Yasemin Çongar
(Taraf - 10 Kasım 2012)
Bilmediğim bir Doğu büyüyor içimde. Hiç beklemediğim şekillerde değiyor bana, değip de geçmiyor üstelik, üzerime kokusu siniyor sanki, tenime nüfuz ediyor ve ben ona dokunamıyorum. Olmadık yerlerde yakalıyor beni; bir Şanghay gecesinde devâsâ gökdelenlerin rengârenk ışıklı gölgesinde yüzen son model James Bond’a bakarken, filmi unutup şehri düşlüyorum mesela. Mo Yan, Nobel’i kazanmasaydı içine belki de hiç dalmayacağım darı tarlaları, kırmızı başaklarının arasında kendi uzak çocukluğumu bırakmışım gibi “tanıdık”geliyor bana, ama ben o tarlaların akşam güneşinde kızıl bir deniz gibi ürperdiğini okuduğumda, tam olarak neyi hatırladığımı, neyi özlediğimi bilmiyorum. Amerikan seçimlerini seyrederek sabahladığım günün yorgun akşamında, Çin Komünist Partisi’nin kongre hazırlıklarını anlatan haberler, aradaki muazzam tezatın, içinde“özgürlük” geçmeyen bir cümleyle nasıl anlatılabileceğini düşündürüyor nedense; hâlin, hâllerin bildik isimlerinden uzaklaşıp yeni tariflerine ulaşmak istiyorum. Doğu, bin bir bilmecesiyle birlikte büyüyor içimde. Her bilmece, binlerce ipucu demek. Bugün Taizéli Anthony Birader’den bahsedeceğim size; Ko Un’u anlatacağım okursanız. Bir ipin ucundan tutmak ve buralardan bakınca her ne kadar Çin edebiyatına “yakın” görünse de, aslında diliyle, duygusuyla ne kadar “uzak” düştüğünü yeni yeni anladığım Kore edebiyatının en güçlü seslerinden birine kulak vermek için.
Kelimelerin arkeolojisini hep sevdim ben. Tesadüfen keşfettiğim bir cümlenin beni başka cümlelerin peşine düşürmesini, bir edebiyatçının hiç bilmediğim külliyatı içinde usul usul, kadim bir medeniyetin sırlarına erişmeyi umarak, sabır ve nezaketle kazı yaparcasına ilerlemeyi sevdim. Taizéli Anthony Birader’le de böyle bir “kazı”da karşılaştım. Ko Un’u okurken, onu okumamı mümkün kılan adamı da tanımak istedim çünkü. 1933 Gunsan doğumlu (Güney) Koreli şair Ko Un’un seçme şiirlerinden oluşan First Person Sorrowful (Birinci Hazin Şahıs) adlı kitap, geçenlerde Britanya’da yayımlandı. Yüz elliden fazla kitap yazdığını, yirmiden fazla dile çevrildiğini, son yıllarda Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında anıldığını bilmiyordum Ko Un’un. Başlangıçta, tek mısralık bir şiirle çıktı karşıma. “Vay! Tanıdın beni” diyordu… O kadar. Mısra buydu, şiir bu. Şair, “Kayan bir yıldız” adını vermişti şiirine: Vay! Tanıdın beni. Gökyüzünde kendine ait yıldızları olan her çocuğun bildiği bir sesle konuşuyordu; boşlukta, bir başına, ve işitildiğinden emin. O sesi takip edince First Person Sorrowful’a ve kitabın iki çevirmeninden biri olan Taizéli Anthony Birader (Brother Anthony of Taizé) ya da sonradan aldığı Korece adıyla An Sonjae’ye vardım. 1942 Cornwall doğumlu Anthony Birader; Oxford’da Ortaçağ ve Modern Diller Bölümü’nü bitirdikten sonra Fransa’ya gitmiş, Taizé Cemaati’ne katılmış, birkaç yıl manastırda keşiş hayatı yaşamış. Protestan ve Katolik gelenekten rahipleri buluşturan bir cemaat bu; dünyevî nimetlerden elini eteğini çeken temsilcileri aracılığıyla, insanlar arasında güven tesis edip, çatışmaları bitirecek bir mesaj yaymaya çalışıyor. Anthony Birader’i, bugün Kore edebiyatının Batı’da tanınmasını sağlayan en önemli isim yapacak olan seyahat de, bu cemaatin bünyesindeyken, Seul Başpiskoposu Kardinal Kim Sou-Hwan’dan aldığı bir davetle başlamış. 