Bize bağıramazsınız, bize vuramazsınız

Her geçen gün biraz daha şiddet içeren bir toplum oluyoruz. Hoşgörü ve anlayış gittikçe azalıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın öfkeli ve azarlayıcı konuşmalarından sonra Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da Aktütün baskınından sonraki yayınları nedeniyle basını tehdit etti. Yöneticilerinin yanı sıra kamu görevlileri de ilk fırsatta öfkelerini vatandaşlardan çıkarıyor. Özellikle güvenlik güçlerinin yaptıklarına katlanılabilir gibi değil. Rakamlara göre kötü muamele ve işkence her yıl daha da artıyor. En son Engin Çeber'in öldürülmesiyle gözler yine karakol ve cezaevlerine çevrildi.Tempo dergisi, son sayısında toplumda artık bir süreklilik arzeden öfke, tehdit ve işkence olaylarını inceledi.İpek ÖzbeyBİZE BAĞIRAMAZSINIZ! Diyelim Başbakan haklı. Diyelim öfke bir hitabet sanatı. Eleştiriye tepki vermek anlaşılmayacak şey değil elbet. Ama Sayın Genelkurmay Başkanımız, Sayın Başbakanımız! Neden bağırıyorsunuz? Neden yüksek sesinizle bizi hizaya sokmaya çalışıyorsunuz. Bakın hiç kimse, “Size ne oluyor?” diye soramıyor. Korkutmayı, sindirmeyi mi amaçlıyorsunuz? Hatırlatmakta fayda olduğunu düşündük. Saygı duyulmak, korkulmaktan daha iyidir. İktidarın sayın sahipleri, üzgünüz ama bize bağıramazsınız! ***   Tarih 15 Ekim 2008. Yer Balıkesir. Astsubay Meslek Yüksekokulu Öğrenci Alayı Sancak Tevcih Töreni yapılıyor. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, beraberindeki kuvvet komutanlarıyla, 17 askerin şehit olduğu Bayraktepe saldırısından sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yapılan eleştirilere cevap veriyor. Başbuğ, konuşmanın bir yerinden sonra öfkeleniyor ve alışılmadık bir üslupla konuşuyor. “Şu sözlere dikkatinizi çekiyorum. Bütün bunlara rağmen bölücü terör örgütünün yaptığı eylemleri altını çiziyorum, başarılı gibi gösterenler akan ve akacak olan her damla kanın sorumluluğuna ortak olurlar. Bunu herkesin iyi anlamasını istiyorum. Bu tip saldırılar karşısında her ordunun vereceği cevap bellidir ve bu husus bütün ordular için de geçerlidir. Son sözüm dolayısıyla herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet ediyorum.” Ekranları başındaki pek çok kişi Başbuğ’un sesini bu şekilde belki de ilk kez duyuyordu. Başbuğ, orduya yönelik haberler yapan Taraf gazetesi üzerinden eleştiri müessesesine sopa gösteriyordu. Tabii ilk kez azarlanmıyoruz. Biraz geriye gidelim mi, ne dersiniz? Yıl 25 Mayıs 2006. Yer Almanya. Urania Kültür Merkezi. İslami holdinglere para kaptıran Almanya’daki Türklerin kurduğu derneğin başkanı Muhammet Demirci, kürsüde Angela Merkel konuşurken, “Yeşil sermaye mağdurları olan bizlere yardım edin” dedi. Salonda bulunan Erdoğan’ın korumaları tarafından tartaklanarak dışarı çıkarıldı. Erdoğan, yanında bulunan Devlet Bakanı Ali Babacan’a dönerek, “Ali... Çağır şu sahtekârı bir dinle bakalım, neymiş?” sözleriyle öfkesini dile getirdi. Tarih 5 Eylül 2006. Yer Balıkesir. TOKİ konutları toplu açılış ve temel atma töreni. Başbakan Erdoğan, “Artık şehit cenazesi görmek istemiyoruz” diye tepki gösteren bir vatandaşa azarlarcasına şöyle cevap verir: “Askerlik yan gelip yatma yeri değil canım kardeşim.” Tarih 12 Haziran 2007. Yer Mersin. Vatandaş Tarım Bakanı’nın anayasayı ihlal ettiğini savunup, başbakanın yanına gider. “Yetti artık