“Bazen üstümüz-başımız kan içinde çıkarız ameliyattan. Yüzümüze kan fışkırır... Ama bu bizi rahatsız etmez. Tabii ameliyat sonucu iyiyse!” Medical Park (Antalya) Hastanesi’nin Organ Nakli Bölüm Başkanı ve Tıbbi Direktörü Prof. Dr. Alper Demirbaş, Vatan gazetesinden Buket Aşçı’yla yaptığı söyleşide, cerrahlıkla ilhili bilinmeyenleri anlatıyor: “Kan hayattır. Hayatın varlığını gösterir. Kan yoksa hayat da yoktur. Bağımlılığımız da onadır. Bazen üstümüz-başımız kan içinde çıkarız ameliyattan. Yüzümüze kan fışkırır... Ama bu bizi rahatsız etmez. Tabii ameliyat sonucu iyiyse! Hatta keyif bile duyarız. Çünkü her tarafımızın kan olduğu ameliyatlar zorludur ve hastayı kurtarmışızdır. Bir başarı yaşıyoruzdur. Bir de hasta kanıyorsa yaşıyor demektir. Ölünce kanımız akmaz, durur. Bu da cerrahlara gizli bir tatmin verir.” Elinize bir bıçak aldığınızı ve iyiliği için de olsa bir canlıya sürdüğünüzü düşünün... Yapabilir misiniz? Ben yapamam. Ama cerrahlar, her gün bu işi yapıyor. Bizlerin sadece dışını, tenini gördüğümüz insan bedeninin içinde geziniyorlar. Kanla, kasla, damarla, organlarla uğraşıyorlar. Kimi zaman hastalıklı bir parça çıkarıp kimi zaman da bir başkasının organını yerleştiriyorlar. Bazen testere gibi devasa aletler, bazen de minicik iğneler kullanıyorlar. Neresinden bakarsanız; insanı ürperten ve bir o kadar da merak duygusunu gıdıklayan bir alan bu. İşte Medical Park (Antalya) Hastanesi’nin Organ Nakli Bölüm Başkanı ve Tıbbi Direktörü Prof. Dr. Alper Demirbaş da onlardan biri. Kamuoyu kendisini transplant alanındaki (ağırlıklı böbrek nakli) dünya rekorlarıyla tanıyor. Alper Bey, benim de doktorum. Bu nedenle kendisiyle cerrahinin bu gizemli dünyasını konuşabilme fırsatını çok yakaladım. Yani “Hastası öldüğünde ne hissettiğinden tutun da” “kanla arasındaki tuhaf ilişkiye” kadar... Ancak hemen söyleyeyim, cerrahlar ve katiller arasındaki benzetme için her defasında “Palavra” demiştir. Bu nedenle bu röportajda cerrahlarla ilgili klişeler değil farklı tasvirler okuyacaksınız. Tanrı değiliz insanız yeteneklerimizin sınırı var Bıçak altına yatmak zordur. Ya, o bıçağı tutan kişi olmak? Lisedeyken apandisit ameliyatı olmuştum. Bu bana söylendiğinde, iki-üç saat izin isteyip okuduğum liseyi, sevdiğim sokakları gezdim. Öleceğimi sanmıştım. Oysa basit bir ameliyattı. Bana öyle geliyor ki, ameliyat masasına yatan, ölecekmiş hissine kapılıyor. Bu yüzden ben de ameliyat öncesinde hastayla göz teması kurmaya çalışırım. Yani hastaya “Buradayım, elimden geleni yapacağım” demeye çalışırım. ABD’de çalışırken bir hastanede bir resim görmüştüm, çok etkilemişti beni: İsa peygamber ameliyat yapan cerrahın omzuna elini koymuştu. Yani “Yaptığımız iş, tanrısaldır” mı diyorsunuz? Hayır. Aksine bu çok tehlikelidir ve böyle bir şeyin mantığı da yoktur. Zira Semavi dinlerin hepsinde, tanrı yoktan var edendir. Biz ise yoktan var