Türkiye'ye gelen Bollywood'un ünlü oyuncusu, yönetmen ve yapımcı Aamir Khan, Türkiye'de "çılgın" 4 gün geçirdiğini söyledi.. Türkiye için "Çok özel bir ülke" diyen Khan, "Türkiye, lunaparktaki hızlı trene benziyor. Sıcak, sevgi dolu hızlı bir tren…" dedi.
Khan, Türkiye'de geçirdiği günleri, "İnsanların tutku dolu halleri, şehrin temposu, her şey hızlı. Benim seyahatim de hızlıydı. İlginçtir, uçak indiği andan itibaren hiç bir yabancılık yaşamadım. Sanki daha önce defalarca geldiğim bir yerde gibiydim. Gittiğim her yerde de çok büyük sevgiyle karşılandım" diyerek anlattı.
Hürriyet yazarı Ayşe Arman'ın sorularını yanıtlayan Bollywood yıldızı Aamir Khan'ın açıklamarı şöyle:
Bu hafta sonra yeni filminiz 'Secret Superstar' dünya ile birlikte Türkiye’de de vizyona girdi. Siz de bir süre önce buradaydınız. Türkiye izlenimlerinizi alayım…
-(Gülüyor) Çılgın bir 4 gün geçirdim! Çok özel bir ülke Türkiye benim için. Lunaparklardaki hızlı trene benziyor. Sıcak, sevgi dolu hızlı bir tren…
Niçin hızlı tren?
-Ülkeniz hızlı da ondan! Gelişimi de öyle. İnsanların tutku dolu halleri, şehrin temposu, her şey hızlı. Benim seyahatim de hızlıydı. İlginçtir, uçak indiği andan itibaren hiç bir yabancılık yaşamadım. Sanki daha önce defalarca geldiğim bir yerde gibiydim. Oysa ilk gelişimdi. Facebook aracılığıyla Türkiye’den çok güçlü duygular ulaşıyordu bana. Ama yine de, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Filmlerimi küçük bir grup mu izlemişti? Kimdi onlar? Havaalanı çıkışında o coşkulu kalabalığı görünce, çok mutlu oldum, binlerce insanın toplanmış olması da beni duygulandırdı. Gittiğim her yerde de çok büyük sevgiyle karşılandım.
Filmler vizyona girmeden farklı ülkelere gitmek normal bir süreç mi?
-Evet, ama genellikle Hindistan içinde seyahat ederim. Bu sefer Türkiye’ye gitmek istedim.
Neden? Müslüman bir ülke olduğu için mi?
-Yok hayır, dinle bir alakası yok. Birden fazla nedeni var. Türk hayranlarım, yıllardır, ısrarlı bir şekilde istiyorlardı, söz verdim ama bir şekilde beceremedim. Türkiye’nin 2 ayrı konsolosu beni ziyaret etti ve Türkiye’ye davet etti. Büyükelçiniz Delhi’den Mumbai’ye sırf bunun için geldi. Hepsine de gelme sözü verdim. Ancak bir türlü olamadı. Aslında, “Dangal” filminin de Türkiye’de eş zamanlı vizyona girmesini istemiştim, o da olmadı. Ne zaman ki “Secret Superstar”ın vizyona giriş tarihi konusunda tüm ülkelerin eş zamanlı olmasında hem fikir olduk, dağıtım ekibime “Önce Türkiye gitmek istiyorum!” dedim.
Türkiye’nin yüzü olacak mısınız? Böyle bir şey okudum, THY size böyle teklif sunmuş…
-Yoo hayır, bu konuda bana gelen herhangi bir teklif yok.
Türk insanı sizi niçin seviyor?
-Muhtemelen filmlerim yüzündendir. Ama ilginç olan, filmlerim Türkiye’de hiç vizyona girmedi, dağıtımı da yapılmadı, tanıtım da yapmadım. Çin’de de benzer bir durum söz konusu. Tıpkı Türk izleyicisi gibi, onlar da filmlerimi internetten indirip seyrettiler. “3 Aptal” filmim, yalnızca Amerika, İngiltere ve Hindistan’da vizyona girdi. Ama “3 Aptal filmi”ni bugüne kadar seyretmemiş Çinli çocuk yok! Beni de şaşırtıyor ama durum bu. Bir filmimi beğenince, internet üzerinden diğerlerini seyretmeye başlıyorlar. Çin’e gittiğimde inanamadım, herkes en az 5-6 filmimi izlemiş durumdaydı. Hiç bir sinema salonunda gösterime girmemiş olmasına rağmen!