ya! Öldük, bittik sayın Başbakan. Devletimin Başbakanı” der. Başbakan vatandaşa yine kendi üslubunda cevap verir: “Terbiyesizlik yapma. Ananı da al git!” 19 Eylül 2008 Cuma. Yer Ankara. Başbakan İl Teşkilatının iftar yemeğinde. Bu kez medyaya çatıyor. Hatta daha da ileri gidip, vatandaşı gazeteleri boykota çağırıyor, “Bu ülkede medya güvenilirliğini yitirmiştir, kendini bitirmiştir. Onun için, bundan sonra ben de diyorum ki, partinin mensupları olarak yalan yanlış bu haberleri yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı başlatın, sürdürün ve bu gazeteleri evinize sokmayın almayın. Bu kadar açık konuşuyorum. Hangi dilden anlarsanız o dilden konuşacağız ve biz bu ülkede bu hizmetleri canla başla sürdürürken bir de sizle mi uğraşacağız ya” diyor. Tarih 27 Eylül 2008. Yer Ankara. Başbakan teravih namazı öncesi 27.Kitap ve Kültür Fuarı’nı ziyaret ediyor. Deniz Feneri Derneği standının karşısındaki bir yayın şirketine ait satış reyonunu geziyor. Milliyet ve Hürriyet muhabirleri Erdoğan’ı, arkasında bulunan Deniz Feneri Derneği standının önünde bekliyor. Tam görüntülerken, Erdoğan, Hürriyet muhabirine, “Sen çok akıllısın, ben senin aklını biliyorum. Terbiyesizlik edepsizlik etme, çekil kenara” diye azarlıyor. Gazeteciler korumalar tarafından dışarı atılıyor. Tarih 14 Nisan 2004. TBMM Başkanı Bülent Arınç. 23 Nisan Resepsiyonu davetiyelerine eşinin adını neden yazdırmadığını soran gazetecilere, “Bunun karşılığı şeyini şey ettiğimin şeyidir” diye yanıt verdi. Tarih 11 Temmuz 2007. Yer Manisa’nın Sarıgöl İlçesi. Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nin hizmet binasının açılışı. Kürsüde Bülent Arınç var. Konuşması 70 yaşındaki bir çiftçi tarafından, “Çiftçiyi öldürdünüz. Alaşehir Suma Fabrikası’nı sattınız. Üzümün kilosu 40 Ykr’tan satıldı” diye kesilir. Arınç, AKP’ye oy verdiğini de söyleyen Mehmet Boğa’yı “Sağdan soldan laf atarsanız, hem kötü niyetli hem saygısız olursunuz” diye azarladı. Arınç, Sarıgöl Belediye Başkanı CHP’li Ömer Karca’ya da dönerek “Sen de harekete geçersin. Eğer birileri buraya özel adam gönderirse, sen onları tanırsın, kulaklarından çekersin. Çekemezsen bana söylersin, ben icabına bakarım” dedi. Arınç daha sonra oruçtan etkilenerek bu konuşmayı yaptığını söyledi. Bunlar Türkiye’de iktidarı elinde tutan isimlerin öfke kontrolünün dışına çıktıkları anlardan sadece bir kaçı. Üstelik bu sadece hükümet ya da askeri kanadın öfkesiyle de kalmıyor. Bazen öyle oluyor ki, polis copunu kullanmakta tereddüt etmiyor. Hatta kendinizi kırmızı ışıkta geçtiğinizde adam öldürmüş kadar suçlu hissettirebiliyor, bağırıyor, azarlıyor. Ya da bir öğrencisiniz. Çalışkan olmak kadar zaman zaman tembel olmaya da hakkınız var değil mi? Ama bunun bedelini elinize hızla vurulan cetvelle ya da çekilmekten sarkmış kulaklarınızla ödeyebilirsiniz. Başka bir konu futbol. Elbet fanatizmin yüksek olduğu yerde bir yere kadar toleranslıyız. Ama hiçbir şey, koskoca milli takım teknik direktörü Fatih Terim’in Belçika maçı sonrası kendisini eleştiren Osman Tamburacı ve bıyığına küfür etmesini haklı çıkaramaz. Toplumun bazı kesimleri tarafından bu kontrolsüz öfkeye karşı eleştiriler yok değil. Ancak Başbakan’ın kendisini öfkeli bulanlara karşı söylediği “Öfke bir hitabet sanatıdır” sözleri ve ‘öfkelilerin’ bunun arkasında dimdik duruşları bu durumun hiç de sona erecek