Dilara Balcı “Yeşilçam'da Öteki Olmak-Başlangıcından 1980'lere Türkiye Sinemasında Gayrimüslim Temsilleri” isimli kitabında, Türk sinemasında gayrimüslim vatandaşların nasıl temsil edildiklerini ve karikatür tiplemelerin arkasında yatan ötekileştirmeyi anlattı
“Kolektif Kitap” tarafından yayımlanan Dilara Balcı imzalı “Yeşilçam’da Öteki Olmak- Başlangıcından 1980’lere Türkiye Sinemasında Gayrimüslim Temsilleri” isimli kitap sinemadaki gayrimüslim tipleri anlatıyor.
Radikal’den Şenay Aydemir’in haberine göre, sinema salonlarında Rumca dublajlı film gösterimlerinin yapıldığı 1930’lu yıllardan, ‘Kıbrıs Sorunu’nun patlak vermesiyle 1950’lerden sonra bütün Rum kadınların ‘fahişe’, Rum erkeklerin ise ‘Megalo Idea’ uğruna Türkiye’ye karşı ihanet faaliyetleri yürüten karakterlere büründüğü bir sinemaya dönüşün öyküsünü görmek mümkün Balcı’nın çalışmasında.
Ermeni oyuncuların Türkçe isimler almak zorunda kaldığı; tiyatroda ve sinemada çoğunlukla bozuk Türkçeleriyle birer komedi unsuru olarak kendilerine yer bulabildikleri görkemli Yeşilçam yıllarını; Yahudilerin ancak kuyumcu ya da sarraf olarak bir görünüp bir kayboldukları filmleri okuyabilirsiniz ‘Yeşilçam’da Öteki Olmak’ta.
Balcı’nın çalışmasında dikkat çeken en önemli unsurlardan birisi, Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin hemen hemen her filmde bir karakter olmaktan çok, figür olarak anlatılmaları. Balcı, bu karakterlerin evlerinin, ibadet yerlerinin, dinsel figürlerinin, kutsal günlerinin Türkiye sinemasında asla gösterilmediğini belirterek, bunun aslında bir Türkleştirme olarak okunması gerektiğinin altını çiziyor. 20. Yüzyıl boyuncu yapılmış çeşitli istatistiklerle ülkedeki gayrimüslim nüfusunun hem sosyal hayattan hem de sinemadan usul usul çekilişinin izini de sürüyor. Sinemaya emek veren oyuncular, yapımcılar, yönetmenlerin isimlerini anmayı da ihmal etmiyor. İşte kitaptan bazı önemli anekdotlar.
Kitaptaki ilginç notlardan birinin kahramanı ise Nubar Terziyan ve Ayhan Işık. Terziyan Ayhan Işık öldükten sonra bir gazeteye, “Oğlum Ayhan. Dünya fanidir ölüm herkese nasip ama, sen ölmedin zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun. Ne mutlu sana (...) Amcan: Nubar Terziyan.” şeklinde bir ilan verir. Bu ilanın yayımlanmasının ardından Ayhan Işık’ın gayrimüslim olarak algılanmasından endişe duyan ailesi şöyle bir ilan verir: “Önemli bir düzeltme. ‘Amcan Nubar Terziyan’ imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. (...) Görülen lüzum üzerine üzüntüyle duyururuz. Ailesi.” İlandan da anlaşılabildiği gibi Işık’ın ailesi, ünlü oyuncunun ‘Ermeni’ olarak anılabileceğinden büyük endişe duymuştur.
1950 ve 1960’lı yılların ünlü jönü Kenan Pars, bir röportajında Kirkor Cezveciyan kimliğiyle hatırlanmak istemediğini şöyle dile getirir: Kirkor Cezveciyan, sadece kimliğimdeki adım. Kullanmıyorum. Ben Türkiye vatandaşı Kenan Pars’ım. (...) Türkiye’de doğan, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını taşıyan, bir Türk gibi yaşayan adama ne denir? Ben bir Türk’üm. Türk olmanın anlamını hissediyorsan sen de Türk’sün.
Ermeni kökenli olan oyuncular - Nubar Terziyan dışında - etnik kimliklerini gizleme ihtiyacı hissetti. Türkiye’de adıyla sanıyla Ermeniliği akla gelen ilk kişi, Yeşilçam’ın tonton adamı Nubar Terziyan. Soğuk ve kötü adam tipinin vazgeçilmez aktörlerinden Kenan Pars ise herkesçe tanınsa da asıl adının Kirkor Cezveciyan olduğu ve seslendirme yapıldığından tipik bir Ermeni aksanıyla konuştuğu dahi bilinmez. Yeşilçam’ın olmazsa olmazlarından Vahi Öz’ün, Sami Hazinses’in, Turgut Özatay’ın, Naşit Özcan’ın çocukları Selim Naşit ve Adile Naşit’in –“Hababam Sınıfı”nın Adile Ana’sının- Ermeni olduğu kimsenin aklına bile gelmez. Ama Toto Karaca aksanıyla ele verir kendisini.