etmiyoruz. Tanrının elleri mi? Ama “Bunlar benim değil tanrının elleri” denebilir. Bunu hissetmek bir cerrahın başına gelebilecek en tehlikeli şeydir. Gerçekten kopmuştur. Gerçek olansa şudur; cerrahlar insandır ve ne kadar deneyimli olurlarsa olsunlar yapabileceklerinin limiti vardır. İşte tanrı taklidine girenler bunu göremez. Sınırlarınızın olduğunu kabul ederseniz (Tabii bu yeteneklerinizi geliştirmemek değildir) bu tehlikeyi aşarsınız. İnsan olduğunuzun farkındasınızdır. Bu yüzden cerrahi, sınırları görebilme sanatıdır da. Bir cerrahın yaptığı işi tanrısal görmesinin zararı ne? Kendilerini tanrısal sananlar işlerini hayat kurtarma olarak değil kendileriyle giriştikleri bir yarış gibi görürler. Böyle bir cerrahın hastasına verebileceği zararın limitini hayal bile edemiyorum. Sırf yeteneklerini sınamak için ameliyatta karmaşık işlemlere de girebilirler, yapamayacakları ameliyatları da üstlenebilirler. Sonuç ise yıkımdır. O zaman neden cerrahları diğer doktorlardan farklı görürüz? Sizlerin yaptığı işin önemi ne? Yaptığımız iş çok mu önemlidir? Evet. Cerrah olmak gerçekten zordur. Bir insan bir bina yapabilir, yol yapabilir. Ne bileyim politika yapabilir. Ancak tüm bunlar, insan var oluşunda ikincil ilişkilerdir. Bizim işimizse birebir insanla, yaşamıyla. Düşünün; biz bir insanı, hem de canlı bir insanı kesiyoruz, dikiyoruz, yerine göre yakıyoruz. Yakıyor musunuz? Evet, kimi zaman kanamayı durdurmak için o bölgeyi yakarız. Ameliyatta şunu düşünürüm: Bunu en yakınımdakine yapabilir miyim? “Yapamam” dersem, o ameliyatı yapmam. Çünkü bir mühendisin yanlış yol yapma şansı olabilir. Ama cerrahın yoktur. Tereddüt etmeden “Bu ameliyatta yanlış yapmam” demeli. “Yapmamalıyım” bile değil. Bu çok büyük bir özgüven... Tabii bu insanı değişik bir ruh haline sokar. Ama bu bir cerraha lazımdır. Olmazsa olmaz. En küçük kuşkunuz varsa ve tabii vicdanlıysanız o ameliyatı yapmamalısınız. Nâzım’ın Kuvâyi Milliye Destanı’ndaki gibi Zorlu bir ameliyatta neler yaşanır? Basit ameliyat yoktur. Hiçbirini küçümsememek gerek. Beklenmeyen olaylarla karşılaşabilirsiniz. Karaciğer nakilleri mesela tecrübe gerektirir. Bir süngeri düşünün, suya batırıp çıkardığınızı... Karaciğer o kadar kanlı bir organdır ve onun yarısını çıkarırken o süngeri öyle bölmelisiniz ki bir damla su çıkmasın yani kanamasın. Bu tür ameliyatlarda beklenmeyen durumlar olabilir. O süreci bize tasvir eder misiniz? Nâzım Hikmet’in “Kuvâyi Milliye Destanı”nda Arhaveli İsmail’in hikâyesi vardır. Takasıyla bir makineli tüfeği cepheye götürmeye çalışıyordur. Birden dalgalar büyür, takayı devirir. İsmail “Emanetimizle varabilecek miyiz?” diye düşünür sonra hemen “Varmamış olmaz” der. Bir sandal bulur, makineliyi ona yükler... İşte bizimki de o hesap. Bazen dalgalar kabarır, iş zorlaşır, şiirdeki gibi “ölü bir deniz gibi görünür yalnızlık...” Ama sizin yapmanız gereken İsmail