gibi gözükmediğini gösteriyor. PEKİ NEDEN BAĞIRIYORLAR? Genel olarak baktığımızda, örneğin Başbakan, eleştiriye dayanamıyor. Yanlışları kabul etmiyor, bu telaffuz edildiğinde öfkeleniyor. Öfkesi kabına sığmayan başbakan bağırıp çağırmaya, hatta neredeyse küfüre kadar vardırabiliyor işi. Genelkurmay Başkanlığı’na gelince. Yıllarca eleştirilmesi tabu olan bu kurum, kendisine yönelik herhangi bir tenkitte 12 Eylül’den bu yana görülmemiş bir tavırla, Genelkurmay Başkanı’nın tüm kuvvet komutanlarını arkasına alarak basın toplantısını adeta ‘ayağınızı denk alın’ toplantısına çevirebiliyor. Evet Türkiye’nin kurumları ya da koltukları diyelim ne yazık ki konuşmuyor. Kısacası hani başbakan demişti ya, ‘Ağzı olan konuşuyor’ diye. Bu da o hesap, “Koltuğu olan bağırıyor.” Politika sosyoloğu Gürbüz Evren’e soruyoruz. Neden bağırıyorlar, ne oluyor? Evren, Başbakan’ı örnek veriyor. Diyor ki, “Başbakan bu ülkeyi yönetmekle görevlendirilmiş bir insan. Başbakan sert üslubuyla başladığı konuşmalarında şerefsiz bile diyebiliyor.” Bir Başbakan bunu söylüyorsa suçlandığı konularda mutlaka bir suçluluk payı vardır. NEDEN BAĞIRAMAZLAR? Devlet adamları temel hakları korumakla yükümlü olan kişilerdir. Anayasaya göre, insan sırf insan olmaktan dolayı, doğuştan bazı hak ve hürriyetlere sahiptir. İnsanın sahip olduğu haklar, devletten önce gelir, bu haklar insana devlet tarafından verilmemiştir ve dolayısıyla bu hak ve hürriyetlere devlet dokunamaz. İnsan Hakları ve Anayasa üzerinde etkili isimlerden biri Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, konuyu demokratik ve hukuk devleti açısından değerlendiriyor: “Demokratik toplum demek, özgürlükçü toplum demektir. Çoğulculuk, hoşgörü, açıklık düşüncesi başlığı altında üç ana kurucu öğeden oluşur. Hukuk devletinde yöneticiler ve yönetenler eşittir. Ancak, yönetici konumunda bulunan kişilere yetki verilmiştir ve bu yetki tamamen yurttaşlara hizmet içindir. Yani biz onlara yetkiyi veririz. Bunun nedeni verilen görevleri yerine getirmeleri konusunda işlerini kolaylaştırmak içindir. Eğer bu yetkiyi kötüye kullanırlarsa sorun olur.” Kaboğlu, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın konuşmalarına yurttaş gözüyle bakıldığında bunların yıldıran konuşmalar olduğunu söylüyor: “Bu kişisel nezaketle de ilgilidir, ama demokratik toplum düzeninin insanı olma özelliğini zorlayan bir husustur. Yurttaşlar birbirine küfrettikleri, sövdükleri zaman o ifadeler yaptırıma tabii tutulur. Fakat bunu yöneticilerin yapmasının bunun ötesinde bir anlamı var. Birinci anlamı yöneticiler de insandır, ama onlar aynı zamanda liderdir. Birçok kurum ve kişiyi etkileyici konumdadırlar. Bağırarak, kinle, öfkeyle, nefretle konuşmaları, hitap ettikleri kişileri sindirmek, buna karşılık belli güç odaklarını harekete geçirmek durumuna gelebilir. Örneğin bir polisin kullandığı şiddetin kınanmaması, insan hakları ihlallerine zemin hazırlar. Son örnekte olduğu gibi, bağırarak basın özgürlüğüne müdahale edilmesi aslında doğrudan doğruya muhatap alınan kişileri aşan, genel olarak basın özgürlüğünü tehdit eder hale gelen bir durumdur. PEKİ YAPTIRIM YOK MU? Prof. Dr. Kabaoğlu, “Hukuk devletinde yöneten ve yöneticiler tabii ki hukuk önünde eşit oldukları için onlara da yaptırım yöneltilebilir” diyor. Ancak unutulmamalı ki, onlar dokunulmazlık zırhına sahip ve bu zırh