Türkiye’de sokak yemekleri yemek, sokak çocuklarıyla futbol oynamak istemişsiniz…
-Evet. Gittiğim her yerde yapabileceğimin en fazlasını yapmak istiyorum. Pazarlama ve dağıtım ekibim, Türkiye için sadece 2 gün ayırabileceğimi söyledi. Ben ise en az 4 gün istediğimi söyledim. Bu yüzden gitmeyi planladığım başka iki ülkeyi eledik…
Türkiye’de siz hem cumhurbaşkanı ziyaret ettiniz, hem de Anıt Kabir’e gittiniz… Hem Dervişleri izlediniz, hem üniversiteleri gezdiniz, Kim 500 milyar Ister’e çıktınız, Kristal Elma de konuşma yaptınız, bizim oyuncularımızla tanıştınız, daha bir sürü şey… Bu kadar kısa zamanda bu kadar çok şey yapacak enerjiyi nereden buluyorsunuz?
- Çalışmayı severim. Nereye gidersem gideyim, insanlarla etkileşim halinde oldum. Kültür Bakanı’nızı ziyaret ettim. Cumhurbaşkanı ile bir araya geldim. Ama Ankara’ya gidip Anıt Kabir’e gitmemek olmazdı. Oraya da gittim, çok etkilendim.
Siz, normal, sıradan bir star değilsiniz. Bir oyuncunun, bir yönetmenin çok ötesindesiniz. Gerçekten büyük meselelerle uğraşan birisiniz…
-Oooooooo. Çok teşekkür ederim, beni mahcup ediyorsunuz…
Yok valla, gerçeği söylüyorum. Hem sosyal alanda önderlik edip hem de bu kadar popüler olmayı nasıl başarıyorsunuz?
-Bilmiyorum bu sorunun cevabını. Hiçbir sanatçı, hiç bir oyuncu oynadığı filmlere, yazdığı kitaplara, izleyicinin vereceği tepkiyi, ilgiyi, nefreti, beğeniyi kestiremez. Ben de edemem. Zannettiğiniz gibi bir kontrol mekanizması yok. O üretilen filmlerin bizden bağımsız bir kaderi var. Ben yalnızca sevdiğim işi yapıyorum. Ve onu iyi yapmaya çalışıyorum. Aklımdan çok kalbimle yapmaya çalışıyorum. İnsanlar işlerimi seviyorsa, yüzlerine bir gülümseme yayılıyorsa; bu beni ancak mutlu eder…
Sosyal meselelerle uğraştığınız için mi bu kadar sevilen, sayılan biri oldunuz… Yoksa ünlü olduktan sonra mı bu alanlara yöneldiniz?
-Ben hiçbir şeyi başkalarını mutlu etmek ya da onlara iyi görünmek için yapmıyorum. Şöhretin bize kurduğu tuzaklardan biri bu. Daha fazla sevilmek, onaylanmak için onların istediği türden şeyler üretmek. Hayır, ben kendi inandığım şeyleri yapıyorum ve kalbimle yapıyorum. Bir başarı varsa ortada, bu yüzdendir…
Nasıl bir çocukluk?
-Hiperaktif. Çocukken çok spor yaptım. Futbol, tenis. Şampiyonluklarım, derecelerim var. Hokey, masa tenisi, kriket, badminton. Oyunculuğa hiç ilgim yoktu. Ama öykü dinlemeyi çok severdim. Babam yapımcıydı, o nedenle evimize çok sayıda yazar, yönetmen, senarist gelirdi ve hikayeler havada uçuşurdu. 15-16 yaşına kadar yüzlerce öykü, fikir ya da çekilmeye hazır senaryo dinledim. Bu işi yapmak istediğimi anladığımda ise15 yaşındaydım. 10’uncu sınıfı daha yeni bitirmiştim. Bir sınıf arkadaşım bana bir kısa film çekmek istediğini söyledi. Ben de o filmde, onunla birlikte çalıştım, aslında ona yardım ettim. Ve bir ay içinde, bunun benim hayatımın işi olduğunu fark ettim. O günden buralara geldik…
Sizi Tom Hanks’e benzetiyorlar. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?
