Türkiye basınının en kıdemli isimlerinden gazeteci Okay Gönensin (66), 13 Temmuz 2017'de saat 04:30'da geçirdiği kalp krizi sonrası hayatını kaybetti. Gönensin, 14 Temmuz'da çok sayıda çalışma arkadaşı ve meslektaşının yanı sıra siyaset, sanat ve bilim dünyasından çok sayıda ismin katıldığı bir törenle Nakkaştepe Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Gönensin'in birlikte çalıştığı gazeteciler usta gazeteciyle olan anılarını paylaştı. Ümit Kıvanç, Okay Gönensin hakkında "Dünyaya neresinden baktığını ve ne gördüğünü hiçbir zaman bütünüyle bilemeyeceğimiz insanlardandı. Bu yüzden, kışkırtıcı, zenginleştiriciydi. Çünkü, bizimkinden farklı olsa da, birşeyler gördüğünü hep bilirdik" dedi.
Gündüz Şimşir, "Bu önemli gazetecilik okulunda Okay Gönensin ve Hasan Cemal gibi iki önemli entellektüel usta ile çalışmak bugün hala şeref duyduğum hayat adımlarından önemli bir dilimi teşkil ediyor" derken, Fatih Güllapoğlu, "Çok erken oldu Okay" diye yazdı.
Milliyet yazarı Mehmet Tezkan da, Milliyet'teki köşesinde "Beni yetiştiren kişidir Okay Abi.. Sadece bana değil, Cumhuriyet’te yetişen benim kuşağıma çok emeği vardır.. Hasan Cemal-Okay Gönensin ikilisinin eline çocuk yaşta düştüm.. Gazeteciliği, yazı yazmasını bana onlar öğretti.. Ahlaklı olmayı da.. Yazının namus olduğunu da.. Mesleğin kutsallığını da..." ifadelerine yer verdi.
Barış Bil ise, "Okay Gönensin benim neyim?" diye sorarak anılarını kaleme aldı. Osman Ataman, Facebook hesabından Gönensin hakkında, "Sonsuza kadar huzur bulsun.Aksi ve iyi yürekli..." dedi.
Sabah yazarı Hıncal Uluç da, Cumhuriyet ve Sabah'ı eleştirerek, "Sabah gazetemde, o da iç sayfalarda haberini görünce hem hüzün hem öfke kapladı içimi.. Yahu bu gazeteye, Sabah'a o kadar emeği var.. Gazeteye gelince Cumhuriyet'i açtım hemen.. Orada da beraber çalıştık bir dönem.. Genel Yayın Müdürlüğü yaptı.. Tek sütun verebilmişler, lütfen!.. Perşembe bütün gün haber kanallarını dolaştım ara ara, tenis ve bisiklet izlerken.. Birinde alt yazı yok, "Okay Gönensin'i kaybettik" diye.. Sabah 4.30'da ölmüş. Hasan Cemal tweet atıp duyurmuş sadece" görüşünü dile getirdi.
Hasan Cemal: Bir ölümün, sevgili Okay'ın acısı...
Doğan Akın: "Okay Abi okusaydı" diye düşününce...
Murat Bjeduğ: O yıllar, o Cumhuriyet ve Okay Gönensin…
Ömer Laçiner: Her kritik kavşakta Okay belirir, paha biçilmez yardımda bulunurdu
Şebnem Şenyener: Kör bir koç değildi sözü
1950 yılında Sarıkamış’ta doğdu. Saint Joseph Lisesi’nden 1967 ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden de 1972 yılında mezun oldu. Gazeteciliğe 1 Mart 1976 yılında Cumhuriyet Gazetesinde başladı. 9 Mayıs 1983 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü iken gazetenin baş yazarı Nadir Nadi ile birlikte iki ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Cumhuriyet, Sabah, Yeni Yüzyıl, Star ve Yeni Binyıl gazetesinde yazı işleri müdürü, yayın koordinatörü, genel yayın yönetmeni, köşe yazarı ve başyazar olarak görev yaptı. 2002 yılında Sabah Gazetesi’nden ayrılarak Vatan Gazetesi’ni kuran “Bağımsız Gazeteciler Grubu” arasında yer aldı. Bu gazetenin okur temsilciliğini üstlendi. Fransızcadan çeviriler yaptı. Son olarak “Bu da Geçer Ya Hû” diye bir kitap yayınladı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Ödülleri Gazetecilik Seçici Kurulu’nda ve Meslek İlkelerini İzleme Komisyonu’nda yer aldı. Sürekli Basın Kartı taşıyan Okay Gönensin bir çocuk babasıydı.
İşte Gönensin'in birlikte çalıştığı gazetecilerin yazdıkları:
Ümit Kıvanç
Hayatımın akışını değiştiren insanlardan biri artık yok. Okay Gönensin aramızdan ayrıldı.
Dünyada bazı işler bir şekilde yürüyecekse bazı insanlar sayesinde yürür. Onlar olmazsa o işler o şekilde yürümez. Bazı işler bazı insanlara uygundur. Onların yapması daha makbul ve münasiptir.
Okay, gazetecilik için biçilmiş kaftandı. Ve bir dönemin, çok şeyini çok kimsenin tartıştığı, ama eller vicdanlara doğru azıcık uzandığında kalitesini kimsenin tartışamayacağı Cumhuriyet’inde işler orada o olduğu için o şekilde yürüyordu.
İlginç, zeki ve meraklı, ufku geniş bir adamdı. Karşıdan bakana, hattâ tanışıp az buçuk sohbet edene, hattâ fazla içli dışlı olmaksızın birlikte çalışana, donuk, ketum, meraksız, kendiyle meşgûl görünürdü. Oysa çok şeyi sizden önce görürdü. Yeri geldiğinde anlardınız.