arttığı ölçüde bu tür ayrıcalıklar hukuk devletine ters düşmektedir. Onlara karşı hukuk yollarını işletmek kolay olmuyor. “BAĞIRMAK ŞİDDET EYLEMİDİR” Bir başka anayasa hukuku uzmanı Prof. Dr. Levent Köker’e göre ise bağırmak bir şiddet eylemidir; doğrudan maddi, fiziki şiddet niteliğine erişmemesi, bunu değiştirmez. Toplumsal ve siyasi anlamda güçlü olanların bağırması için bu, haydi haydi böyledir. Manevi bakımdan en düşük dozu tehdit olan bir baskılamayı ifade eder. Bu nedenle bağırma, beğenilmeyen bir fikir veya eylem karşısında oluşan ve her an fizikî bir şiddete dönüşme potansiyelini muhatabına güçlü bir biçimde ileten bir eylemdir, hele bir de kol, el, parmak gibi vücut bölgelerinin hareketleri ve mimikler de eşlik ediyorsa. Anayasamızın 25. Maddesi, “Her ne sebep ve amaçla olursa olsun, kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz" buyurmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak herkesin, güçlülerin hoşuna gitsin gitmesin, devlet düzeninin tümünü veya bir kısmını değiştirmek yönünde olsun veya olmasın, şiddete ve ırkçılığa dayanmayan her türlü düşünce ve kanaatlerini açıklama özgürlüğü bu maddenin ve 13, 14, 24 ve 90’ıncı maddeleri başta olmak üzere konuyla ilgili diğer düzenlemelerin ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin güvencesi altındadır. Bütün bu düzenlemelerin anlamı, kimsenin kimseye fikirlerinden, inançlarından veya kanaatlerinden ötürü kızıp, bağırıp çağıramayacağıdır. Bu, özellikle ve öncelikle iktidar mevkilerinde olan kamu görevlileri için böyledir. Aksi, demokratik müzakere zeminin tahrip edilmesi, vatandaş özgürlüklerinin bundan zarar görmesi, siyasi meşrûiyet duygusunun tahrip olması gibi sonuçlar doğurur ki, elbette hepimiz için özenle kaçınılması gereken bir durumdur. Başbakan-çiftçi diyaloğu Vatandaş: Yetti artık ya! Öldük, bittik sayın Başbakan. Devletimin Başbakanı. Başbakan: Terbiyesizlik yapma. Vatandaş: Terbiyesizlik yapmıyorum. Lütfen hakaret etmeyin. Başbakan: Böyle bağırılmaz ki! Artistlik yapma! Vatandaş: Artistlik yapmıyorum, sanatçı değilim ben. Başbakan: Artistlik yapma! İyi bir sanatçısın. İyi bir sanatçısın, terbiyesizlik yapma! Vatandaş: Tarım Bakan’ımızın anayasayı ihlal ettiğini biliyor musunuz? Başbakan: Lan bana anayasayı öğretme! Terbiyesizlik yapma! Vatandaş: Lan mı??? Başbakan: Evet Vatandaş: Lan mı??? Canın sağ olsun... Başbakan: Şu anda çiftçiye ne verildiğinin farkında mısın? Vatandaş: Ne zaman? Başbakan: Şimdi. Vatandaş: Benim mahsulüm öldükten sonra mı? İki senedir anamız ağladı. Suya muhtaç olduk... Başbakan: Hadi ananı al git buradan. Vatandaş: Lan diye hitap etme. Ayıp be. *****************************************************************Enis Tayman-Hüseyin Tahmaz   BİZE VURAMAZSINIZ Yasalar ‘vuramazsınız’ diyor. Ama birileri bize bal gibi vuruyor. Dayak atıyor, ateş ediyor, işkence yapıyor, bazen de öldürüyor. Mesela siz, cezaevinde öldürülen Engin Ceber’in ilk vaka olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır... O, 2008’in ilk 10 ayında, aynı durumdayken öldürülen 29’uncu kişi... Haberiniz var mı? ---  Karakolda dövüldü. Tutuklandı. Metris Cezaevi’nde kaldığı sürece günde en az iki kez ‘hazır ola geçip ayakta sayım vermediği’ için tahta cop ve demir çubuklarla dövüldü. İşkenceyi öğrenen avukatlarının çabası sonuç vermedi. Adı Engin Ceber’di ve 2008 Ekim ayına kadar, cezaevinde veya gözaltında, yani devletin elindeyken hayatını kaybedenlerin 29’uncusuydu. Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Nizamettin Kalaman ise Engin Ceber’in ölümüyle ilgili yaptığı açıklamada, işkenceyi, cezaevinde görevli personelin psikolojisine bağladı ve “Münferittir” dedi. Oysa Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’na (BİHB) göre, işkence ve kötü muamele şikâyetiyle ilgili başvuru sayısı 2008’in ilk altı ayında 204’tü. Bu rakam 2007’nin tümünde 162’ydi. Yani ne Engin Ceber’e yapılan işkence münferitti, ne işkenceciler... Adalet Bakanı, Engin’in ölümünün ardından özür diledi; ama aynı yıl içinde ölen 28 kişi için bu özür dilenmedi. Ne de BİHB’ye yapılan 204 başvuru için. VAKA-İ ADİYE Esasında Türkiye, işkencenin vaka-i adiye sayıldığı ülkelerden biri. Üstelik, yalnızca politik suçlarda karşımıza çıkan bir olgu da değil bu. Mesela 2007’de özel bir huzurevinde çoğu alzheimer hastası 25 yaşlıya dayak atıldığı ortaya çıktı. Ondan önce de 2005’te Malatya Çocuk Yuvası'nda 0-6 yaş grubundaki çocukların bakıcı anneler tarafından dövüldüğü görüntüler, Türkiye'yi sarstı. Yine 2007’de Adana Dr. Ekrem Tok Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde hastaların bakıcılar tarafından dövüldüğü, bağımlı hastalara uyuşturucu verildiği ortaya çıktı. Ne var ki, işkence, yalnızca kurumlarda yaşatılmıyor Türkiye’de. Mesela Mayıs 2008’de Muğla'nın Milas İlçesi'nde, sekiz yaşındaki erkek çocuğa tecavüz edildiği ve şiddete maruz kaldığı ortaya çıktı. Eylül 2008’de ise Ağrı’da baba dayağından kaçan dört kız kardeş, babalarının kendilerini sürekli dövüp, hakaret ettiğini ileri sürerek, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’ne sığındı. İstatistiklere göreyse Türkiye'de her dört kişiden biri aile içi şiddete uğruyor, şiddet mağdurlarının yüzde 75'ini kadın ve çocuklar oluşturuyor ve şiddet uygulayanların yalnızca yüzde 2’si cezalandırılıyor. TOPLUM İŞKENCEDE Yani aslına bakılırsa, Türkiye’de işkence yalnızca politik tutsaklara sistemli uygulanan bir eylem değil, neredeyse tüm toplumu etkisi altına alan bir görünüm arz ediyor. Türk Ceza Yasası’nın 94’üncü ve 95’inci maddeleri işkenceyi düzenliyor. 94’üncü maddede, “Bir kişiye karşı insan onuruyla bağdaşmayan ve bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin etkilenmesine, aşağılanmasına yol açacak davranışları gerçekleştiren kamu görevlisi hakkında üç yıldan 12 yıla kadar hapis cezasına hükmolunur” deniyor. 95’inci madde ise işkence fiiline uğrayan mağdurun durumu ele alınıyor. Bu iki maddeye göre işkence sadece kamu görevlisi tarafından işlenebilir durumda. Yasanın 96’ncı maddesi ise ‘eziyet’ fiilini düzenliyor. Bu maddede eziyet ‘bir kimsenin eziyet çekmesine yol açacak davranışları gerçekleştiren kişi hakkında iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur’ diyor. Yani aslında yasada işkence ve eziyet farklı suçlar olarak niteleniyor. Aynı yasanın 256’ncı maddesinde ise, “Zor kullanma yetkisine sahip kamu görevlisinin, görevini yaptığı sırada, kişilere karşı görevinin gerektirdiği ölçünün dışında kuvvet kullanması hâlinde, kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır” deniliyor. TOPLUMSAL KÜLTÜR İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’ya göre, işkencenin ayrı bir suç olarak tanımlanması gerekiyor. Fincancı, “Bu