-Sadece gülümsüyorum. Benim için bir şey ifade etmiyor.
Onunla hiç tanışma fırsatınız oldu mu?
-Evet, Spielberg’le bir işimiz vardı. Onu görmeye gittim, o da Tom Hanks’le bir film çekiyordu.
O da size olan hayranlığını bildiriyormuş.
-Çok abartılacak bir şey yok. Benim “3 Aptal” filmimi izlediğini, beğendiğini söyledi.
Hollywood’la çok ilgilenmiyorsunuz galiba…
-Evet, doğrusu bu. Bunun iki nedeni var. Birincisi köklerimden uzak bir yerde yaşamayı hayal bile edemiyorum. Ülkemi seviyorum ve duygusal olarak çok bağlıyım. İki hafta Hindistan’dan uzak kalınca mutsuz oluyorum. Ben bu topraklara, bu kültüre aitim. İkincisi, Hollywood benimle niçin ilgilensin? Hollywood neden Hintli bir aktöre ihtiyaç duysun?
Ama olur mu siz evrenselsiniz…
- Doğru ama beni Hollywood heyecanlandırmıyor! Onların işine de gelmem ben. Film senaryosu dediğiniz şey, geniş bir izleyici kitlesine hitap etmeli. Kaç film, kaç öykü bir Hintliye gereksinim duyar? Ben Amerikalı’ya benzemiyorum, aksanım Amerikalı gibi değil. Dahası Hollywood’dan bana çok sayıda senaryo geliyor, hiçbirini beğenmedim. Hep “Hayır” dedim. Çünkü benim için teklifin nereden geldiği önemli değil, öykü önemli. Yoksa senaryonun Japonya’dan, Türkiye’den ya da Afrika’dan gelmiş olması hiç fark etmez, önemli olan beni heyacanlandırıp heyacanlandırmadığı. Kendimi bir öykü avcısı gibi görüyorum…
52 yaşındasınız ama 20’lik delikanlı rollerini bile rahatlıkla oynayabiliyorsunuz. Sırrı nedir? Allah vergisi mi, teknolojinin de yardımı var mı?
-Ya teknoloji değil. Onu yutmaz seyirci. Rolümün gereğini yapıyorum. Kilo alıp veriyorum ve çok spor yapıyorum.
Peki bu dönüşümün sırrı nedir?
-Kendini yaptığın şeye adamak…
Vücudunuzun rol gereği bir büyüyüp bir küçülmesi bünyeniz açısından kötü değil mi?
-Muhtemelen öyle. Ancak içeride ne olduğunu bilmiyorum ve şu ana kadar gündelik hayatımı etkilemedi.
Bir projeyi yapmaya karar veriyorsunuz, kendinizi ona adıyorsunuz ve 6 ay içerisinde tamamen başka birisi haline dönüşüyorsunuz.
-Evet, öyle yapmaya çalışıyorum. Bazı durumlarda bunu başarıyla da gerçekleştiriyorum. 44 yaşındayken “Üç Aptal” filminde 18 yaşında bir genci oynamam gerekiyordu. Başta çok mutsuz oldum ve yönetmene ısrarla şunu sordum: “Niye 18 yaşında birini rolü ona vermiyorsun? Neden ille de ben? Eğer başaramazsam ne olacak? El alemi kendime güldüreceğim!” Beni bu rolden azad etmesi için elimden gelen tüm ikna yöntemlerini kullandım. O ise sürekli beni ikna etmeye çalıştı. Ben genellikle iç sesini dinlerim, iç sesim bana, “Bunu yapma!” diyordu…
Ama yaptınız…
-Evet çünkü yönetmen Roger (Rajkumar) Hirani, “Bir kere de bir başkasının sezgileriyle hareket et!” dedi. “O benim görmediğim bir şeyi görüyor” dedim ve kendimi ona bıraktım. Sonucu çok olumlu oldu. Fakat benim için büyük bir meydan okumaydı, çünkü sadece 18 yaşındaki bir erkek çocuğu gibi davranmayacaktım, aynı zamanda 18 yaşında biri gibi hissetmeliydim. Yalnızca vücut hareketleri değil, tüm enerjimle de 18 yaşında olmam gerekiyordu…
Nasıl yaptınız peki?