Milliyet yazıişlerinde, tıfıllıktan yukarı yeni uzanmış, kendisinden birşeyler beklenen gençlerdendim. Beni Cumhuriyet’in yeni oluşturulan “Haber Merkezi”nin -daha önce yoktu- başına, müdür Yalçın Bayer’in yanına yardımcı olarak transfer etti. Bir haber merkezinin oluşması, yerleşmesi sürecine katılmak bana başka şartlarda öğrenebileceğimden çok daha fazla şey öğretti.
Okay’la birlikte çalışırken çok şey öğrenirdiniz. Ya usulca ya onunla kavga ederek. Kavga da, sizin gürültüyle nefes nefese oynadığınız, onun sükûnetle, sizi sinir ederek kazandığı bir oyun olurdu. Konu haber seçimi, sayfa kompozisyonu, atılacak başlık vs. ise genellikle o haklı çıktığından, zamanla bu kavgalara daha sıkı hazırlanıp girmeniz gerektiğini kavrardınız. İş üzerinde öğrenme dediğiniz nedir ki?
Beraber çalıştığım gazeteciler arasında en iyi başlık çıkarabilen adamdı.
Galiba hayata yaklaşımı da bu işi o kadar başarılı yapmasına yolaçan özelliğiyle bağlantılıydı. Dünyanın nasıl işlediğini çözmüş ve bundan hiç memnun olmayan, buna karşılık hâlihazırda elinden çok şey gelmeyeceğini bilen biri gibiydi. Çözmüşlük olayın özünü çabucak kavramanın, memnunsuzluk bir an önce en kısa şekliyle ifade etmenin, eylemsizlik nesnelliğin yolunu açıyordu sanki.
Ketumluğu, kapalılığı yüzünden, belki onunla çok yakın çalışmış insanlar olarak onun hakkındaki görüşlerimiz hakkında birbirimizle tartışabiliriz. Ama dünyaya -çoğu zaman karamsarlık sûretine bürünen- “mesafe”sinin ona muhteşem gazeteci hasletleri kazandırdığını kimse inkâr etmeyecektir. Gaza gelmeme, önüne konan bilgiden şüphe duyma gibi olmazsa olmaz gazeteci özelliklerine, dediğim gibi, neredeyse bir karakter özelliği gibi içselleştirilmiş halleriyle sahipti.
Sözkonusu mesafe ve sükûneti, Cumhuriyet’in yerleşik basının tek muhalif gazetesi olduğu 12 Eylül ertesinde, bana sorarsanız başkası tarafından asla altından kalkılamayacak çok riskli, çok badireli bir rolü başarıyla oynayabilmesini sağladı. Akşama doğru, mesai bitiminde, muhtemelen aralarından birinin odasında toplaşıp memleket meselelerini gözden geçiren ve şu söz dinlemez, çıkıntı gazetecilere haddini bildirmeye sıvanan albayımlar telefona sarılır, ilk açan, santralın dediklerini kısaca dinleyip Okay’a mâlûm şekilde işaret eder, Okay, “odama bağlasınlar” jesti yapar, odası dediğimiz, yazıişleri “salonundan” cam bölmeyle ayrılan, hücremsi ufak yere geçer, iktidardan başı dönmüş subayların fırçalarına sâkin, edepli, gazeteyi kapattırmayacak karşılıklar vererek kırk beş dakika kadar ıstırap çekerdi. Telefonu kapatıp kalktığında, “nedir?” diye sorardık haliyle. “İşte,” derdi omuz silkip, “her zamanki vaziyet.”
Şunu rahatlıkla iddia edebilirim -sanırım o dönemde Cumhuriyet’te çalışmış herkes de kabul eder- ki, sıkıyönetimle bu badireli ilişkiyi, bizi de germeden ürkütmeden idare etmek başka kimsenin harcı değildi.
Öte yandan, şu da kayda geçmeli ki, Okay bizi de nasıl idare edeceğini iyi bilirdi. Ve hangimize hangi işi verirse sonuç alacağını. Ne zaman neye müdahale edeceğini. Ve ne zaman ortadan kaybolacağını!
Cumhuriyet binasında “Okay’ı aramak” diye bir zorunlu uğraş vardı. Herkes bir ara bir şekilde buna mecbur kalabiliyordu. Çok da büyük olmayan binanın içinde kendisini ortadan kaybedebiliyor, gerekli gördüğünde ortaya çıkıyordu. Günün birinde öğrenildi ki, Okay’ın nerede olduğunu her zaman bilen ve bunu kime söyleyip kime söylemeyeceğini de kestirebilen bir kişi vardı! Ve o, kimsenin ihtimal vermeyeceği biriydi.
Kendine göre bir düzen kurmuştu Okay ve işler onun kurduğu düzene göre yürüyordu.
Evet, gereksiz tartışmaya girmek istemez bir hali her zaman vardı. Fakat kabul etmek gerekir ki, dünyada olan biten ve gazetecilik konularında herkesten daha öngörülüydü. Bu “fakat”ı izah edebilecek bir örneği özellikle anmak isterim.
Bir gün Okay tuttu, “Bilgisayar ilavesi yapacağız,” dedi. O sırada henüz ne bilgisayarı!? Evet, bilgisayar diye birşeyler biryerlerde var, giderek lafı daha çok ediliyor falan… ama Cumhuriyet gazetesi ne demeye bilgisayar eki verecek, bunun içine ne koyacak..? Kimimiz “ya ne alâkası var!” dedik, kimimiz, herhalde bir çeşit yeni moda veya özenti gözüyle baktı, omuz silkti. Sonunda Okay, Cengiz Turhan ile bana bu eki hazırlama görevi verdi. Gittik, sanırım bu alandaki ilk piyasa araştırmasını yaptık. Bilgisayar firmalarıyla görüştük. Bize anlattılar: Bir kocaman, main-frame’ler var, dediler, işte bu oda kadar. Sonra, mikro-kompüterler vardı; birkaç çamaşır makinesini yanyana koymuşsunuz gibi, o büyüklükte. Sonra, dediler ki, terminaller olacak herkesin önünde, hepsi bir ana bilgisayara bağlı olacak, işyerlerinde insanlar bu terminallerin karşısında çalışacaklar. Sonra efendim, personal computer’lar, kişisel bilgisayarlar yolda; şunlar şunlar bilgisayarlarla yapılacak.
