Birgün yazarı Mustafa K. Erdemol, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın seçim vaatleri arasında bulanan kıraathanenin tarihini yazdı. AKP'nin tehlikeli bir iş yaptığını yazan Erdemol, "Nakşibendi tarikatının Osmanlı’ya olan eleştirilerinin aracı olarak kullandıkları ‘Karagöz- Hacivat” gölge oyunu kıraathanelerde de sergilenirdi. Eleştirilerde aşırıya gidildiği için İkinci Abdülhamit bu gölge oyununu yasaklamıştı. Oynatılan kıraathanelere cezalar da verilerek hem de" dedi. Vaat edilen “millet kıraathaneleri”nin beklenen sonucu vermeyeceğini savunan Erdemol, "Fikir benim açımdan pek bir güzel. Bir an evvel açmasında yarar var" dedi.
Erdemol'un Birgün'de "O kıraathanelerde “isyan” planlanıyordu: Bir an evvel açılmalı" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
"Geleneğimizde olduğunu söyleyip duruyor ama kıraathanelerde okuma yazma bilmeyenlere bilenler gazete okurdu. Hepsi bu. Sanki oralarsa felsefe, bilim konuşuluyormuş da tekrar bu kurumlarla kavuşacakmışız gibi hava yaratıyor AKP’Genel Başkanı.. Bilenler öyle olmadığını biliyor ama bunu da yandaşlarına seçim vaad olarak sunacak kadar önemsiyor.
Oysa tehlikeli bir iş yapıyor. Örneğin Nakşibendi tarikatının Osmanlı’ya olan eleştirilerinin aracı olarak kullandıkları ‘Karagöz- Hacivat” gölge oyunu kıraathanelerde de sergilenirdi. Eleştirilerde aşırıya gidildiği için İkinci Abdülhamit bu gölge oyununu yasaklamıştı. Oynatılan kıraathanelere cezalar da verilerek hem de. Benim açımdan sakıncası yok, AKP Genel Başkanı’nın açacağı “millet kıraathaneleri” beklediği sonucu vermez. Sonuçta herhangi bir metnin “kıraat” edilmediği, (okunmadığı) yerler olan bu mekanlar düpedüz kahvehaneydi, kandırmayalım birbirimizi. O nedenle kahvahane diyelim biz de en iyisi. Kahvehanelerin toplumsal işlevi konusunda çok şey yazılmıştır. Nice edebiyatçının, şairin mekanı olmuştur kahvehaneler. Fransız yazar Boris Vian, “kafeler olmasaydı, Sartre da olmazdı” dermiş. Bence haklı. Çünkü Sartre odadan hoşlanmaz, odayı “burjuva konforunun simgesi” sayardı. Onun yazmak için tercihi hep kafeler olmuştur. “Kafede çalışıyorum. Bana ait eşyalar ve nesnelerle dolu kendime ait bir dairem olsaydı kaybolduğumu hissederdim” der. Zweig “...eski kitap satan dükkanları didik didik eder, yeni ne çıktıysa hemen öğrenmek için, kitap tezgahlarını gözden geçirirdik. Ama herşeyden önce okur, her şeyi okur, elimize ne geçerse okurduk. Bütün genel kitaplıklardan kitap alır, elimize geçenleri birbirimizle değiştirirdik” der. Zweig gibi biri böyle yapacaktı elbette. Yazdıklarında şaşılacak bir yan yok yani. Ama şunları de ekler ardından: “... her alanda en yeniyi öğrendiğimiz yer, yine de kahvehanelerdi.” Zweig’ın Viyana’sındaki kahvehanelerde bir fincan kahve karşılığı oturulur, tartışılır, sayısız dergi, gazete, kitap okunurdu. Belki Zweig’ın sözünü ettiği Viyana’daki o kahve kıraathane sayılabilir.
Kahvehanelerde AKP Genel Başkanı’nın pek hazzetmeyeceği işler olabilir, uyandırayım. Örgütlenmeler, planlar, projeler yapmak için çok da uygun yerlerdi. Rusya’da devrimin başladığını duyan bir üst düzey görevli, “gidin işinize, Rusya’da kim devrim yapacak? Cafe Central’deki Bay Troçki mi?” diye tepki göstermiştir örneğin. Yani, bir edebi mekan olarak itibarı büyük olan kahvehanelere herkes aynı gözle bakmıyordu. Söz konusu üst düzey görevli, Fransız Devrimi’nin kıvılcımlarının atıldığı ilk yerin Paris’teki ünlü Cafe Foy olduğunu biliyor muydu acaba? Avrupa’lılar kahvehaneyi Osmanlılardan öğrendiler. İlk kahvehaneler 1629’da Venedik’te açıldı. Bunlardan La Serenissima ünlüydü diye anlatılır. İngiltere açılan ilk kahvanede Oxford’dadır. Sahibi bir Yahudi idi. 1654’te açılan Queen’s Lane Coffee House halen Oxford’da çalışmaya devam eder. Londra’da açılan ilk kahvane ise 1652’de St Michael’s Alley’de açılan kahvanedir. Gittikçe çoğalmaya başlayan kahvehaneler zamanla politikanın, edebiyatın konuşulduğu mekanlara dönüştüler. Paris’te kurulan ilk kahvehane de Pasqua Rosée tarafından kuruldu. Buranın müdavimleri arasında Voltaire, Jean Jacque Rousseau, Diderot da vardı. Hatta Diderot ile arkadaşlarının