-Gençken daha meraklıyız, her şey yeni bizim için, daha çok şey denemek isteriz, daha iştahlıyız hayata karşı, öyle olmaya çalıştım. Soran, sorgulayan, merak eden, her şeye açık. Bir de bir yönetmen arkadaşım daha var, “Gajhini” filmini yönetmişti. 50’lerine yakın ama çocuk gibidir. Şöyle ki, filtreleri yok. Ya da çok az var diyelim. Mesela herhangi bir şeyle ilgili, “Şöyle yapsam nasıl olur” diye sorduğunuzda, kafadan “Çok kötü bir fikir!” diye cevap verebilir, ya da fikrinizi severse, “Süper, süper!” der. Oysa yetişkinler daha politiktir. Ben de normal hayatımda daha filtreleri olan biriyim. Ama o karakteri canlandırırken, tamamen filtresizdim. İkinci yararlandığım kişilim de kuzenim oldu. O zamanlar 13-14 yaşlarındaydı. Hiç yerinde durmuyordu, sürekli hareket halindeydi. Gençler öyledir. Onun bu özelliğinden de oyunculuğum sırasında yararlandım.
Siz aynı zamanda yönetmenlik, senaristlik, yapımcılık da yapıyorsunuz. Sinemanın her alanına el atmanızın özel bir sebebi var mı?
-Film üretmenin tüm sürecini seviyorum. Bu işin tüm bölümlerde çalıştım, bazen resmi, bazen gayri resmi olarak. Çok fazla montaj yaptım, yardımcı yönetmenlik görevlerinde bulundum. Oyuncu olmak istediğim konusunda çok nettim. Oyunculuğu tek geçerim. Yapımcılığı asla istemiyordum, çünkü babamın hayatını cehenneme çevirmişti. Ama “Lagaan” filminin senaryosu önüme geldiğinde, senaryoya aşık oldum. Dedim ki, “Yapımcılığını ben üstleneceğim!” Yapımcılık hikayem bu. Son 20 yıl içinde 8-9 filmin yapımcılığını üstlendim. Biraz da ihtiyaçtan. Yönetmenliğe gelince, Taare Zameen Par (The Little Boy), en başta olarak benim yönetmenliğini üstlendiğim bir film değildi. Filmin yapımcısı ve baş aktörüydüm. Çekimler başladıktan bir hafta sonra, yönetmenle ilgili bir şeylerin ters gittiğini hissettim. Bunu da açıkça söyledim. “Senaryonu al ve güvendiğin bir başkasıyla filmi çek’’ dedim. Hatta eline bir liste verdim. O da uzun tartışmalardan sonra filmin yönetmenliğini bana teklif etti. Kabul etmemin tek nedeni, filmde oynayan çocuk. Ana karakter olarak o kadar başarılı bir oyuncuydu ki, eğer yönetmen arayışımızı sürdürseydik, bu süre içinde oyuncumuzu kaybedecektik. Çünkü çocuklar çok hızlı büyüyor. Sonunda filmin yönetmenliğini ben üstlenmeye karar verdim. İyi film oldu. Çok iyi yorumlar aldık.
Her filminiz önemli bir insani konuda mesajlar veriyor. Öyle olmasa o filmlerde oynamaz mısınız?
-Alakası yok. “Delhi Belly” filmi buna bir örnek. Bir komedi filmiydi. 18 yaş üstü için bir filmdi, üstelik içinde çok fazla argo geçiyordu. Hindistan ben bu filmi yaptığım için şok geçirdi. Ama ben komik buldum ve yaptım. Yani içinde toplumsal mesaj olmazsa ben o filmde oynamam, gibi bir şey söz konusu değil. Hatta şöyle diyeyim, bir filmin senaryosunu okurken kafamdaki en son şey toplumsal bir mesajı olup olması. İnsanlar sinemaya eğlenmeye geliyor. Toplumsal ders almaya değil. Sosyoloji öğrenmeye de gelmiyorlar. Öyle olsaydı koleje giderlerdi. Ben bir senaryoyu okurken, kendimi filmi izleyen seyircinin yerine koyarım. Beni peşinden sürüklüyor mu, zamanı unutmama sebep oluyor mu, güldürüyor mu, aşık ediyor mu? Bazen tüm bunlara ek olarak bir de toplumsal mesajı vardır. E o zaman şahane. Güçlü toplumsal mesajı olan, fakat beni heyecanlandırmayan bir senaryoyu kesinlikle çekmem!