O esnada bilgisayar hakkındaki bilgimiz, aşağı yukarı üç harften ibaretti: I-B-M. Cengiz’le beraber, programlar, programlama dilleri, terminaller vesaireyi dosyalarımıza, klasörlerimize doldurduk geldik. Sahici telli dosya ve klasörlerden sözediyorum, kucakta taşınan.
Bilgisayar ekini hazırladık, son sayısını da, içinde bulunduğumuz yılın anlam ve önemine binaen, “1984” konusuna ayırdık: devletlerin elektronik gözetleme-denetleme araçları, faaliyetleri, falan.
Bilgisayar eki verilmeye başlandı; sayıları tam hatırlamıyor olabilirim; sanırım Cumhuriyet o sırada yüz bin civarında satıyordu, satış on-on beş bin arttı! “Ulan kim merak edip de alacak bilgisayar ekini…” diye içimizden geçire geçire çalışmıştık. Satış sayıları gelince herhalde hepimiz, mahçup, Okay’ın yüzüne bakmış olmalıyız. Bir şey dememiş, yüzünü önündeki LeMonde’a eğmişti muhtemelen.
Kavgalarımızı hatırlayamıyorum. Çok var. Daha çok, benim için önemli olmuş kararlarını hatırlıyorum. “Kaza olmadığı, insanlar ölmediği bir zaman” Zonguldak’a gidip madene inme önerimizi kabul etmiş, Deniz Som’la ikimizi -benim haber merkezinden üç-beş gün ayrılmamı da göze alarak- göndermişti. Madene indik, galerilerde dolaştık, kömüre kazmanın vurulduğu yere kadar gittik. Deniz yazmıştı, ben fotoğrafları çekmiştim. O fotoğraflar -ve bu gezide edindiğim öfke ve ruhumu tâbi kıldığım reddiye- yıllar sonra 16 Ton filmimi yapabilmemi sağladı. Hattâ buna bizzat yolaçtı.
Ben Cumhuriyet’ten ayrıldıktan epey sonra, 1990’ların ortalarındaydı sanırım, şair Refik Durbaş’la ikimizi -onun yazacağı, benim fotoğraflayacağım- “Küçülen Şehirler” röportajı için Kastamonu, Sinop, Kars, Artvin, Bilecik ve Kırklareli’ye yollamıştı. Dünyanın en uyumlu yol arkadaşlarından biriyle sohbet muhabbet halinde dağ tepe dolaşma faslı bir yana, memlekette neyin ne olduğunu anlamama büyük yardımı oldu bu gezinin. Artvin’den dönüşte, biz Trabzon’dayken Yeni Çeltek maden kazası olmuştu. Oraya seğirttik, orada çektiğim fotoğraflar da 16 Ton’u zenginleştirdi.
Hayır, Okay’dan bahsetmeyi sürdürüyorum. Çünkü yıllar sonra bu işlerin uzantıları hayatımın biryerlerinde akmayı sürdürdükçe, bunları, gazeteciliği zenginleştirmeye çalışan, geniş görüşlü bir yazıişleri müdürü sayesinde yaptığımı hep hatırladım.
Sanırım belli edebilmişimdir, anlaşamadığımız çok konu, en başta, aramızda bir “hayat tavrı” farklılığı vardı. Hele anca rastlayınca görüştüğümüz son yıllarda memleket hallerine dair fikirlerimiz de epey ayrışmış gibiydi. Ama hem onun habere, gazeteye yaklaşımından hem de beni koştuğu işlerden çok şey öğrendim, öncelikle anılması gereken budur. Ondan çok şey öğrenmiş çok gazeteci vardır.
Okay Gönensin, dünyaya neresinden baktığını ve ne gördüğünü hiçbir zaman bütünüyle bilemeyeceğimiz insanlardandı. Bu yüzden, kışkırtıcı, zenginleştiriciydi. Çünkü, bizimkinden farklı olsa da, birşeyler gördüğünü hep bilirdik.
Onun yoruluşunu izledik, son yıllarda. Köşeyazarlığı bir nevi “yoruldum” ilânıydı onun için.
Oysa habere maddî, muhabirliğe insanî yatırımın esirgenmediği, gazetecilik mesleğinin hakkıyla yapıldığı yerde, ideal gazete yöneticisi olurdu.
Ardından söylediğimiz sözlere ne kadar memnun olurdu, ne kadar bıyık altından gülerdi, onu da kestiremiyorum doğrusunu isterseniz. Ciddî olmadığımızı, kendimizi ciddî sandığımızı iddia edebilirdi. Öldüm diye böyle konuşuyorsunuz, diyebilirdi. Sahiden. Diyebilirdi. Takmayacağız haliyle.
Ve takmadığımız halde işler yürüyecek! Eksilme dünyanın işleyişine engel sayılmıyor.
Şu son cümleleri senin ağzından söylüyorum Okay, güle güle.
Gürsel Göncü
Okay Abi ‘mübarek’ bir insandı. Biliyorum, onu tanıyanlara bile tuhaf geliyor bu ahlaki-dinî-insani çağrışımları olan kelime. Kendisi de duysaydı, Arap alfabesinin sin ve kaf harflerini hatırlatırdı. Ama bilindiği gibi hem mesleki hem insani anlamda örnek yaratmış nadir bir şahsiyet, kıymetli bir gazeteciydi. Ülkemizde işi neredeyse bitmiş bu meslek erbabının son parlak temsilcisi oydu.