ünlü ansiklopedisinin temelleri burada atıldı. Günümüzde Romanya Merkez Bankası olarak kullanılan bin, ülkenin açılan ilk kahvehanesiydi. Kurucusu da Osmanlı’da askerlik yapmış olan Kara Hamie adlı biri. Zweig’ın kafelerine bayıldığı Viyana’da ilk kahvaneyi 1683 yılında bir Ukraynalı açtı. Bu girişimci aynı zamanda sütle kahve servisi yapan ilk kişi olarak bilinen Jerzy Franciszek Kulczycki’dir. Açıldıkları hangi ülke ya da kent olursa olsun tüm bu kahvehaneler dönemin isyankarlarının, asilerinin daha sonra devrimcilerinin doluştuğu yerlere dönüştüler. Bunun başına bela olacağını anlayan ilk egemen de İngiltere Kralı II. Charles’tır. Kahvehanelerde kendisi ile İngiliz hükümeti aleyhşinde “asi fkirlerin” yaygınlaştığı bu mekanlara bir hayli baskı yapmıştır ama tümüyle yok etmeyi başaramamıştır. Londra’da bazı kahvehanelerde entelektüel tartışmalar,i edebiyat okumaları yapılırdı. Küçük bir ücret verir girerdiniz. “Kuruşluk Üniversite” diye de adlandırılmıştır bu tür kahvehaneler. 16. yüzyılın ünlü Fransız yazarı Antoine François Prévost, Londra kahvehanelerinde “hükümete karşı tüm bildirileri okuma şansı bulunan yegane yerler” olarak tanımlıyor. Şu kıraathane tanımına uygun olan mekanlar bizden çok İrlanda’da vardı aslında bir zamanlar. 18. yüzyılda Dublin’deki kahvanelkerde didden “kıraat” yapılırdı. Buralar “ilk okuma merkezleri” olarak değerlendirilirdi. Öyle ki burada bulunan kitaplara abone de olabiliyordu dileyen.
ABD’de, New York’ta 1793’de kurulmuş bir Tontine Cafe vardı. Fransız Devrimi’nin etkisi nedeniyle çok tartışmalar olurdu burada. Bir gün Fransız devrimciler kahvehanenin çatısına Fransız Özgürlük Bayrağı astılar. Dönemin medyasında çok yer almış bir eylemdi bu. Büyük destek gördüğü için bayrak orada uzun süre asılı kaldı.
Cambridge’de eğer yolunuz düşerse mutlaka görmeniz gereken bir mekandan da söz etmem gerek. Cambridge, Londra’ya bir saatten daha az bir mesafede. Bu güzel üniversite kentinin yakınlarındaki Grantchester kasabasının hemen yanı başındaki The Orchard kafe, dünya edebiyatının belki de en ünlü mekanı sayılmalı. Burası ününü, vaktinin çoğunu burada geçiren ünlü İngiliz şairi Rupert Brooke’a borçlu. Çok başarılı bir şairdi Brooke. “The Soldier” adlı şiirinin ilk kıtasında geçen “If I should die, think only this of me: / That there’s some corner of a foreign field / That is forever England” dizeleri yazıldığı günden beri ezbere bilinir neredeyse herkesçe. Brooke’un Yahudi düşmanlığı gibi büyük bir suçu vardı, maalesef. Birinci Dünya Savaşı’nda Türklere karşı savaşmak için gittiği Çanakkale’ye ulaşamadan, gemide sıtmadan öldüğünde 27 yaşındaydı. Çok genç bir ölüm. Bütün dünyayı İngiltere’den ibaret sanıyordu belki de, başka ülkeleri gezmiş olmasına rağmen. Birinci Dünya Savaşı’na tanık olmuş sayılmaz tam anlamıyla. Yaşasaydı, İkinci Dünya Savaşı’nı da görmüş olsaydı, bu duygulu şairin başta Yahudi düşmanlığı olmak üzere birçok olumsuz düşüncesi değişirdi gibi geliyor bana. İşte Brooke da dahil olmak üzere dönemin tüm İngiliz entelektüelleri bu kahvede zaman geçirirlerdi.
Peçevi’ye göre bizde ilk kahvehaneler 1555 yılında açılmıştır. Biri Halep’ten biri Şam’dan gelmiş iki kişi Tahtakale’de dükkan açıp kahve satmaya başlamışlar. Her mesleğin olduğu gibi kahve esnafının da bir piri olduğunu söyler Evliya Çelebi. Şeys-h Şazeli’dir bu pir. Mezarı Yemen’dedir. İstanbul’da kahvehanelerin sayısı artınca molla takımı rahatsız oldu haliyle. AKP Genelbaşkanı’nın herkesin kafasını gömüp kitap okuduğunu sandığı bu yerler aslında padişah eleştirilerinin, vezirlere kızgınlıkların dile getirildiği yerlerdi. Molla takımı “halk kahveye gitmekten mescide gelmez oldu” diye şikayetler yağdırır yetkililere. Dönemin şeyhülislamlarından Ebussut Efendi, kahve içmenin yasak olduğuna ilişkin fetva bile çıkarır ama neyse ki padişah onaylamaz fetvayı. Birinci Ahmet döneminde çok sayıda kahve kapatılmıştır ama fenalık fesatlık yuvası oldukları gerekçesiyle. Yani AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı’nın “millet kıraathanesi” fikri benim açımdan pek bir güzel. Bir an evvel açmasında yarar var."