Sadece filmlerle değil, “Satyamev Jayate” programıyla da müthiş yararlı işler başardınız. Programınız sayesinde yasa tasarısı bile hazırlandı. Amacınız o programla Hindistan’ın kemikleşmiş sorunlarına çözüm getirebilmek miydi?
-Evet böyle bir amacım vardı. O televizyon programı, tamamen toplumsaldı mesela. Çok büyük başarı elde etti ve toplumun tüm kesimlerine dokundu. Çok sıkı bir ekip kurduk, bu çalışma beş yıl sürdü, televizyonda da üç sezon yayınlandı. Ve gerçekten de medyanın gücünü gördüm, yasalar dahil olmak üzere pek çok şeyde değişiklik oldu.
Çocuk istismarı, kadına şiddet, kürtaj, engelli insanların karşılaştığı sorunlar, eğitim ve sağlık problemleri...
-Evet, her konuyu derinlemesine araştırdık. Çocukların cinsel açıdan istismarı konularımızdan biriydi ve programda, çocuklarla beş dakikalık bir atölye çalışması yaptım. Sorunu hem kişisel yönden anlamaya çalışıyorduk. Cinsel istismara maruz kalan çocuğa ne oluyor? Bu işin bireysel tarafı ne? Ancak bu, öğrenmek istediğim tek şey değildi. Bunun toplumsal yönünü de bilmek istedim. Toplumda ne derece yaygın? Sorunun tarihçesi ne? Bu sorunla ilgili yasalar neler? Yasa var ama ne diyor? Ne kadar uygulanıyor? Bu sorunla nasıl başa çıkabiliriz? İnanılmaz ilgi gördü. Ve fayda sağladı. Bir takım değişiklikler oldu. Üç sezonda 24 farklı konuyu ele aldık. Mesela Hindistan’da cinsiyet belirleme konusunda doktorların yasadışı cinsiyet belirleme yaptığı bilgisine ulaştık. O güne kadar bunu yaptığı için lisansı elinden alınan ya da tutuklanan tek bir doktor bile yoktu. Ancak programda ele aldıktan sonra 40 doktor tutuklandı.
İnternette bulup izledim o programları! Müthiş! Hele çocuklara cinsel istismar üzerine yaptığınız çekimler, kamu spotu olmalı. Bizim ülkemizde de benzer sorunlar var…
-Mutlaka yapılsın! O programın bu kadar çok izlenmesinin sebebi, ben orada sadece sunucu değildim. Yani çekim günü gelip, önündeki satırları okuyan biri hiç olmadım. O işe kalbimi koydum. Ekibimle birlikte konuların araştırmasında yer aldım. Alandaki ekip, saatler süren çekimler yapıyordu, ben de saatlerce bu çekim bantlarını izliyordum…
Peki niçin durdurdunuz?
-Aslında durmadık. Şu anda tek bir ana konuya odaklanıyoruz. Su konusunu seçtik kendimize. Almanya’dan daha büyük bir eyalet olan ve benim de yaşamımı sürdürdüğüm Maharasthra’ya odaklandık. Çok az yağış alan bu eyalet, her sene, kuraklıkla karşı karşıya ve tarımla geçinen insanların çok büyük sorunları oluyor. Eşimle beraber kar amacı gütmeyen Paani (Su) Vakfı’nı kurduk. Çalışmalarımızın üçüncü yılındayız. Vakfımızın CEO’su da eski karım. Tüm “Satyamev Jayate” yani “Doğrular her zaman kazanır” televizyon programı ekibi şu anda bu su meselesi üzerine yoğunlaşmış durumda.
Siz gerçekten “Bay mükemmeliyetçi” misiniz? Niye böyle diyorlar size?