80’li yıllarda Hasan Cemal’le birlikte yönettikleri Cumhuriyet ve 90’lı yıllardaki Yeni Yüzyıl, onun ustalığının ve Türk gazeteciliğinin henüz aşılamamış zirveleri hâlâ. 20. yüzyılın son 20 yılında Okay Gönensin’le birlikte çalışma şansına sahip olanlar, bugün arşivlerin hüzünlü ama övünçlü sayfalarındadır. O dönemde Türk basınının Avrupa’nın büyük gazeteleri standartlarına yaklaşan içerik ve sayfa düzeni, habercilik-fotoğraf anlayışı, yorum-analiz seviyesi, büyük oranda Gönensin’in eseridir.
Cumhuriyet döneminde Hasan Cemal’in meşhur ve klasikleşmiş sözü “Karşı tarafa sordunuz mu?” idi. Okay Gönensin’in ki ise “Okuru salak yerine koyma!” Bugün bu iki en temel gazetecilik ilkesinden bile o kadar uzaktayız ki.
Gazetecilik inançla ve önyargılarla değil soru sorarak, her şeyden önce kendine soru sorarak yapılan bir meslektir. Okay Gönensin bizlere ve okurlara bunu gösterdi. Bugün de, gelecekte de, basında kalite dediğimizde onun adı anılacak, onun sayfaları örnek alınacak. Mübarek Okay Gönensin. Gerçek adıyla Aziz Okay Gönensin.
Necdet Doğan
Bu sabah vefat eden Okay Gönensin, Cumhuriyet’te 38 yıl önce ilk yazı işleri müdürümdü.
Daha sonra gazetenin künyesine onun yardımcısı olarak girdim.
Cumhuriyet’te toplam 12 yıl birlikte çok yakın çalıştık.
Bunun 6 yılı gececi olduğum için her gün bitmeyen telefon görüşmelerimiz olurdu.
Daha sonra Sabah ve Star gazetelerinde yan yanaydık.
*
Ölüm haberi üzdü.
Paylaşılanlar çok. Anılar sayısız.
Hepsi film şeridi gibi geçiyor.
Nikâh yemeğimizden kalan bir anımı anlatayım.
*
Okay, gazeteden bir grup arkadaşımızla Baro Han’da yediğimiz yemeğe geldi.
Elindeki paketi uzatıp, “Bunu bu akşam uyumadan önce aç” dedi.
Yemek bitti, eşimle Taksim’deki bir otele gittik.
Kafam iyi…
Merak ediyorum paketi
Paketi açtım.
İçinden ertesi günün Cumhuriyet’i çıktı.
*
Benim yıllardır, matbaadan gelir gelmez alıp okuduğum, üzerinde değişiklik yaptığım taşra baskısı gazete.
Hadi göz atmadan dur bakalım.
İzin dönüşü Okay’ın hınzır hınzır gülüşünü, bir de eşimin yıllardır bu hediyeye olan öfkesini unutamam.
*
Sevgili Okay Gönensin…
Hep işini iyi yapanın yanında oldu.
Onları takdir ve teşvik etti.
Çalıştığı gazetelerde yeniliklerin peşindeydi.
Kitap eki çıkarma geleneği onun ısrarlı isteği ve takibi sonucudur.
Çizgi roman tutkusu, karikatürist arkadaşlarımızın ufkunu açmıştır.
*
İyi ki onunla birlikte çalışmışım diyorum.
*
Işıklar içinde uyusun.
Gündüz İmşir:
Hürriyet Gazetesinden beni transfer ettiği Cumhuriyet Gazetesinde çalışmaya başladığımda önemli bir idealime de Okay Gönensin sayesinde kavuşmuş oldum. Bu önemli gazetecilik okulunda Gönensin ve Hasan Cemal gibi iki önemli entellektüel usta ile çalışmak bugün hala şeref duyduğum hayat adımlarındanönemli bir dilimi teşkil ediyor. Bugün bu ustalardan Okay ağabeyimi kaybettiğimi öğrendim. Üzüntüm çok büyük. Fransız ekolünden gelen 24 saat gazetecilik yapan kıvrak bir zekaya sahip Türk medyasının önemli mihenk taşlarından birisiydi. Son dönemde savunduğu birçok görüşe kesinlikle katılmamama karşın Gönensin Ağabey yönetici olduğu bir gazetede tüm sayfaların ilan bölümlerine kadar olan hakimiyetiyle eşine ender rastlanan bir gazeteci olarak beynimde ve kalbimde çok özel anılarla yaşayacak. Artık Yakup meyhanesininin hemen girişinde karşılaştığımız ve hemen yanağına bir öpücük kondurduğum Okay Gönensinin yokluğuna alışmak kolay olmayacak. Hoşçakal usta...İyiki seni tanıma Şeref'ine erişmişim...
Fatih Güllapoğlu
Okay Gönensin'in Cumhuriyet Gazetesi'nin Yazı İşleri Müdürü olduğu dönemin bir bölümünde ben de Cumhuriyet'teydim. O dönem 12 Eylül darbe dönemi idi ve özellikle hem Cumhuriyet hem de bizler için çok ağır bir dönemdi. Arkadaşımdı, ikimizin de bekar olduğu bir dönem oldu, neredeyse iş çıkışı her akşam dışarıda da birlikte dolaşırdık. İş dışında sıkı bir sofra arkadaşıydık. Sıkı bir entellektüel ve tam bir kitap kurdu idi. Zekası normal zeka düzeyinden yüksekti. Ama en önemli kusuru kendine bakmaması, sağlıksız yaşamasıydı. Son dönemdeki Okay Gönensin siyasal açıdan aynı Okay değildi. Ama o hayatımın bir döneminin en önemli dostlarımdan birisiydi. Çok erken oldu Okay. Özel yaşamında hiç bir zaman istediğin mutluluğu elde edememiştin. Dilerim ki mekanın cennet olur ve o dünyada aradığın mutluluğa kavuşursun.
