Pazar günleri, bir süredir, İstanbul’un Bomonti semti için ‘festival havası’nda geçiyor. Kentin dört bir yanından insanlar, semtin göbeğine kurulan antika pazarını dolaşmak için Bomonti’ye akın ediyor. Bomontililer de ‘kalabalığın her geçen hafta büyüdüğünü, pazarın gittikçe popülerleştiğini’ söylüyor.
Bir buçuk yıldır Bomonti’de bir kahvecide çalışan Talha Elmas, pazarın, butik kahvecilerin, Bomontiada’nın semti canlandırdığını dile getiriyor. ‘’İnsanlar pazardan alışverişlerini yapıp kahve içmeye, kahvaltı etmeye geliyorlar’’ diyor.
Kimi pazara plak koleksiyonunu genişletmek için uğruyor; kimi ucuza, ikinci el, ‘antikalaşan’ çantalar almak için. Eski fotoğraf makinelerine meraklı insanlar için de bin bir çeşit seçenek sunuyor Bomonti, yeniden basılmayan kitapların peşinde koşanlar için de büyük bir maden gibi. Pikaplar, avizeler, süs eşyaları, eski gazeteler… Ziyaretçiler biraz toz kokusu ve büyük bir nostalji duygusuyla karşılaşıyorlar.
Türk Dil Kurumu, ‘antika’ kelimesini her ne kadar ‘eski çağlardan kalma eser’ diye tanımlasa da, bu kelimenin hızla değişen dünyada kapsamının ne kadar hızlı genişlediğinin farkına varabiliyorsunuz. Bir köşede, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında doğan çocukların oynadıkları Playstation ve gameboyları satanlarla karşılaşabiliyorsunuz. Bir dönem aile ekonomilerini zorlayan bu teknolojik oyuncaklar bugün, 100-150 TL’ye satılıyor. Aynı standda diskman ve walkmanler de mevcut. Fiyatını soruyorum, satıcı ’’40’a bırakırım’’ diyor. ‘’Neden indirim yapıyorsun?’’ diye sorunca da pazarın son saatlerinin geldiğini, bu yüzden de ‘satabildikleri kadar satmak istediklerini’ söylüyor.
‘Çocukluğumda benim de oynadığım Playstationların antika pazarında satılıyor olmasını komik bulduğumu’ dile getirdiğimdiyse ‘’Ben bu bu işi 25 senedir yapıyorum; senin yaşından çoktur’’ cevabını alıyorum. Meğer 25 senedir Eminönü’de mağazaları varmış. Baba-oğul, beraber işletiyorlarmış. Söylediğim gibi, ‘antika’, Bomonti’de farklı anlamlara gelebiliyor.
Pazarın bir başka köşesindeki standda eski gazeteler, bir aileye ait olduğu belli siyah-beyaz fotoğraflar ve birbiriyle uyumlu ev eşyaları dikkat çekiyor. Standın önüne geldiğimde Nedim Kaya, elindeki işleri bırakıp yanıma geliyor. 50’li yaşlarında, yüzü gülen, dinamik bir adam.
Önümdeki eşyaların yeni eline geçtiğini söylüyor. ‘’Nasıl size ulaşıyor bütün bunlar’’ diye soruyorum. 5-6 metre boyundaki standın üzerindeki objelerin hepsinin bir evden çıktığını anlatmaya başlıyor. ‘’Ev sahipleri rahmetli olmuş. 15 sene kimse girmemiş eve. Aile de evi olduğu gibi korumaya karar vermiş. Şimdi kiralamaya ya da satmaya çalışıyorlar. Benim kapımı çaldılar, içerdeki eşyaları almak isteyip istemediğimi sordular. Biz de aldık.’’
Nedim Bey’in anlattığına göre, benzer şekillerde günde üç eve girdikleri de oluyormuş, haftada bir ev çıktığı da… ‘’Pek düzeni olan bir iş değildir antikacılık’’ diye ekliyor.