1980’de, otuz sekiz yaşındayken Güney Kore’ye ilk kez ayak basan Anthony Birader, sonraki hayatını Sogang Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı öğreterek, Korece öğrenerek, kitaplar yazarak ve giderek artan bir yoğunlukla Kore edebiyatını ve Ko Un’un bütün eserlerini İngilizceye çevirerek geçirmiş. Anthony Birader’in The Asia-Pacific Journal: Japan Focus adlı akademik dergide yayımlanan“The Art and Life of Korean Poet Ko Un: Cross-Cultural Communication” (Koreli Şair Ko Un’un Hayatı ve Sanatı: Kültürlerarası İletişim) başlıklı makalesini okuyunca, onun Ko Un’la sadece bir şair-çevirmen ilişkisi kurmadığını, Ko Un’u, hem hayatının olağanüstü olaylarının içinden hem de en sıradan hâlleriyle anlatabilecek kadar yakından tanıdığını anlıyorsunuz. Ko Un’un o makaledeki sûretinden söz edeceğim. Ama önce Anthony Birader’in beni çok etkileyen bir yönüne değinmek istiyorum. Kendini açıkça, bir dile, bir kültüre, bir uğraşa adamış olduğu halde; bütün bunlara belli bir mesafeyle, eleştirerek ve kendi farklılığını sadece hissetmeyip, genel anlamda farkın, farklarımızın kıymetini de bilerek yazabilen biri o. Kore edebiyatına olan sevgisi Koreli yazarların “yerelliğini” sorgulamasına engel olmuyor; dünyada ne yazıldığıyla ne söylendiğiyle hiç ilgilenmeyen Koreli okurları ve “Kore’de çok satan, Kore’de çok okunan, Kore için iyi” olmaktan ziyadesiyle memnun ama son tahlilde sihrini ülke, kültür, dil sınırı tanımamasında bulan edebiyat âleminin enginliğini de asla kavramayan Koreli yazarları eleştiriyor; edebiyatçının sadece “kendi milletine” değil, her insana ve hattâ her insanın baktığı her yıldıza, etrafımızdaki o muazzam kalabalığa ve o muazzam boşluğa söyleyecek bir sözü olması gerektiğini hatırlatıyor. Asymptote adlı yeni bir uluslararası edebiyat dergisi var. Internette İngilizce yayınlanıyor; Batı’yla Doğu’yu buluşturan çok dilli, çok milletli bir yazıişlerine sahip; en önemlisi de edebî çeviri üzerine, çevirinin her birimizin hayallerini anadilin tutsaklığından kurtararak özgürleştirebilmesi üzerine düşünen bir dergi. Asymptote’ta kendisiyle yapılan söyleşide, bahsettiğim “yerellik” eleştirisi kadar, çeviri üzerine anlattıkları, özellikle Fransız filozof Paul Ricoeur’den (1913-2005) ilhamla“çevirinin mutluluğu” üzerine söyledikleriyle de, her okur ve her yazar için –ve aslında “öteki”karşısında ne yapacağını bilemeden kalakalmış her kul için– bir kapı aralıyor Anthony Birader. Ben, Birader’in Ricoeur’den aktardığı o bölümü kendimce şöyle yazacağım: “Tercüme etmenin mutluluğu, dilin mutlaklığının kaybedilmesine bağlı olarak, yeterlilikle denklik arasındaki farkı itiraf etmek sûretiyle kazanılır. Bire bir aynı olmayan bir denklik mümkündür… Çevirmen, kendi mutluluğunu dilin misafirperverliğinde bulur o vakit. Dilin misafirperverliği de zaten, ötekinin lisanında ikâmet etmenin keyfi ile yabancı kelimeyi kendi evine kabul etmenin hazzının dengelendiği yerdir.”