Uygar Eremektar
(Okay Gönensin anısına)
- Abi, dehşet bir araba.
- Oğlum manyak mısın? Her yolda gördüğün arabayı almaya mı kalkacaksın?
- Yok abi bu araba müthiş. Öyle böyle değil.
- Yahu bunun benzini, vergisi bilmem nesi...
- Eh iyi de benim arabam var ki zaten.
- Ha! Doğru ya!
- Onu satıp peşinat yapacağım. Gazete bir avans çıksa bana.
Arkadaşlarım bilirler. Tarih hatırlamakta kötüyümdür. 80’li yılların sonları gibiydi herhalde. Spor Servisi’nde çalışıyordum. Sultanahmet’ten gazeteye giderken görüp aşık olduğum bir Vosvos’u nasıl alacağımın hesabını yapıyordum. Okay Gönensin, Okay Ağabey, artık yazıldığı üzere Okay Abi, Yazı İşleri Müdürümdü. Ve muhasebeye giden yol ondan geçiyordu. Ne var ki, öyle uzun vadeli bir borçlanma pek de vaki değildi. Konuşma şöyle bitti:
- (Okay sessizce cebine uzanır, çek defterini çıkarır ve üzerine gereken rakamı yazıp uzatır).
- Abi?!
- Şimdi s...tir git, arabanı al.
- Abi ne yaptınız, ben maaşıma mahsuben avans...
- Oğlum kim uğraşacak o kadar yazı çiziyle. Git al işte arabanı. Ödersin!
Bu onunla ‘kişisel’, ağabey-kardeş, eski usül usta-çırak ilişkimin bende derin iz bırakmış anısıydı.
Ama bir de gazeteciliğin sadece haberini yazıp çıkmak olmadığını öğrendiğim bir gece var ki, saniyelerini dahi hatırlıyorum. Ve eğer bugüne kadar bir nebze başarılı bir meslek hayatı sergileyebildiysem, bunu o geceki gözlemlerime borçluyum.
Tarih hatırlamakta o kadar kötüyüm ki, Google’a ‘Olof Palme’nin öldürüldüğü gece’ yazdım. Karşıma çıkan tarih 28 Şubat 1986 oldu.
İşte o gece, İstanbul Üniversitesi’nde son sınıf öğrencisi olduğum için, gündüz okula gidiyor, gece de (şefim Abdülkadir Yücelman’ın desteğiyle bana nezaket gösterildiği için) Spor nöbetçisi olarak çalışıyordum.
O zamanlar gazete sayfaları pikaj servislerinde ‘bağlanır’, filme gönderilirdi. Baskısı dönmeye başlamış gazetenin son kontrollerini yapıyorduk. Mustafa Sağlamer gece sorumlusuydu. Yine o zamanlar Cumhuriyet’te çalışan Tarık Ersoy (rahmetli karikatürist Ali Ulvi Ersoy’un da oğludur ve sonraki yıllarda televizyon gazeteciliği de yapmıştır), dönemin modası ‘kısa dalga radyo yayını dinleme’ eğlencesi sırasında, yabancı radyolardan bir haber duymuş ve hemen gazeteyi aramıştı. Pikaj Servisi’nin telefonu da işte bu nedenle cayır cayır çaldı.
Telefonu açan arkadaş Sağlamer’i telefona çağırdı. - Anlamadım, bir daha tekrarla. - ... - Tarık ne diyorsun? Emin misin? - ... - Yahu, daha şimdi yukarıdan indim, telekslerde çıt yoktu. - ... - Tamam peki, buradan da bir bakalım.
Bu şifre konuşmanın ardından Sağlamer pikaja dönüp, “arkadaşlar Olof Palme öldürülmüş eğer doğruysa” dedi.
O günkü cehaletimle kendi kendime “o kim ki” diye sordum. Cep telefonu yok, internet yok, Google yok, arşive gidip “bu kim” diye bakacak bir saat değil. Neyse ki pikajörlerden biri “o kim ki” deyiverdi. Sağlamer “İsveç Başbakanı, ayrıca bütün Dünya için sembol isimdir, çok büyük olay” dedi.
İşte o an büyük bir koşuşturmaca başladı. Sağlamer beni teleksin başına gönderdi. Peş peşe çınlama var mı diye. Bir yandan birinci sayfanın sol üst köşesindeki haberi çıkarttırıp ‘parça’ hazırlamaya başladı. Dizgi Servisi’ne başlık verdi, eliyle saman kağıt üzerine spot yazdı. Haberi de dizgicinin başında durup satır satır yazdırdı. Ve o arada gazetenin önde gelen isimlerini yani Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal ile Yazı İşleri Müdürü Okay Gönensin’i bulma çabasına girdi.
Okay Abi’nin o dönemin moda mekanı Ece Bar’da bulunmasına kimse şaşırmadı. Hatta bar kapısı gibi açılıp kapanan yazı işleri katının kapısından girdiğinde, bir solundaki camlara, bir sağındaki İstihbarat Servisi dolaplarına çarpa çarpa odasına ilerlemeye çalışmasına da.
O an kafamdan geçen cümleyi hiç unutmadım. “Yahu böyle mi gazeteye karar verecek?”
Bugün hala, o gece orada olup, Okay Abi’nin yaptıklarını gözlemlediğim için bu meslekte bir noktaya gelebildiğimi düşünüyorum. Çünkü o gece şöyle devam etti.