30 yıldır antikacılık yapıyormuş. Uzunca bir süre hem özel bir şirkette şoförlük yaptığını hem de haftasonları antika sergileri düzenlediğini söylüyor. Şimdi, yalnızca Bostancı’daki dükkânlarıyla ve pazar günleri geldikleri Bomonti Antika Pazarı ile ilgileniyormuş. Yalnızca ‘sıradan vatandaşların’ müşterileri olmadığını da vurguluyor Nedim Bey: ‘’Esnaflar da bazen bizden alıyor, başka antikacılar da, sahaflar da.’’
Standda ev sahiplerinin nüfus cüzdanları, sigorta kartları, Ece ajandaları, vergi karneleri de var; sahibinin yatmadan önce okduğu kitabı etajerin üzerine koyduktan sonra uzanıp ışığı söndürürken bıraktığı el izlerini hâlâ taşıyan başucu lambaları da. Hatta, ev sahiplerinin bir ressam tarafından çizilmiş portreleri bile alıcı bekliyor. Portrelerin üçü bir arada, 200 TL...
Bunca ‘yaşanmışlığı’ bir standın üzerinde ya da dükkânlarında satıyor olmanın hiç ‘duygusal ağırlığı’ olup olmadığını merak ediyorum. Gülümsüyor. ‘’İnsanlar genelde öyle düşünüyorlar. Ama pek gerçekçi değil doğrusu bu’’ diyor. ‘’Sonuçta mesleğimiz bu. Böyle para kazanıyoruz. Bir duygusallık olmuyor.’’
Benim şaşkın ve hayal kırıklığına uğramış bakışlarımla karşı karşıya kalınca daha büyük bir gülümseme ile devam ediyor konuşmaya: ‘’Hatta hastalıktır bu. Düşünsene 15 yıl kimse dokunmamış bu eşyalara, kimse temizlememiş, tozunu almamış. Biz içlerin bir dalıyoruz… Valla hasta eder insanı…’’
Nedim Bey’den Musaliboğlu ailesinin sakladığı iki eski nüsha gazete ve -evin sahibi olduğunu zannettiğim- Şâkir Musaliboğlu’nun sigorta sicil kartını satın aldım. Kart, ‘T.C. Çalışma Bakanlığı, İşçi Sigortaları Kurumu’ tarafından çıkarılmış. Karta göre Şâkir Bey, 1929 yılında İstanbul’da doğmuş, nüfusa Galata’da kaydolmuş. Takım elbisesi ve kravatıyla çektirdiği fotoğrafında saçları modern bir tarzda kesilmiş. Yakışıklı bir gencin portresini andırıyor.
23 Mayıs 1953 tarihinde yayınlanmış haftalık Türkiye gazetesi, ‘’Yeni iktidarın 3 yılı Tamam oldu’’ manşetiyle çıkmış. Dönemin Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Yugoslav Devlet Başkanı Mareşal Tito ve Yunan Kralı Paul’un fotoğrafları yan yana dizilmiş. Abdi İpekçi yönetiminde, 17 Ağustos 1967’de çıkan Milliyet gazetesi ise dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün İstanbul Bölge Toplantısı’nda söylediklerini manşetten duyurmuş: ‘’İktidar seçimleri kaybetmeli ve kaybedecektir’’
Her iki nüsha da ‘günlük’ ve ‘sıradan’ olarak nitelendirilebilecek gündem hadiseleriyle dolu. Aile, özellikle bu iki nüsha gazeteyi neden saklamış, anlamak güç. Fakat Nedim Bey’in gösterdiği portreler, ailenin bir sebeple haber olmuş olabileceği izlenimini veriyor. Belki de kütüphanenin bir kenarına sıkıştırılmış, yıllar boyunca tozlanmaya bırakılmış, herkesin hatırından çıkmış birer ‘günlük anı’lardır. Şâkir Bey’e sormak için geç kaldık, kesin olan bu.