First Person Sorrowful, Ko Un’un şiirleri arasında ayrı bir yerde duran, bir şiirden ziyade, şiir üzerine bir makaleyi, hattâ bir manifestoyu andıran şiirden almış adını. “Birinci Hazin Şahıs” adlı –yan sütunda tam çevirisine yer verdiğim— o şiir, ritim ve duygu olarak Ko Un’un eserinden apayrı bir yerde dursa bile; şairin –temelini Zen Budizminde bulan— felsefesini teyit eden bir mesaj taşıyor. Birinci tekil ya da birinci çoğul şahsın duvarlarını aşmayı deneyerek, adeta kendi içinden taşıp yükselerek, kendi vücuduna, kendi benliğine yukarıdan bakarak yazıyor Ko Un, ve onu “Koreli” bir şair olmanın ötesine taşıyıp, her dilde “evinde” kılan şey de bu sanırım. “Artık çok geç” diyor mesela “Tek bir kelime” adlı şiirinde: Artık çok geç. / Dünya duydu bile / benim kelimemi / ben onu söylemeden önce. / Solucan duydu. / Solucan bir damla ağladı. Bize, kendi ölümlülüğümüz kadar, hayatın devamlılığının da buruk bir hediyesi olan bu “gecikmişlik”hissini siz de çok iyi tanıyorsunuz, değil mi? Ya, Ko Un’un “Bir Ânın Çiçekleri” üst başlığında topladığı mısralarda, bize bölük pörçük hatırlattığı o büyük yalnızlığımızı, ortak çaresizliğimizi? Güneş batıyor / Bir dilek: / Şişman bir dolunayın altında kurt olmak. *** Bütün günü başka insanlar hakkında konuşarak geçirdim / yine / ve ağaçlar beni seyrediyor / eve dönerken. *** Bitkin düşen / annesi uyuyakalmış, / bebek tek başına dinliyor / gece treninin sesini. *** Yağmurlu bir bahar günü / bir iki kez dışarı baktım / acaba biri yanıma gelir mi diye. First Person Sorrowful’daki şiirlerin ekseriyeti, görünür dalgalardan ziyade gizli bir dip akıntısı gibi sürüklüyor okuru. “Birinci Hazin Şahıs” ise dalgaları vurgulayan bir şiir. Bir başına “biz” diyerek yemin etmenin tuhaflığı, bir zamanlar o yeminleri etmiş olanlarımızın şahsında hazin bir hakikate dönüşüyor ister istemez; bazılarımız, “ben âşığım” demenin cesaret gerektirdiği, komünal olmayan her şey gibi aşkın da “ayıp” olduğu günleri hatırlıyoruz belki. Ama “Bahar her zaman kararsızdır”mısraının, sadece “kandırılmış” gençliğimize ait olmadığını da pekâlâ biliyoruz. Dip akıntısı işte tam o noktada içine çekiyor bizi.
Dünyanın en üretken şairlerinden biri Ko Un. Türkçeye pek az çevrilmiş; ben sadece Eunk yung Oh’un tercümesiyle Ürün Yayınları’ndan çıkmış On Bin Can adlı minnacık bir kitaba rastladım — ki “On Bin Can”ın Maninbo / Ten Thousand Lives adıyla otuz cilt halinde yayımlanmış ve adına uygun biçimde, Ko Un’un hayatı boyunca rastladığı binlerce insanın her biri için bir şiir yazarak oluşturduğu dev ve devam eden bir eser olduğunu bilince, hepi topu 143 sayfalık bir numunenin yetersizliğini daha iyi kavrıyorsunuz. İnsan, niye rastladığı her insanın şiirini yazmak istesin? Cevabı, Anthony Birader’in Ko Un’un hayatı üzerine yazdıklarında buldum. Maninbo’nun ilk ciltlerinde anlattığı üzere, Japon hükümranlığı döneminde, çocukların büyüyemeden öldüğü yoksul Kore köylerinde başlamış bir hayat bu. İkinci Dünya Savaşı’nı kaybedince, Kore yarımdasından çekilen Japonya, yerini kuzeyde Sovyet, güneyde Amerikan ordusuna bırakır malûm. 1950’de de Kore’nin bu iki yarısı savaşa tutuşur. Çocukluğunda bütün yoksunluklara rağmen iyi bir eğitim alan, klasik Çinceyi öğrenen, şiir yazmaya başlayan Ko Un, on yedi yaşındadır savaş başladığında ve katliamlara bizzat tanık olur; yakın akrabalarının, âşık olduğu ilk kızın öldürüldüğünü görür. Cesetlerini taşır, gömer onları. Sonunda, bu dehşetin sesini artık işitmemek için kezzap döker kulaklarına; bir kulağı sağır kalır. Anthony Birader, Ko Un’un hayatının ikinci evresinde bir Budist tapınağına kapandığını, ardından ustası Hyobong’un peşinden bütün Güney Kore’yi dolaştığını da yazıyor. Hyobong, Japon İmparatoru’na bağlı bir hâkim olarak verdiği haksız ölüm cezalarının azâbını, savaştan sonra kendini dine adayarak çeken bir rahip. Ko Un da, Hyobong gibi dinde teselli aramış ama Budizmi katı yasaklara bağlayan rahiplere duyduğu tepkiyle, 1960’tan sonra dünyevî işlere dönüp öğretmenlik yapmaya