Böhürler: Platonik aşk maço erkek siyasetini kanıtlıyor

Böhürler: Platonik aşk maço erkek siyasetini kanıtlıyor

T24 - Yeni Şafak gazetesi yazarı ve AKP Merkez Yürütme Kurulu üyesi Ayşe Böhürler siyasiler arasında yaşanan "platonik aşk" tartışmasını eleştirerek "Platonik aşk maço erkek siyasetini kanıtlıyor" dedi.

Böhürler, annesinin rahatsızlığını köşesine taşıyarak hastaların da ölme hakkı olup olmadığını sorguladığı "Seçme hakkımız var mı?" başlığıyla yayımlanan (27 Kasım 2010) yazısı şöyle:

Bu hafta locadan en çok dikkatimi çeken erkek diliyle şekillenen Türk siyasetindeki sevgiye tahammülsüzlük oldu. Bu haftanın en "erkek" polemiği ise başbakanın "platonik aşk yaşıyorlar" sözleri ile yaşandı. Siyasette duygu dilinin zaaf olarak algılandığını bilsem de bu kadarını tahmin edemezdim. Platonik aşk, tinsel eyleme geçmeyen soyut bir sevginin tanımlaması olarak değerli bir şey olarak görülür. Ancak erkek dünyasında zaaf ve zayıflık demekmiş meğer! Manası her ne olursa olsun içinde sevgi geçen bu tanımlamaya karşı "siyasette platonik aşk yaşanmaz" diye bağıran Sırrı Sakık'ı ve İmralı dahil diğer tepkileri izlerken siyasetin sadece erkek değil, maço erkek bir kültürü barındırdığını gördüm.

Sevginin soyutunun imasına dahi tahammülleri olmayanlardan merhametli çözümler beklenebilir mi, bilemedim.

Seçme hakkımız var mı?

Yazarların köşelerini kendi yaşadıkları ile işgal etmesini sevmeyen birisiyim. Ancak bu hafta içinde gerek Can Dündar'ın, gerek Reha Muhtar'ın yazılarını okuyunca son iki aydır yaşadıklarımın birçok kişinin ortak paydası olduğunu görerek çelişkilerimi yazmak istedim. Son iki aydır benim en önemli sorum "ölme hakkımız var mı?" oldu.

Annem iki aydır yoğun bakımda, çok şükür çıkartacağız bugünlerde. Yoğun bakıma girdiğinde şuuru kapanmış ve solunumu durmuştu. Şimdi şuuru açıldı ve nefes alıyor. Ancak bir makinenin yardımı ile. Tıbbi adı "trakiostomi" olan bir işlem yapıldı. Boğazına açılan bir delik yardımı ile makineden oksijen desteği alabiliyor. İnsanın rahat yatağında ölümünün de bir nimet olduğunu savunarak tüm bu işlemlere en başından itibaren çok direndim, itiraf edeyim.

Annem normal hastalıkta bile kendisine müdahale kabul etmeyen birisi idi. Şimdi her yerine bağlı bir hortumla ve bunların farkında olarak yaşıyor. Her gece onu acılarla dolu binlerce işleme tabii tuttuğumuz için kendime kızıp duruyorum. Tıbbın hayatın felsefesi ile ilgilenmediğini, insanı bir makine gibi yaşatmak için ne uğraşlar verdiğini ve bunda da büyük başarı kazandığını bu süreçte öğrendim.

Duygular değil, oksijen almak önemli imiş.

Annem artık tam bir yatak hastası, ayağa kalkmak istiyor ama kalkamıyor, burnundan sokulan bir hortumun yardımıyla besleniyor, artık ağzından kana kana su içip yemek yiyemeyecek. İlk zamanlar su istiyordu artık onu da istemiyor. Konuşuyor ama sesi çıkmıyor. Kızıyor, ağız hareketlerinden anlıyoruz ama kelimelerini duyamıyoruz. Hortumlarından kurtulmak, ayağa kalkmak istiyor. Bulduğu ilk fırsatta onları çıkartmasın diye ellerini bağlıyorlar. Uzun süre direndi. Artık gözleri ile ellerini göstermekten de vazgeçti. İlk yoğun bakıma girip çıktığında eve giderken bana beni kaçırdılar zannettim demişti. Ona hastanede olduğunu, doktorların onun iyiliği için müdahale ettiklerini anlatmakta çok zorlanmıştım. Şimdi her gün tavana bakmaktan başka şansı olmayan pozisyonunda bizlerden kaçırdığı gözleri ile lambalara bakarken neler düşündüğünü az çok tahmin edebiliyorum. Yapılanların iyiliği için olduğunu anlayamıyor. Bana bunları niye çektiriyorsunuz, neden bu hortumlar, neden beni ölmeye bırakmadınız diyor. Ya da bana öyle geliyor.

Neden beni rahat rahat ölmek için bırakmadınız diyen gözleri ile her gece karşılaşmak, bazen gözyaşlarını silmek, bazen küserek başını çevirmesine tanık olmak "duyguların mı, oksijenin mi daha önemli" olduğu sorusunu her gün kendime sorduruyor. Doktorlarının çoğu arkadaşım, dostum. Bu süreçte sürekli tartışıyoruz. Tıbbi müdahale şart mı? Tıbbi müdahale istememe hakkımız olamaz mı? Hem dini, hem de tıbbi manada tedaviyi reddetmek bazen bizim için bir şans değil mi? Aldığım cevaplar "hayır" tabii ki. Yapılması gerekenlerin hepsi yapıldı eminim. Ama onu nasıl teselli edeceğimi, başında ne diyeceğimi bilemiyorum. Geçecek mi? Kurtulacak mısın? Her şey yolunda bak iyileştin mi?

Yoğun bakıma bazen ölümün bekleme odası diyorum, bazen hayatın... Hayata direnenler, yenilenler o kapıdan girip çıkıyor. Keskin dezenfekte kokusu, makinelerle bütünleşmiş hastaları ile yoğun bakım insanı hayata döndürüyor biliyorum. Ancak bedenlerimizin makineye döndüğü ve bunun ruhlarımıza acılar verdiği zamanda ne yapmak lazım sorusu sadece benim değil, insanlığın önünde duruyor.

...

İlk defa başörtüsü konusundaki bir araştırma manipülatif bir tanımı olan "türban" kelimesi kullanmadan yapıldı ve sunuldu. Başörtüsü üzerine ilk araştırmayı 1991 yılında Nilüfer Göle yapmıştı. Modern Mahrem böyle bir araştırmanın sonunda ortaya çıktı. O günden bu yana onlarca araştırma yapıldı. Her araştırmada benzer sonuçlar ortaya çıktı. Bu konu toplum genelinde sorun olarak algılanmıyor, sadece sınırlı bir kesim tarafından sorun olarak kabul ediliyordu. Türkiye İş Kadınları Derneği'nin (TİKAD) tarafından yaptırılan Prof. Dr. Özer Sencar, Prof. Dr. İhsan Dağı, Dr. Sıtkı Yıldız ve Dr. Vahap Coşkun'un imzasını taşıyan "Başörtüsü ve Toplumsal Uzlaşma" başlıklı araştırmada benzer sonuçları ortaya çıkartmış. Konu toplumun değil, siyasetin malzemesi haline gelince sorun olarak büyümüş ve büyütülmüş.

TİKAD Başkanı Nilüfer Bulut'un ve bu çatı altındaki iş kadınlarının bu araştırma ile toplumsal uzlaşıya verdikleri destek takdire şayan.