Kapıdan bir oraya bir buraya çarpa çarpa giren Okay Abi’nin yanında ‘özenle’ yürümeye çaba gösterip sorularını anlayıp yanıt üretmeye çalışan Mustafa Sağlamer’e şunu söylediğini duydum.
- Aaa! Birinci sayfa değişikliğini yaptınız mı? - Evet abi. Baskıyı da yavaşlattık. Hatları fazla geciktirmemeye çalışarak. - Ha!
dedi ve geldiği gibi kendi ekseni etrafında 180 derece dönüp kapıya geri yürüdü. “Haydi İdare’ye” diyerek.
Ve ben o gece, düz yürümekte zorlanan Okay Abi’nin, Gece Amiri’nin masasına oturup, tek tek hatları (yani dağıtım kamyonlarını) nasıl kontrol ettiğini, hangi hattın geri çağırılıp arabayla yeni gazete gönderilmesine karar verdiğini, gazeteciliğin aslında sadece haberini yazmak, başlığını atmak, sayfanı filme teslim etmekten ibaret olmadığını öğrendim. Ertesi günü, ne Hürriyet, ne Milliyet, ne başka bir gazete. Elbette Anadolu değil, hatta İstanbul’un tamamı bile değil ama, İstanbul’un büyük bölümünde sadece Cumhuriyet Gazetesi’nin manşetindeydi Olof Palme’nin öldürüldüğü haberi. Hele ki insanların sadece gazetelerden haber alabildikleri o dönemde.
O geceden sonra gazetede kağıt bobini üzerinde uyumuşluğum da vardır, makina dairesindeki duşlarda yıkandığım da.
O geceden sonra 30 yılı aşkın süre gazete, dergi ve televizyonlarda, gurur duyarak habercilik yaptım. Hem de yaptığım işin ‘yayın’ tarafını da her yeni gelişmesiyle hep öğrenmeye çalışarak.
O gece ‘yöneticiliğin’ ne olduğunu öğrendim. Ve Okay Abi’den aldığım dersi bütün hayatıma uyarlamaya çalıştım.
Okay Abi, ve elbette ki Hasan Cemal, gencecik yaşımda bana inandılar, güvendiler. O günün efsane Cumhuriyet’inde ‘yeni’ bir servis kurup (TV-Radyo Servisi) başına şef olarak geçmemde destek oldular, yol açtılar.
Bugün an itibariyle habercilik yapamıyorsam da, yaşadığım sürece yaptığım habercilikten gurur duymam, onların o zamanki hallerinden aldığım derslere dayanır.
Okay Abi; iyi ki seni tanımışım. İyi ki seni gözlemleyebilecek kadar yakınında olabilmişim. İyi ki, hayatıma dokunmuşsun. Işıklar içinde uyu!
Barış Bil
Yıl 1988 filan, Cumhuriyet Gazetesi Ankara bürosunda, 3 kuruşa sigortasız çalışan bir foto muhabiri adayıyım. Eskilerin “Yazı müdürü” dediği Okay Gönensin telefonla arayıp son derece nazik bir ifadeyle bir ricada bulundu… “Kayın pederim Ali İhsan Göğüş İnönü Vakfı’ndan bir plaket aldı bu gün, sen de gazete için fotoğrafını çekmişsin, şekerim 1-2 kare basıp yollar mısın bana?” Unuttum. Koca yazı müdürü 6 ay, ayda 1-2 kere arayıp “bulabildin mi fotoğrafı” diye sordu. Aynı nezaketle… Kaybettim. En ufak bir imada bile bulunmadı. Normal şartlarda olması gereken benim bir daha o büroya girememem…
6 Kasım 1991. Hasan Cemal-Okay Gönensin gurubuna karşı İlhan Selçuk- Uğur Mumcu ve onların ardından benim de aralarında bulunduğum bir gurup Cumhuriyet’ten istifa ettik. Konu burada kimin haklı olduğu, niye istifa ettiğimiz filan değil ama karşı guruptaydım.
1994 yazı, işsiz ve 5 kuruşsuz günler, Yurdagül dedi ki, -Okay yeni gazete çıkarıyor, Ali Acar görsel yönetmen, arasana... Aradım, hemen gel dediler, gittim, hemen işe başlatıp yarım maaş da peşin verdiler, eve dönecek otobüs param yokken, cebimde 15 milyonla çıktım ordan. Hiç bişey sormadı, nazik bir gülümsemeyle elimi sıktı. Mesela o sırada odada olan Gürsel çenesini yukarı kaldırıp, sigara dumanını yüzüme üfleyerek “barış bil…” diyerek uzun uzun bakmıştı yüzüme.
13 mart sabahı. Gazi Mahallesi olayları, çok fotoğraf çektim, sabah erken gitmiştim, olaylar önümde patladı, fotoğraflar iyi oldu. Okay abi Sabah’a filan fotoğraf satmış, çok keyifli, “seni fotoğraf editörü yapalım” dedi. Neden? Memnun değilmisiniz benden, bırakın fotoğraf çekeyim dedim, içerde ne yapacağım? Tamam dedi. Nisanda operasyonlar filan. Çok çalışıyorum. Bir gün Genel Kurmay başkanı Karadayı aramış, çektiğim fotoğrafları konuşmuşlar, odasından çıktı, yanıma geldi, "Ne yapayım senin için" dedi. Abi bişey istemem, çalışıyorum, iyiyim ben.. dedim. O günden sonra hiç bir zammı tek almadım, en az 2,5 katı aldım her 3 ayda bir aldığımız zammı.
Gazeteye sanatsal yayınlar getiren Muharrem vardı, ondan her ay 500-600 dolarlık kitap alırdım, bir gün gördü, -Neden alıyorsun bunları, ne kadar aldın diye sordu. Muharrem anlattı aldığım kitapları, o günden sonra aldığım bütün o pahalı sanat yayınlarının parasını Okay abi kendi cebinden ödedi.