ayrım yapılmazsa, sonuçta işkencenin meşrulaşması gibi bir tehlike var” diyor. Peki ister işkence, ister eziyet, ister kötü muamele... Türkiye’de bunlar niye oluyor? Sosyolog Prof. Dr. Nilüfer Narlı’ya göre, Türk toplumu kültürel olarak da buna müsait. Narlı; “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme. Dayak cennetten çıkmadır” gibi atasözü haline gelmiş ibareleri hatırlatıyor ve “Dayak, gelenekler tarafından destekleniyor. Okulda, evde, askerde, sokakta dayak var. Şiddet yaygın, güçlü güçsüzü eziyor. Böyle bir toplumsal yapıda, içinde şiddeti hisseden, içinde kırgınlık, acı, öfke hisseden insan; ulaşabildiği, baskın çıkabildiği her canlıya kolayca şiddet uygulayabilir hale geliyor. Bu kadın, çocuk, hatta kimi zaman havyanlar bile olabiliyor” diye konuşuyor. Narlı, ayrıca şiddetin Türkiye toplumunda bir disiplin aracı olarak da kullanıldığını belirtiyor ve “Şiddet bu anlamda enstrümantal değere sahip. Sorunun çözümü için kısa, etkili bir çözüm olarak görülüyor” diyerek toplumun durumunu ortaya seriyor. ÇÖZÜM VAR MI? İnsan hakları savunucuları ve örgütlerine göre, Adalet Bakanı’nın Engin Ceber olayı için özür dilemesi bir ilk olarak önemli. Ancak Mazlum-Der’den Ayhan Küçük’ün, “Devlet işkenceyi meşru kabul ediyordu. Bu anlamda özür önemli. Ama zaten olması gerekeni kutsamak doğru değil. Devlet yıllardır suç işliyor” diyor. Şebnem Korur Fincancı ise, “Engin Ceber önemli bir adım. Ancak peşinden ne gelir, kaygılarım var. Cezasızlık işkencenin devamlılığında en temel nedenlerden biri. İşkenceciler aklanıyor. Ceza oranları son beş-10 yıllık dönemlerde yüzde 10-15 civarında. Ceza kararı çıktığında da erteleniyor. Hatta ceza alıp bulanamayanlar da var” diyor. Uluslararası Af Örgütü Medya İlişkileri Sorumlusu Avi Halugua’ya göre de Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in açıklamasının ciddi bir değişikliği simgelediği açık ve hükümetin, işkenceye karşı net bir tavır ortaya koyması ve bu tavrı koyarken kullandığı dil, Türkiye’de insan haklarının daha yerleşik hale gelmesi için gerek bir itici güç olabilir. Ancak Halugua’ya göre önemli olan bu ve benzeri durumlara dair tavır değişikliğinin işkence ve kötü muamele davalarına yansıması. Zelal Yalçın / Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı Kadına şiddet sistematik Kadına yönelik şiddetin boyutları zaman zaman işkenceye kadar varmakla birlikte, işkenceden farklı olarak dönemsel bir şiddet değil sistematik ve sürekli bir şiddet söz konusu ve bu şiddet kadın cinsine yönelik. Önceleri kadına yönelik şiddet görünür, kabul edilir ve engellenmesi gereken bir sorun olarak görülmüyordu. Ancak kadın örgütlerinin yıllar içinde yürüttüğü çalışmalar neticesinde, bu bir sorun olarak kabul edildi. En önemlisi ise kadınlar şiddete maruz kalmaktan dolayı utanç duymamaları gerektiğinin farkına vardılar. Mor Çatı’ya her ay başvuran ortalama 100 kadından 50’si sığınak talep ediyor. Eren Keskin / Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi, Avukat Konuşulmayan işkence Şiddeti çok içselleştirmiş bir toplumuz. Fakat özellikle devlet, resmi ideoloji zaten şiddet üzerine kurulmuş. Aileyi, okulu, hepsini birlikte değerlendirmek gerek. Ben 22 yıllık avukatım ve çoğunlukla siyasi davalara girdim. Hep işkence şikâyetleriyle karşılaştım. Ancak, bu şikâyetlerde anlatılmayan bir şeyler de