gibi “Varmamış olmaz” diyerek taka batsa da bir kayık bulmaktır. Çünkü o kayık insanın canıdır! O stresin sonunda da deniz sakinleşir ve hayat size en güzel yüzünü gösterir. Ama bazen kayık batar ve sizden de en güzel yanınızı alıp götürür. Gece hastalarım rüyalarıma girer kalkar hastaneye giderim İnsan bu kadar stresli, yanılma payı olmayan bir işi niye yapar? Egoyla mı ilgilidir bu? “Büyük işler yapıyorum” diyebilmek için mi? Ego bu işte başlangıçtır. Cerrahların aslında egoları gelişkindir. Cerrahide (tabii burada zor ameliyatları içeren cerrahiyi kastediyorum) alınan stres çok büyüktür. Gece yarısı uykumdan fırlayıp hastaneyi aradığım da olur, hastayı rüyamda gördüğüm de. Rüyamdan fırlayıp kalkıp giyinip hastaneye gidip, hastaya bakıp dönüp yattığım da. Bu işi neden yaparız? Ya da ben neden yapıyorum? Aslında zor bir soru... Para kazanmak için mi, ün için mi? Hayır, bunlar ikinci plandadır. Gerçekten cerrahi yapıyorsanız bunun nedeni aslında basittir; var olmak için! Yani cerrahlar da tıpkı yazarlar ya da diğer sanatçılar gibi huzursuz ruhlar mıdır? Kuşkusuz. Biriyle sohbet ederken bir yandan da “O ameliyatı şöyle mi yapsaydım” diye düşünürsünüz. Neyse ki bu bende artık pek olmuyor. Ama bu iyi bir cerrah olana kadar yaşanması gereken bir duygudur. Bu nedenle cerrahide skor yani çok ameliyat yapmak çok önemli değildir; 5 bin ameliyat yaptım ya da “şu kadar kazandım” demek... Buraları aşan adam zaten cerrah olmuş demektir! Cerrahi bir var oluş ve yaşam biçimidir. Ama bundan da cerrahlar sürekli ameliyat yapmak ister sonucu çıkar. Evet ama o zaman bu bir sonuç olur, sebep değil. Bu sene kurum değiştirdiğim için üç ay ameliyat yapamadım. Hayatımın en sıkıntılı dönemiydi bu. Sıkıntıdan kastım “canım sıkıldı” değil. Bir boşluk keşfettim içimde. “O neyin boşluğuydu?” çok düşündüm. Çünkü nihayetinde yaptığım bir iş değil mi? Ama değilmiş. İşinizi yapamadığınızda kendi gözünüzde yok oluyorsunuz. O yüzden de cerrahlar kolay kolay emekli olamaz. Cerrahi isyandır Ameliyat yaptıkça var oluyorsanız, size hep hasta lazım. İnsanlar hasta olsun demiyoruz. Aksine iyileştirmek için mücadele ediyoruz. Bence insanı sevmeyen, bombalamalara tepki göstermeyen birinden de cerrah olamaz. Abartılı olacak ama cerrahi bir isyandır da. Nasıl ve neyedir bu isyan? Bizimki ölüm ve yaşam arasında yaşanan bir hayat! Bu sınırda yapılan başka meslekler de var ama biz ölüme müdahale ediyoruz. İsyan halindeyiz. Hastanızı kaybettiğinizde isyan biter mi? Her hastamı kaybettiğimde ben de ölürüm. O an bizim için cehennemin öbür adıdır. Tabii burada ego da devreye girer. Belki çok bencilce ama kendi yetersizliğinizle, sınırlarınızla da karşılaşırsınız. “Şöyle yapabilseydim” dersiniz ya da “Keşke insanüstü güçlerim olsaydı.” Ama yoktur! Yüzümüze fışkıran kanın keyfi... Sürekli kanla haşır neşir olmak bir çeşit bağımlılık yaratıyor mu? Tabii biz