-Son 20 yıldır filmlerim istikrarlı bir şekilde iyi iş yaptı ve iyi çalışmalardı. Galiba bu yüzden. Beğendiler. İşimi tutkuyla yaptığımı da biliyorlar. Gerçi ben “Bay Mükemmeliyetçi” olarak adlandırılmak yerine “Bay Tutkulu” olarak adlandırılmayı tercih ederim. Çünkü mükemmeliyetçi biri değilim. Kelimenin gerçek anlamıyla mükemmeliyetçi, her ayrıntının doğru şekilde yerine getirilmesini isteyen biri. Ben öyle değilim. Ben sadece insanın, yaptığı işe kalbini koymasını istiyorum. Örneğin bir yönetmen olarak Taare Zameen Par - The Little Boy filmini çekerken, kameramanin, “Görüntü flu oldu, bir daha çekelim!” dediği zamanlar oldu. Onu kırmamak için tamam dedim, ama ben montaj masasında, o flu görüntüyü kullanacağımı biliyordum. Belki mükemmel bir çekim değildi ama ruhu vardı. Ve öyle anları yakalamak kolay değildir. Ben, ışık, arka plan vesaire gibi tüm ayrıntıların mükemmel olması peşinde hiç değilim. Olayın ruhunun olmasının peşindeyim. Yani teknik olarak mükemmel, ancak insanın kalbine değmeyen bir görüntü bana uymaz! Ama istediğim şeyi elde edene kadar vazgeçmeme anlamında evet ben bir mükemmeliyetçiyim!
Peki özel hayatınızda nasılsınız? Kendinizi iyi bir baba, iyi bir eş olarak değerlendiriyor musunuz?
- İyi bir baba olduğumu düşünüyorum. İki kızım bir oğlum var. Ama sürekli çocuklarımın yanında olabildim mi? Hayır. İtiraf etmem gerekir ki, aileme hiçbir zaman yeterince zaman ayıramadım. Bu konuda da suçluluk duyuyorum. Özellikle ilk eşimle yaşadığım dönemde, bu duyguyu hep taşıdım. İkinci evliliğimde ise eşim şöyle dedi: “Hiçbirimiz, kafana silah dayayarak, ailenle daha çok bir arada ol diyemeyiz sana. Bu bir seçim. Senin işine tutkuyla bağlı olduğunu biliyoruz, çalışırken her şeyi unuttuğunu da. Bazen eve gelmeyi unuttuğunu da… Ama bu da sensin. Bu, senin kişiliğin ve sen o anda seni çok heyecanlandıran filminle meşgulsün. Seni değiştirme gibi bir niyetim yok. Buna hakkım da yok…”
Vayyy süpermiş! Çok anlayışlıymış Kiran Rao…
-Evet, anlayışlı. O da şu anda Mumbai Film Festivali’nin başı. Şöyle bir formül bulduk: Son bir yıldır, Mumbai’de olduğun her gün, akşam saat 6 ila 8 arasını oğluma ve karıma ayırıyorum. Kesinlikle evde oluyorum. Oğlumu yıkıyorum, ona kitap okuyorum, daha sonra o uykuya dalıyor…
Senede tek film çekiyorsunuz, oysa daha fazla çekip, daha fazla para kazanabilirsiniz…
-Yok hayır, yapmam. Benim motive eden şey para değil. Herkesin bir önceliği var, para kazanmak bazı insanlar için çok önemli olabilir, bu kötü bir şey de değil, sadece bu beni heyecanlandırmıyor. Ben beynimi meşgul eden, zorlayan şeyleri yapmaktan mutluyum. Bütün bu uğraşlar kazanç getirmeyebilir. Hiç önemi yok, yeterince kazanıyorum zaten. Hatta gereğinden de fazla. Bundan daha fazlasına ihtiyacım yok…
Kime sorduysam, herkes size hayran, Hindistan’dan halk kahramanı gibisiniz… Hiç hata yapmaz mısınız? Zaaflarımız filan yok mu?
-Olmaz mı ama bunu bir röportajda açıklamayayım. Ben hayata siyah- beyaz bakan bir insandım. İyi olan ve olmayan şeyler konusunda çok net yargılarım vardı. Katı kurallarım vardı. Sonra hayatımda bir şey oldu ve ben bunun çok yanlış olduğunu kavradım. Anladım ki, hepimizin hata yapmaya hakkı var. O yüzden de kendime ve başkalarına karşı da daha affedici olmalıydım. Şu anda öyleyim…
Zaaflarınız, zayıflıklarınız neler?