vardı. Cinsel işkenceyi hep biliyorduk, ancak fazla konuşulmuyordu bunlar. Bunun üzerine, ‘Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi’ni başlattık. İşkencenin bir devlet politikası olduğunu görmek gerekiyor. İşkenceyi uygulayan birimler, polis, jandarma değil tek sorun. İddiaları yeteri kadar sorgulamayan savcılar, zor bela açılmış davaları zaman aşımından düşüren hâkimler, sağlam raporu veren adli tıp hekimleri, hepsi belirli bir sistematiğin parçaları. Gülseren Yoleri / İHD İstanbul Şubesi Başkanı, Avukat Polis bocalıyor Avrupa Birliği uyum yasalarıyla beraber, bazı şeyler değişti Türkiye’de. Özellikle, gözaltı sürelerinin kısalması, kolluk kuvvetlerinin bocalamasına neden oldu. Önceden, istisnasız her gözaltına alınan dayak yiyordu. Şimdi böyle bir uygulama yapılmıyor. Klasik işkence yöntemleri olan falaka elektrik gibi uygulamaların yerini uykusuz bırakma, tehdit etme gibi farklı işkence yöntemleri alıyor. Son yıllarda özellikle kaçırma şikâyetleri alıyoruz yoğunlukla. Kaçırılıp gözleri bağlı bir şekilde bekletiliyorlar. Çeşitli sorularla sıkıştırılıyorlar, ajanlık teklifleri alıyorlar. Ajanlığı kabul etmezse ailesine zarar vermekle tehdit ediliyorlar. Yine son zamanlarda gözaltındaki şahıslara ilaç verildiğiyle ilgili vakalara rastlıyoruz. Gözaltına alındığı sürede halüsinasyonlar, belirli sürelerde yaşananları hatırlamama gibi şikâyetler var. Hürriyet Şener / Türkiye İnsan Hakları Vakfı Olmadan önlenmeli 1990’dan beri Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na tedavi amacıyla başvuranların sayısı 11 bin gibi bir rakama ulaşmış durumda. Zaman içinde işkence yöntemlerinin değiştiği gözlemek mümkün olsa da, bittiğini söylemek mümkün değil. Devlet politikası olarak işkence ne yazık ki sürüyor. Bilgi almak ya da sorgu amaçlı olmanın ötesinde, yakalanan şahsı cezalandırma amaçlı bir işkence yaklaşımının olduğunu görüyoruz. Bu amaçla, yaratılmış olan ‘korku toplumunun’ devamı sağlanmak isteniyor. Her şeyden önce, Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’nin ek protokolü çok önemli. Bu protokol, işkenceyi olmadan önlemeyi sağlayan bir metin. Bu sözleşme, alıkoyma merkezlerinin izinsiz bir şekilde sivil heyetlerce denetlenmesini, kontrol edilmesini içeriyor. Türkiye bu sözleşmeyi imzaladığı halde, henüz Meclis’te onaylanmadığı için yürürlüğe giremiyor. Sözleşmenin henüz onaylanmamış olması bile, işkencenin bir devlet politikası olduğunu, yani sistematik bir biçimde yapıldığını ispat ediyor. Hilmi Gümüş (45) İşletmeci Tedavi görüyorum Olayı her anlattığımda yeniden yaşıyorum. Bu nedenle psikolojik tedavi görüyorum. Üç ay önce bir gece, kardeşim telefon etti. Bir arkadaşıyla kavga ettiğini, güvenliğinden endişelendiğini söyledi. Ben de hemen karakola gitmesini söyleyip, otomobilime atlayıp onun yanına gittim. Karakolun bahçesinden girerken hem kardeşime hem bu şahsa, “Neden kavga ettiniz?” diye sordum. Tam o anda kapıda duran polis göğsüme tekme vurdu. O sırada karakolda olan tüm polisler saldırıya geçti. Gözümü açamadım. Tek yapabildiğim, “Neden vuruyorsunuz” demekti. Sürüklenerek nezarethaneye atıldım. Orada da vuruyorlardı. Ben de ısrarla, “Neden vuruyorsunuz?” diyordum. En çok ağırıma giden bana küfür etmeleri oldu. “Çekin vurun ama bana küfür etmeyin” dedim. Sürekli vuruyorlardı, 45 dakika dayak yedim, hiçbir şey yokken. Su