Evlendiğim gün, kokteyl, ardından yemek, gece en son çıktı salondan, ve yanımda oturdu bütün gece. O gün Küçük Armutlu’da kıyamet kopmuştu.
Bir ara Yeni Yüzyıl’ın tirajı düştü. Filiz, Sabah Gazetesi dedikodusu ile beni kızdırıyordu. “Okay Beyin yerine Erdal Şafak’ı getirecek Dinç bey” diye. Kantarın topuzunu kaçıran bir espri mi desem?
Yeni Yüzyıl'dan ayrılıp Sabah’a gittiğimde maaşım 677 milyondu. İş görüşmesi yaparken Can abi “sakın kimse duymasın maaşını, burda ençok alan bu paranın 1/3 ünü bile almıyor” diye tembihle işe aldı beni. Sabah’ın özel haber ekibine. Yeni Yüzyıl’da her gün fotoğrafı yayınlanan ben, Sabah’da 1,5 yılda toplasan 50 fotoğrafım olmamıştır.
Sahi, Okay Bey benim neyim?
Bu sabah gözümü açtım, elimi telefona attım ve Pınar’ın yazdığını gördüm, şok oldum. Öylece kaldım. Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Yılda bir kere de görsem.. Oturup uzun bir sohbeti paylaşmamış da olsam.. Yeri benim kalbimin baş köşesidir.
İş hayatımda Tunç Pura, Ali Acar ve Okay Gönensin’in bana kattıkları benim için ölçülemeyecek kadar değerlidir.
Nezaketi, beyefendiliği, centilmenliği, bilgisi, kültürü ve öğreticiliği ile aklımdan hiç çıkmayacak.
Hep gözümün önüne muzip, çocuksu, heyecanlı ve çoğu zaman neşeli bakışları gelir. Öyle de kalacak.
Bilmiyorum Okay Gönensin benim neyim, ama çok değerlim…
"Hasan Cemal - Okay Gönensin ikilisinin eline çocuk yaşta düştüm; yazının namus olduğunu onlar öğretti"
Mehmet Tezkan
Sabahın sekizi.. Birkaç dakika sonra uçağa bineceğim.. Telefonum çaldı..
Nurgün ( Erdinç).. Cumhuriyet’te uzun yıllar birlikte çalıştığım arkadaşım.. Bu saatte arıyor; bi terslik var dedim..
Kalbim pırpır ederek açtım..
Buz gibi bir ses; duydun mu, ne yapacağımı bilemiyorum..
Ne oldu diyebildim..
Ağlamaklı bir sesle ‘Okay Abi’yi kaybetmişiz’ dedi..
Başka bir şey konuştuk mu; hatırlamıyorum.. Telefonu kapattık..
***
Uçağa bindim, beynimde anılar uçuşuyor..
Bir ara ciğerlerinde bir takım problemler vardı ama atlatmıştı.. Kötü bir şey çıkmamıştı..
Oturmuştuk, geç saatlere kadar sohbet etmiştik..
Bu ani ölüm neden?
Uçaktan indim telefon trafiği başladı.. Kalp krizi dediler, sabaha karşı uyurken kalp krizi geçirmiş..
Küçük bir teselli!.
Okay Abi’yi çok erken kaybettik ama hiç değilse acı çekmeden öldü..
Son gününe kadar mesleğini yaparak göçtü..
Son gününe kadar kalemiyle ekmeğini kazanarak veda etti..
***
Okay Gönensin hayatıma 1981 yılında girdi.. Daha doğrusu ben onun hayatına..
Hasan Cemal Cumhuriyet’in genel yayın müdürü oldu..
Okay Gönensin yazı işleri müdürü..
31 yaşında..
Beni spor servisi şefi yaptı.. Daha 21 yaşındayım..
Hasan Abi’yle oturup karar vermişler.. Bu daha genç, bu daha tecrübesiz, bu daha üç yıllık gazeteci demediler..
Koca servisin anahtarı teslim ettiler..
Eee yukarıda Allah var; kahrımı da çektiler..
***
Yıl 1986.. Cumhuriyet’in gece sorumlusuyum.. Görev verdikleri kişiye güvenirlerdi.. Öyle yetki verdiler ki; manşet hariç gazeteyle istediğin gibi oyna..
Tabii ki hata yaparsan hesabını verirsin..
Bir akşam gece yarısı ajanstan haber düştü; tek satır..
Olof Palme öldürüldü.. (İsveç Başbakanı, dünya çapında siyaset adamı)
İki sütun mu versek, hangi haberin yerine koysak diye düşünürken; Okay Abi aradı..
O günler de böyle imkanlar yok.. Ne cep telefonu var, ne başka bir haberleşme imkanı..
Ne var ne yok niyetine aramış..
Öylesine..
Olof Palme’yi vurmuşlar dedim..
Manşeti hazırla hemen geliyorum dedi.. Manşete çektik..
Haberi manşete çeken tek gazeteydik..
Havamız bin beş yüz..
Çoğu gazeteci benim başarım zannetti, valla çaktırmadım.. Okay Abi de havamı bozmadı..
***
Genç kuşak nasıl gazeteciydi diye soracak?
Uzun uzun anlatmaya gerek yok.. Teknoloji gelişti.. İnternetten Cumhuriyet’in arşivine girip 1980’li yılların Cumhuriyet gazetelerine bakın..
Karşınızda Avrupa basınıyla boy ölçüşen gazete çıkacaktır..
Haberciliğiyle, mizanpajıyla, dizileriyle, sorunları derinlemesine işlemesiyle..
Yaptıkları Türkiye’nin sınırlarını aşan gazeteydi..
***
Beni yetiştiren kişidir Okay Abi.. Sadece bana değil, Cumhuriyet’te yetişen benim kuşağıma çok emeği vardır..