kan bağımlısıyızdır. Çünkü kan hayattır. Hayatın varlığını gösterir. Kan yoksa hayat da yoktur. Bağımlılığımız da onadır. Bazen üstümüz-başımız kan içinde çıkarız ameliyattan. Yüzümüze kan fışkırır... Iyyy! Ama bunlar bizi, sizinki gibi rahatsız etmez. Tabii ameliyat sonucu iyiyse! Hatta içten içe keyif bile duyarız. İnsan yüzüne sıçrayan yapış yapış bir sıvıdan niye zevk alır? Her tarafınızın kan olduğu ameliyatlar zorlu ameliyatlardır ve siz hastayı kurtarmışsınızdır. Bir başarı, zafer duygusu yaşıyorsunuzdur. Ayrıca ameliyat ettiğiniz hasta kanıyorsa yaşıyor demektir. Ölünce kanımız akmaz, durur. O yüzden kanın akması, fışkırması biz cerrahlara gizli bir tatmin de verir. Bunu hissetmeyenden de bence iyi cerrah olamaz. Biz de nakış işleriz ama kumaşa değil Kaba olacak ama... Cerrahlık kasaplığa mı benzer, terziliğe mi? Kasaplığa benzemez çünkü biz kestiğimizi bölüp parçalamayız, aksine birleştiririz. Bu açıdan terziliğe daha yakındır. Ayrıca nakış da işleriz! Damar dikme nakış işlemeye benzer. Çok ince bir iştir. Saç teli inceliğindeki bir iplik ve ucundaki minik bir çengel iğne ile iki damarı birbirine nakış işler gibi bağlarız. Anneannemin küçükken işlediği nakışlar gibi... Ama biz kumaşa değil damara işleriz. Bir de bizimkinde milimetrelerin önemi vardır, çünkü bazılarının tıkanması hastanın ölümüdür. Et yiyebiliyor musunuz? Bir dönem et yiyemedim çünkü kurban kesimi görmüştüm. Ameliyathane ile dışı ayrı dünyalardır. Oradaki et, dışarıdaki et değildir. Daha çok Arhaveli İsmail’e emanet edilmiş makineli tüfektir. Emanettir. Ameliyathane mabedimizdir orada kendimize yaklaşırız Ameliyathanenin sizin için özel bir anlamı var mı? Var. Orası cerrahın mabedidir. Bunu dini anlamda kullanmıyorum. Orada var olduğumuz için söylüyorum. Biz ameliyathanede kendimize yaklaşırız. Hastalar oraya girdiklerinde kendilerini ölüme yaklaşmış hissederken bizse var oluruz. Bu bile orayı bir mabet kadar kutsal yapmaya yeter. Ayrıca ameliyathanelerde de tıpkı mabetlerdeki gibi gereksiz hiçbir şey yapılamaz ve pek çok şeyin kuralı, ritüeli vardır. Giydiğimiz yeşiller gibi. Bizler de hiçbir şey düşünmeden ibadet eder gibi işimizi yaparız. Ama çok neşeli de olunur. Mesela bugün, iki böbrek nakli yaparken laz türküsü dinledim. Bir insana bıçak vurmak hiçbir şeye benzemez Kesme anı neye benzer? Pasta kesmeye mi, et kesmeye mi? Neye? Hiç düşünmedim. Çünkü o an hissettiğim çok yoğun bir meraktır. İçeride neyle karşılaşacağımdır. Ama ilginç bir soru, bir sonraki ameliyatta bunu düşüneceğim. (Birkaç gün sonra kendisini arayıp tekrar soruyorum.) Düşünme fırsatı bulabildiniz mi, neye benziyormuş? Hiçbir şeye. Canlı bir insana bıçak vurmak hiçbir şeyle mukayese bile edilemezmiş. Belki de bu nedenle biz cerrahlar kesmek kelimesini kullanmıyoruz. Size uyum sağlamak için bu kelimeyi birkaç yerde kullandım sanırım ama biz kesmeyiz, açarız!”