istedim, su bile vermediler. Gece beni hastaneye götürdüler. Hastaneden beyin cerrahisine sevk edildim. Ertesi gece nöbetçi savcılığa çıkarıldım ve orada polislerden şikâyetçi oldum. Serbest kaldıktan sonra bir ay çocuklarımın yüzüne bakamadım. Üç gün hiç uyuyamadım. Anneme, eşime edilen küfürler çok ağıma gitti. Bir ay boyunca ağladım. Hiçbir avukat davayı almak istemedi. Halit Çelebi (43) Tekstilci Gezinti kanlı bitti Olay günü saat 22:00 sularında yürüyüşe çıkmıştım. Ömer Hayyam Köprüsü civarında sivil giyimli, çok genç iki şahıs bana kimlik sordu. Bunun üzerine ben de onlardan kimlik istedim. Biri kimliğini çıkarırken, diğeri duvara yaslanmamı, ellerimi arkada kavuşturmamı söyledi. Ardından da vurmaya başladı. Kendimi korumak için kollarımı kaldırdım, ama yarım saatten fazla dayak yedim. Üstüm başım, her yerim kan oldu. Ardından karakola götürüldüm. Orada daha fazla dayak yedim. Kasımpaşa Polis Merkezi’nde ben dayak yerken, tüm polisler olaya şahit oldu. Fakat hiçbiri bunu durdurmadı. Gece hastaneye götürdüler. Sağ gözüm çok kötü durumdaydı. Göz hastanesine sevk edildim. Oradan da rapor verdiler. Beyin cerrarına gösterdiler. Ertesi gün barodan avukat geldi. Onunla görüştüm. Öğleden sonra polise mukavemet suçuyla savcılığa çıkarıldım. Ben de orada polislerden şikâyetçi oldum. Hakan Yoğungan (42) Mühendis Araçtan attılar Üç ay önce, iş çıkışı moralim bozuk olduğu için otomobilimi Kartal sahiline çektim ve kendime bir bira aldım. Bir süre sonra asayiş şubenin devriye aracı geldi. Polisler araçtan inip yanıma geldiler ve “Sen burada ne bekliyorsun” diye çıkıştılar. Bira içtiğimi söyledim. “İn ulan aşağı” diyerek indirdiler. Üzerimi ve aracı aradılar. Biri alkolmetreyi getirdi ve üflememi söyledi. Hijyenik olmadığı için üflemedim ve “Nasılsa hastaneye götüreceksin, orada alkolmetreye üflerim” dedim. Bana kelepçe takıp devriye aracına bindirdiler. Araçta çok yoğun bir şekilde dayak attılar. Defalarca bayıldım. Kendime geldiğimde, “Savcıya çıktığımda bunun hesabını vereceksiniz” dedim. Yine bayıltana kadar, küfürler eşliğinde dövdüler. En sonunda da hareket halindeyken araçtan attılar. İşkence sürdü Uluslararası Af Örgütü 2008 Raporu’na göre artan siyasi belirsizlik ve askeri müdahalelerin ardından ülkede milliyetçi duygular ve şiddette artış görüldü. İfade özgürlüğü kısıtlanmaya devam edildi. İşkence ve diğer kötü muamele iddiaları ile yasa uygulayıcıları tarafından aşırı güç kullanımı vakaları devam etti. İnsan hakları ihlalleri için başlatılan kovuşturmalar etkisiz ve yetersiz kaldı, adil yargılanmaya ilişkin kaygılar devam etti. Mülteci ve sığınmacıların hakları ihlal edildi. Aile içi şiddet mağdurlarına sığınma evleri temininde çok az bir ilerleme kaydedildi. Rakamlarla Türkiye’de işkence 6735 2007’de işkenceyle suçlanan kamu görevlileri sayısı. 35 2008’in ilk10 ayındaki faili meçhul sayısı. 29 2008’in ilk10 ayında gözaltında veya cezaevinde ölüm vakası. 31 2008’in ilk10 ayında, yargısız infaz/dur ihtarı/rastgele ateş açma vakası. 204 Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’na 2008’in ilk 10 ayında yapılan işkence şikâyet başvurusu. 261 1997-2008 arasında gözaltında cinsel taciz ve tecavüze karşı hukuki yardım isteyenlerin sayısı. 317 Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na 2008’in ilk dokuz ayında yapılan işkence başvurusu sayısı.