Hasan Cemal-Okay Gönensin ikilisinin eline çocuk yaşta düştüm..
Gazeteciliği, yazı yazmasını bana onlar öğretti..
Ahlaklı olmayı da..
Yazının namus olduğunu da..
Mesleğin kutsallığını da..
***
Ben bir ara televizyon dünyasına geçtim ama daha sonra yazılı basında yollarımız yine kesişti..
Aynı gazetelerde köşe yazarlığı yaptık..
Aynı havayı çok teneffüs ettik..
***
Gelelim Asmalımescit’teki Yakup’a..
Başka yere gitmezdi.. Akşam bir yere çıkacaksa, dostlarıyla buluşacaksa tek adresi vardı; Yakup..
Masasında çok oturdum..
Bazen tartışırdık, bazen sinirlenir, kızardı..
Ağzımızı açmazdık, açamazdık..
Sonra basardı kahkahayı..
Siz benim çocuklarım gibisiniz derdi..
***
Hasan Cemal efsane genel yayın müdürümüzdü..
Okay Gönensin efsane yazı işleri müdürümüz..
Hep öyle kaldı..
Onu görüp saygıyla önünü iliklemeyen, masasına desturla oturmayan, yanaklarından öpmeyen, sohbetine katılmak için can atmayan bir kişi görmedim..
Artık efsane yazı müdürümüz yok..
Aslında var..
Kalbimizde her zaman yaşayacak.. Gazeteci milletin Yakup buluşmalarında onu anmadan sohbet başlamayacak..
***
Allah rahmet eylesin..
Allah yattığı mekanı cennet eylesin..
Osman Ataman
Sene 85.
Strasbourg'a okumaya gideceğim.
Zaten şehri sırf Avrupa Konseyi ve Parlamentosu var diye seçmiştim.
O dönem Hasan Cemal Genel Yayın Müdürü , Okay Gönensin Yazı İşleri ve Yalçın Bayer Haber Müdürü...
İşte o Cumhuriyet çok etkili bir referans gazetesi. Kimseyi tanımıyorum da...
Bir tek okul yıllığına reklam aldığım için reklam müdürü Gülderen Koşar'ı görmüştüm.
Hikaye uzun... Muhabir oldum.
Sonra Hadi Uluengin'le rekabetim esnasında ögrendim ki Okay Gönensin de Saint Joseph'li.
Zaman geçti en yakın ve değerli ağabeylerimden biri kardeii Koray Gönensin oldu.
Saint Joseph'li olmasına rağmen bir Turgay Gönensin ile tanışmadım.
Okay ağabey ile bir tek 'Deneme Lisesi' esprisi yüzünden çıkardığı hengamenin hikayesi ömre bedel.
Dehalar yalnız olur. Gönensin soyadı dehalık içerir.
Son yıllarında sadece zaman geçiriyordu. Kapasitesinin ucunu dahi kullanmadan...
Sonsuza kadar huzur bulsun.
Aksi ve iyi yürekli..
Hıncal Uluç
Yahu benden 11 yaş gençsin Okay!.. Acelen neydi?.
Sabah gazetemde, o da iç sayfalarda haberini görünce hem hüzün hem öfke kapladı içimi..
Yahu bu gazeteye, Sabah'a o kadar emeği var..
Gazeteye gelince Cumhuriyet'i açtım hemen.. Orada da beraber çalıştık bir dönem.. Genel Yayın Müdürlüğü yaptı..
Tek sütun verebilmişler, lütfen!..
Perşembe bütün gün haber kanallarını dolaştım ara ara, tenis ve bisiklet izlerken.. Birinde alt yazı yok, "Okay Gönensin'i kaybettik" diye.. Sabah 4.30'da ölmüş. Hasan Cemal tweet atıp duyurmuş sadece..
Rahatsızmış son zamanlarda.. Oysa daha salı günü çıkan gazetede yazısı vardı.
Rahatsızlığı ne?. Niye ölmüş onu bile bilmiyorum, bunları yazarken..
Her gün biraz daha kopuyoruz birbirimizden.. Biraz daha unutuyoruz..
Orda daha vefalı insanlar, daha unutmayan, dostlar, daha vefalı meslektaşlar bulursun inşallah Okay!..
Aylin Duruoğlu:
Yeni Yüzyıl, Sabah, Yeni Binyıl, Star ve Vatan... 20 yıldır gazetecilik yaptığım her çatının altında o vardı... Zekası, bilgisi, entelektüel kalitesi ve vizyonuyla yerini alabilecek bir kişi bile tanımıyorum. Gazeteci gibi gazeteci ustaların yanında yetişmiş son şanslı kuşağız heralde... Ne yazık. Teşekkürler Okay abi.. İzmir'den gelen bir çömeze o güzel gazetende yer verdiğin için, öğrettiklerin için, meslekteki en güzel, en gurur duyduğum yıllar için, unutulmaz Yakup sohbetleri için... 'Şekerim' diyen sesin, o muzip çocuk gülüşünle kalbimdesin. #okaygönensin #yeniyüzyıl
Adalet Can
Cumhuriyet ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde birlikte çalıştığım, üzerimde çok emeği olan sevgili Okay Gönensin'i kaybettik. Çok çok üzgünüm. Güle güle Okay abi...
Belma Akçura
Okay Gönensin'i de kaybettik... Oysa daha dündü... Gazeteciler Cemiyeti'nin Meslek Etiği İlkeleri Kurulu'na koordinatör olmam için beni ilk o önermiş, elini ilk o kaldırmıştı... boşluğa düşünce anılar da yoruyor... Huzur içinde uyusun....
Okay Gönensin, 'gerçek gazetecilerin sonuna kadar özgür olabildiği rüya gibi' bir gazete yapmıştı
"Bugün de, gelecekte de, basında kalite dediğimizde Okay Gönensin'in adı anılacak"