız artmakta, eşzamanlı olarak da etkileme gücümüz çoğalmaktadır.” İnsanın zaaflarının ve kolaya kaçma isteğinin ne denli baskın olduğunu kendinden de bildiğini söyleyen yazar açıklamasına şöyle devam etmekte: “Bunun bir çeşit ‘canlılığa davet’ olduğunun farkındayım; miskinliğin kolay ve reddedilemez çekiciliğini de iyi bilirim. Sizi asla kandırmak istemem. Etkin bir güce dönüşmek üzere geliştirmemiz gerektiğini ileri sürdüğüm farkındalık hiç de kolay bir iş değil. Spinoza da bunun farkındaydı.”
Upuygun fikirlerle donanmak, nefret duygulanışından kaçınmak, sevinçli kolektivitenin bir mensubu olduğunu bilmek ve onun genişlemesine destek vermek, erdemli etkilerin kaynağı olmayı hedeflemek, gücünün yettiği oranda çabalamak ve çabaladıkça gücünü arttığına şahit olmak, beraberinde bizim sevince dönüşmemizi getirecek.
Spinoza’yla tanışmak için de iyi bir fırsat olacağını düşündüğüm bu harika çalışmayı okumak size de sevinç katacak, hafiflemenize ve gülümsemenize yol açacak diye düşünüyorum. Kitabın alt başlığı boşuna konmamış: Bu sahiden de reddedilemeyecek bir felsefî teklif olabilir. Şimdiden iyi okumalar dilerim.