başlamış. On yıl sonra, diktatör Park Çung-hi’nin zulmü karşısında duyduğu öfke ve çaresizlikle, dağa çıkıp zehir içmiş. Ölmeye karar veren ama ölmeyi beceremediği için hayata iki kez yenilmiş bir adam olarak evine döndüğü gün, gencecik bir tekstil işçisinin Seul’de diktatörü protesto ederek, kendini öldürdüğü haberini okumuş ve kararını vermiş: Bundan sonra intiharı denemeyecek, insanlar intihar etmeyi istemesin diye rejimle mücadele edecektir. Sonrasında defalarca gözaltı, kitaplarının toplatılması, polis nezaretinde coplanarak diğer kulağında da işitme kaybı oluşması ve nihayet 1980’de yirmi yıla mahkûm edilip cezaevine girmesi var. Hapisteyken, kolaylıkla yargısız bir infaza kurban gidebileceğini görmüş; “Beni sessiz sedasız, hiçbir kayıt tutmadan öldürebilirlerdi.” Oysa, “her hayatın gayrıresmî bir kaydı olmalı.”Rastladığı herkes için bir şiir yazarsa, kendince bir kayıt tutabilir belki; her hayatın önünde bir şiirle eğilebilir. Maninbo böyle başlamış. Ko Un’un iki yıl sonra genel aftan yararlanıp serbest kalması, Güney Kore demokrasiye geçince evlenmesi, elli iki yaşında ilk kez baba olması ve nihayet 1990’lardan itibaren pasaport alıp, dünyayı dolaşmasıyla nispeten “normalleşen” hayatının, bugün Korecenin en güçlü şairi olarak kabul görmesiyle taçlandığını söyleyerek bu biyografik notu noktalıyorum. Biraz araştırınca, Ko Un’un 2010’da Uluslararası Yazarlar ve Çevirmenler Kongresi için İstanbul’a gelip, Bilgi Üniversitesi’nde konuşma yaptığını öğrendim. Bülent Somay sağolsun o konuşmanın metnini gönderdi; Ko Un’un da “ötekinin” diline kapılarımızı açmak üzerine düşündüğünü biliyorum artık. Bilgi’deki konuşmasında, “Dil hayattır, hayat dildir” demiş Ko Un; “İçgüdüsel olarak, bilinmeyen dillere doğru uzanan bir macerayla tomurcuklanır dil. Diğer dillerle karşılaştıkça dilin hayatiyeti artar; dilin kaçınılmaz olan yeniden doğma iradesi buradadır. Bir çocuk konuşmayı öğrenir öğrenmez, annesinin kucağından inip komşu çocukları görmeye gider.” Ko Un’un mısralarına böyle saf bir merakla vardım ben. Siz de komşu çocukları görmeye gittiğiniz bir gün, şiirin yurdunun “evren ve uzay” ve “muazzam miktarda zaman” olduğunu söyleyen bu eski Zen rahibinin mısralarına bir bakın bence: “Bu kadim memlekette / ayrılmak genişlemek demektir. / Sonsuz bir hayat geçitinde / kimse tek başına var olamaz. Yarın! / Ah, adam olabilir tabii bir adam; başka insanların arasında bir dünya olur ama.”
Birinci Hazin Şahıs
Üzgünüm. Aydınlanma öyle güvenilmez bir hâl aldı ki. Geçen yüzyılın başlarında, Devrim’den sonra, Sovyet şairleri sadece “Biz” demeye karar verdiler. Şairler kendilerinden sadece “Biz” diye söz ettiler. Kendilerinden geçmişlerdi. Onların bu kararı, kar fırtınaları yüzünden sokaklara taşamadı ama kapalı kapılar arkasında geçerli ve ısrarcı kaldı. Yeminler ettiler, “Biz” diyerek bir başına. “Ben” aynanın içinde bir yerlerde kaybolmuştu. Parlak güneşli bir sabah, Mayakovski de dışarı fırladı bağırarak “Biz” diye. Sokakların şairiydi o. Ve “Ben”e izin yoktu hiçbir yerde. “Ben” kötüydü. “Biz!” Sadece “Biz” sahipti sihrin gücüne. Gökyüzünün alçak basıncı yavaş yavaş daha da alçaldı. Yaz çiçekleri tarumar edildi bir süre daha. Devrim devrimi yuttu. Çocukların futbol oynadığı bütün toplar tek tek söndü. “Biz”in gergin havası da söndü aynı şekilde. Biri çıkıp cesaretle “Ben âşığım” diye yazdı ama hâlâ “Biz âşığız” diye okuma alışkanlığı vardı. Kışın karları hepten erimemişti. Bahar her zaman kararsızdır. Geçen yüzyılın sonunda Sovyetler Birliği öldü. Ülkeler birbiri ardına Varşova Paktı’nı terkettiler. O zamandan beri şairlerin hiçbir şeyleri yok “Ben”den başka. “Ben”le başlayan her gün, “Ben”le bitiyor. “Ben” haricinde hiçbir şey yok. Tanrı bile bir başka adı “Ben”in. Bugün, Pasifik Havzası’nın her yerindeki şairler bitmek bilmez bir çabayla “Biz”in ve “Ben”in hayaletlerini gömüyorlar dalgalara. Hangi yeni doğumda sıra? Bundan sonra kim doğacak? Ne “Biz” ne “Ben.” Her dalga bir dalganın mezarı, bir başkasının rahmidir.