60’lı yıllarda sinemaya dolaylı yoldan hizmet veren isimlerden birisi de Ferdinand Manukyan. Ferdinand Manukyan, filmlere kendi sermayesini koymamakla birlikte, isteyen yapımcılara belli koşullarda borç vererek üretim sisteminin işlemesini sağlamaktadır. Memduh Ün, Manukyan’ı şu sözlerle anlatır: “Galata’da genelevler vardır, sahibi bir kadın: Matild Manukyan. Onun da bir erkek kardeşi vardır. Biz Manukyan derdik, onun için ismini bilmiyoruz. Elinde çantayla dolaşır. Haince kırardı senetleri. Ama öyle yarı fiyatına falan değil. Banka ne alıyor? Diyelim ki banka % 10 mu alır kırmak için? O % 15, % 20 alırdı ama başka bir üçkâğıtçılık daha yapardı. Senedi alırken kırardı. Anladınız mı ne demek? Alırken bütün faizini alırdı. (...)”
İstanbul’un işgal altında olduğu yıllarda yaşamış ve çok sayıda Türk polisi öldürmesiyle nam salmış gerçek bir karakter olan Hrisantos karakteri de Yeşilçam’da kendisine sıkça yer bulur. Gerçek adı Hristo Anastadiyadis olan Hrisantos’un sabıka fişinde doğum tarihi 1898, tabiyetinin Osmanlı, mezhebinin Rum ve mesleğinin terzi çırağı olduğu yazmaktadır. Hrisantos, çocuk denecek bir yaştan itibaren soygunculuğa başlamış ve bir çete kurmuştur. Bir muhallebici dükkânını soyup, dükkân sahibi Recep Usta’yı öldürdükten sonra yakalanan çete üyeleri, kısa süre sonra koğuşlarının altından bir tünel açarak kaçmayı başarmışlardır. Bu tarihten sonra İngiliz istihbarat servisine casusluk yapmaya başlayan Hrisantos, İngilizlerden para ve silah yardımı almaya başlamıştır. Hrisantos ve çetesi, hapisten kaçmalarının ardından çok sayıda polis öldürmüş, İstanbul polis teşkilatına terör estirmişlerdir. Hrisantos, 7 Eylül 1920 tarihinde, ihbar üzerine bir evde kıstırılmış, Komiser Yardımcısı Muharrem Alkor ve polis memuru Cafer Tayyar tarafından vurulmuştur. Hrisantos’u vuran silah bugün hâlâ polis müzesinde sergilenmektedir. Muharrem Alkor da Hrisantos’la mücadelesini anlatan “Hırisantos’u Ben Öldürdüm” isimli bir kitap yazmıştır. Muharrem Alkor, Yeşilçam’ın ve bugünün ünlü oyuncusu Selda Alkor’un babasıdır. Hrisantos karakteri Kani Kıpçak’ın 1951 yapımı ‘İstanbul Kan Ağlarken’, Lütfi Akad’ın yönettiği 1952 yapımı ‘İngiliz Kemal Lawrens’a Karşı’, Semih Evin’in 1966 yapımı ‘Ay Yıldız Fedaileri’, Remzi Jöntürk’ün 1974 yapımı ‘Sayılı Kabadayılar’ filmlerinde sıkça seyircinin karşısına çıkar. Ancak, 1950’li yılların tarihi filmlerinin maceralı olay öykülerinde bir gerilim öğesiyken, 1960’lı yıllarda Türk’ün üstünlüğünü seyirciye ispat etmek maksadıyla kullanılan bir unsura dönüşmüştür.
1933 tarihli ‘Cici Berber’ filminde berber dükkânında kasiyerlik yapan Eleni isimli bir Rum kızıyla, gazeteci Selim’in evlilikle sonuçlanan aşkları anlatılır. Ancak Eleni’nin babası Yani ise gazeteci düşmanıdır ve Selim’i kovar. Eleni ve Selim’in izdivacıyla son bulan film din ve millet farkının aşka engel etmediği yapımlardan biri olarak kayıtlara geçer. Kıbrıs krizinin patlak vermesinin ardından 1960’lı ve 1970’li yılların filmleri, seyircide İstanbul’da yaşayan tüm Rum kadınları cinselliğini ön plana çıkarmaktan ve fuhuş yapmaktan imtina etmeyen karakterler olarak resmetmiştir. Orta yaşlı Ermeni kadınların payına ise pansiyonculuk yapan ‘madam’ karakteri düşmüştür.
‘Aynaroz Kadısı’ filminde Rum kızı Afroditi ile ilgili yer aldığı belirtilen ‘erotik sahneler’ de dikkat çekicidir. Bu sahneler sebebiyle sansür, filmin yurtdışına çıkarılmasını engellemiş, olay 1939’da Meclis’e kadar taşınmıştır. Filmin sansürlenmesinin sebeplerini Alim Şerif Onaran şu sözlerle açıklamaktadır: (...) Özellikle bu filmdeki Aynaroz Kadısı Yakup Efendi’nin Afroditi adlı bir Rum dilberine şarap içirerek güya ‘ergen olup olmadığını’ anlamak üzere yaptığı deneme dolayısıyla gösterilen sahne, onun kötü niyetlerinin ortaya çıkmasına yol açtığı için, gerek sarf edilen sözler, gerekse Rum kızı rolündeki oyuncunun (Şevkiye May) giysileri ve tavrının genel ahlaka aykırı olduğu, yeni tüzükte bu gibi durumların önlenmesi talep edildi.