-Takıntılıyım. Bu bazı durumlarda büyük bir güç anlamına da gelebilir ama aynı zamanda çok büyük zayıflık da. Sigara mı içiyorum mesela, bırakmaya mı karar verdim? Ertesi gün uyandığımda sigarayı hatırlamıyorum bile. Tuhaf bir özellik. Birden bire yaşantımın dışına atabiliyorum. Aklıma bile getirmiyorum. Sanki hayatında hiç sigara içmemişim, içmeyi deli gibi sevmemişim gibi. Hayatımda olan bazı insanların da üzerini böyle çizdim. Yaptım yani. İnsanların hata yapabileceğini kabullenmem zaman aldı. Onlara ve kendime karşı daha anlayışlı, daha affedici olmam gerektiğini de öğrenmem zaman aldı. Affedici olmak benim sonradan edindiğim bir özellik. Çok çok önemli hayatta. Affedici olmak, çok tedavi edici bir özellik...
PK (Peekay-2014) filminizde çok cesur bir atakla dinlerin yozlaşmasını eleştirdiniz. Nasıl tepkiler aldınız?
-Film, Bollywood’un çok önemli başarılarından olarak kabul edildi. Daha önceki tüm rekorları kırdı. Daha önceki rekor, benim “Dhoom 3” filmime aitti, bu film onun çok ötesine geçti. Yalnızca insanlar severse böyle bir başarı elde edilebilir. Bu filmin ticari başarısı size sorunuzun yanıtını veriyor. İnsanlar filmi çok sevdi. Ama tabii Hindistan’da sağ görüşlü filmi sevmediler. Filmin oynatılmasını engellemeye çalıştılar…
Dinle ilgili bir bir şey yapmaktan korkmadınız mı? Çok hassas bir konu…
-Evet öyle. Korktum ama bunun önemli bir film olduğuna inandım. Filmin senaristi ve yönetmeni olan Rajkumar Hirani de korktu. Ama bu, bizi filmi çekmekten alıkoymadı. Sağcı örgütler filmin gösterimini engellemek istedi, sinema salonlarını taşladılar, protesto gösterileri yaptılar, salonları kapatmak istediler. Durdurmayı denediler. Ama kamuoyu, onlarla aynı fikirde olmadı. Olsalardı filmin gösterimi engellenirdi…
Toplumdaki hoşgörü eksikliği ve toplumsal bölünme konusunda kaygılı mısınız?
-Ne yazık ki evet! Dünya, her geçen gün bu yöne doğru gidiyor. Empati azalıyor. İnsanlar karşısındakinin fikrini dinlemiyor. Kendi düşüncelerinden farklı bir düşünce ortaya koyarsanız, sizi susturmak istiyorlar. Oysa, karşındakinin fikrini dinleyip, yine de itiraz edebilirsin. Susturmak zorunda değilsin. Hindistan’da Jainizm diye bir akım var, hiç duydunuz mu? 3 temel prensibi var. 1-Barışçıl ol. Şiddetten uzak dur. Tüm canlılara yönelik şiddetten uzak duruyorlar. Tamamen vejetaryenler, hiç bir şekilde et bile yemiyorlar. 2-Sadece ihtiyacın kadarını tüket. 3-Herkesin kendi görüşünü belirtme hakkı vardır. Karşındakinin fikri ne kadar farklı olursa olsun, onu dinle, saygı göster ve kafanda ona bir pencere aç. Bu, herhangi bir tanrısı olmayan bir din. Kurucusu Mahavir. Budizm’e birçok açıdan çok benziyor. Bu öğretinin üçüncü bölümünü ele alacak olursak, öğreti şunu diyor: “Bir başkası, sizinle taban tabana farklı düşünüyor olabilir. Karşındakine tüm kalbinle saygı göster, duygularını dışa vurmasına izin ver ve her zaman şu ihtimali de aklında tut: O haklı, sen haksız olabilirsin!” Ama ne yazık ki artık dünyada bu gittikçe daha da azalıyor…