BÖLÜK PÖRÇÜK ANILARLA ARKADAŞIM ÖZER ORAL

BÖLÜK PÖRÇÜK ANILARLA ARKADAŞIM ÖZER ORAL

Size Özer Oral’dan söz edeceğim. Meslekte yol arkadaşım, su katılmamış basın emekçisi Özer Oral’dan...

Biliyorum, çoğunuz tanımıyorsunuz. Belki adını bile duymadınız. Bu mesleğin ünlüleri, anlı şanlı köşeciler, yayın yönetmenleri bilinir, ölünce ardından yazılar yazılır, yıldönümlerinde anılır. Ama adına eskiden muhabir, şimdilerde daha duru bir dille haberci denen bu mesleğin adsız emekçileri pek hatırlanmaz.

Ben mesleğe başladığımda o biraz daha yol almıştı. O yüzden hep başıma kaktı. “Ben senden kıdemliyim, itiraz etme” deyip durdu. Sırf meslek için değil; örneğin Sultanahmet’te köfte, piyaz yerken, çok limon sıktığımda da “Piyaza o kadar çok limon sıkılmaz... Sus, itiraz etme, ben senden daha kıdemliyim” bile dedi.

O gün bugün piyaza limon sıkarken elim titrer. Neme gerek, tutar yine... Neyse.

*    *    *

Derby işgalinde tanıştık. Hayır, Derby sonraları traş bıçağı markası oldu. 1968’de köylülerin giydiği kara lastiği, mollaların giydiği mes-lastiğin lastiğini üreten kocaman bir fabrikaydı. Zeytinburnu’nda, Çırpıcı Çayırı'nda. İşgal çadırında başlayan dostluk 1980’e kadar aralıksız sürdü. Kırklareli’nde Trakya ayazında, Paşabahçe sırtlarında,  15-16 Haziran’da işçiler geçmesin diye köprü açıldığından bizi Haliç’in karşı yakasına taşıyan kayığın içinde, şimdi yerinde yeller esen Meserret Kahvesi'nde tavla masasının başında (en çok ben yendim), Sirkeci Garı'nda Bitlisli ve Siirtli hamalların korkunç kavgasının tam ortasında, TÜSİAD’ın kuruluş kongresinde... (Burada keseyim. Sonu yok çünkü).

Haberciydik ve ikimiz de işçi, sendika haberlerinden sorumluyduk. Ben kısa süre sonra yazıişleri müdürü filan oldum. O hep haberci kaldı. Tıfıl habercilerin “Özer abisi” olarak...

*    *    *

İlkin o baba oldu. Doğacak oğullarımıza (çocuklarımızın oğlan olacağından emindik) altın takmakta kavilleşmiştik. İlk oğlu doğdu, ama “Aydın Amca” çulsuzun teki. Arkadaşı Özer Oral’dan borç aldı, borç parayla çeyrek altın aldı ve kavilleşildiği üzere oğlanın kundağına, ama tam da  çükünün üstüne altını iliştirdi.

Sonra ben baba oldum. Oğlum iki haftalıkken hapise girdim. Karım hatırlıyor. Bir öğle vakti, perçemiyle kelini örtmeye çalışmış, yorgun yüzlü, çok sakin bir adam Levent’teki evin kapısını çalıp, benim oğlanın çükünün tam üstüne çeyrek altını iliştirip, “Görüşe gittiğinizde selam söyleyin” deyip, geldiği gibi sessizce...

N’apsam ? Yazıyı bırakıp gözlerimi kurulasam mı?

*    *    *

1973 sonbaharında o, ben, bir de Mustafa Ekmekçi buluştuk. Kendimize Sultanahmet Köftecisinde ziyafet çektik (piyaza çok limon  sıkmadım). Ekmekçi bu, nerden aklına geldiyse “Biz ölünce genç haberciler ‘Haber yaparız, haber kaparız, ustamız öldü, biz yaparız’ diye o çocuk tekerlemesiyle yürüsünler” deyiverdi.  Onu “Bu ölüm lafı da nereden çıktı” diye azarlayıp susturduk.

Mustafa abi, ikimizden önce öldü. O “şaka gibi vasiyeti” yerine getirdim. Ardından yazdığım  Tırmık’a o tekerlemeyi, onun istediği gibi yerleştirdim.

Özer telefon etti. “Yaşa lan, unutmamışın. İyi oldu. Vasiyetini yerine getirdik sayılır” dedi.

Sonra o gitti. İşe bak altı yıl olmuş bile. Altı yıl önce bugün. Öğündüğü Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünde...

Bu akşam köfte-piyaz yiyeceğim... Bir duble de...

Neyse, bu yazı burda bitsin. Gözlüğümü silmem lazım...