Işıl Öz
Prof. Dr. Noam Chomsky (MIT), Yard. Doç. Dr. Aslı Iğsız (NYU) ve Yard. Doç. Dr. Zeynep Türkyılmaz’ın (Dartmouth College) katıldığı “Türkiye’de Neler Oluyor? Gezi Protestoları ve Gelecek” başlıklı panelde ele alınan konular dikkat çekti.
Iğsız ve Türkyılmaz’a ulaşıp panele dair T24’e özel demeç alma şansı yakaladık. Chomsky’nin konuşmasına dair bilgiyi ise, paneli düzenleyen Bostonbul forumu (www.bostonbul.org) üyeleri verdi.
Panel sonrası ulaştığımız Aslı Iğsız, bir bütün olarak önemli dinamiklere işaret eden bir tartışma yaptıklarını söyledi. “Şahsileştirmeden, sistemdeki sorunları yapısal olarak tartışabilmek çok önemsediğim bir deneyim oldu” dedi.
Iğsız, en çok önemsediği şeylerden bir tanesinin otoriterliğe kayış ile neoliberalizmin eklemlendiği sistemi tartışabilmek olduğunun altını çizdi ve ekledi: “Bugün, Türkiye’de giderek sertleşen bir üslupla otoriterliğe kayış var…”
Otoriterliğe kayış Türkiye’de yeni bir şey mi?
Hayır değil, zaten konuşmama da bunu vurgulayarak başladım. Tabii ki bu asla yeni değil, burada belki de yeni olan, bu otoriterliğe kayışın hedef aldığı kitlerinin genişlemesi (çevreciler gibi) ve bu tarz uygulamaların, Ortadoğu’da demokrasiye örnek gösterilen sivil bir hükümet tarafından savunulduğu görüntüsü ve bir de bunlara neoliberal kurumsallaşmanın eklemlenmesi. (Elbette şu da var: Ortadoğu’nun neden illa ki bir örneğe ihtiyacı var? O da apayrı bir oryantalizm tartışması konusu.) Türkiye bağlamında maalesef yerleşmiş bir hak koruma geleneği olmadığı için, iktidar mücadelelerine otoriterleşme damgası vuruluyor: görünen o ki, güç ele geçirilip muktedir olunmazsa, yarın öbür gün başına bir şey gelmeyeceği garantisi olmadığını düşünen gruplar, iktidarı mutlak ele geçirilmesi gereken bir şey olarak görüyorlar. Bu da aslında bu tip çatışmayı daha geniş alana yayarak tonunu ve metodlarını daha da otoriterleştiriyor. En azından dışarıdan böyle görünüyor.
Konuşmanızda, Türkiye’de otoriterliğe kayışı besleyen bu tip yerel dinamiklere değindiniz mi?
Tabii ki. Zaten bu tarz tartışmaları bir bütün olarak ele almak gerekir. Türkiye’de otoriterleşmeye kayışı besleyen birçok unsur var. Ben konuşmamda buna Türkiye’deki kanun değişiklikleri ve istatistikler gibi örneklerle değinmeye çalıştım. Örneğin, 2011’de geçirilen kanun hükmünde kararnamelerle gücün bir merkezde toplanması, ya da Terörle Mücadele Kanunu ile ilgili raporlarla ortaya konmuş sorunlar gibi. Associated Press’in 2011’de 66 ülkede yaptığı araştırmaya göre, 11 Eylül’den sonra değişik ülkelerde yürürlüğe giren TMK’lar sonucunda 35, 177 kişi mahkum olmuş. Bunların yarısından fazlası Türkiye (toplam 12,897) ve Çin’de (7000’den fazla) gerçekleşmiş. Bu rakamları ülke nüfuslarıyla birarada ele alırsak, Türkiye’nin bu konuda hiç de iyi bir tablo çizmediğini söyleyebiliriz. 2006’daki TMK değişikliğinden sonra Türkiye, yaklaşık olarak her 6000 vatandaşından birisini terörizm ile mahkum etmiş; Çin’de ise kabaca her 180 bin vatandaştan birisi bu şekilde mahkum olmuş. AP’ye göre, daha 2005’te Türkiye’de terörle suçlanan mahkumların sayısı 273. Ben bu tip yerel dinamiklere dikkat çektikten sonra, buna karşılık bunun bir de küresel boyutu olduğunu söyledim:
“11 Eylül’den bu yana birçok yerde bir arada gördüğümüz bir de otoriterleşmeyi, şeffaflıktan giderek uzaklaşma, halkın iyiliği adına denerek surveyans ve kanunların mobilize edilmesi, vatandaşların haklarının askıya alınması gerçeğini gözardı edemeyiz. Ben, Türkiye özelinde bu gerçeklere bakılırken, bugün birçok yerde giderek militerleşen polis, “nonlethal technologies” denen kalabalıkları kontrol etmek adına üretilen ve (doğrudan) öldürmeyen teknolojileri (biber gazı, sessiz gardiyan gibi teknolojiler) de, olağanüstü hal görüntüsü veren ve terörle mücadele adı altında vatandaşlık haklarıyla hukukun askıya alınmasını da aynı şekilde endişe verici buluyorum. Çünkü karşımızda aslında sistematik bir şekilde ekonomik ve sosyal hakların da paramparça edildiği, bütün bunlar yapılırken giderek otoriterleşen ve neoliberal kurumsallaşmanın somutlandığı uluslararası bir boyut var. Bu tabloya bir bütün olarak baktığımızda, artık bugün otoriter rejimden anladığımız en önemli şeyin sorunlu seçim sistemi olduğunu söylemek yetersiz kalıyor. Teknik olarak otoriter rejimde sağlıklı seçim olmaz, rekabete dayalı çok partili seçim yoktur. Oysa bugün yüksek güvenlikli neoliberal ulus devlet sistemlerine baktığımızda, giderek şeffaflıktan ve denetlemeden kopan devlet politikalarına denk geliyoruz. Bu bağlamda da birçok akademisyen aslında giderek otoriterleşen demokrasilerden, yani olağanüstü hal uygular görüntüsü veren ama rekabetçi çok partili seçim sisteminin de var olabildiği ortamlardan bahsediyor. Bu dinamikler aslında birbirini de besleyebiliyor, örneğin, bugün seçimlerle yerel bir hükümet değişse de uluslararası alanda hegemonyası oturmakta olan neoliberal sistem değişir mi? O yüzden Türkiye’nin Gezi Parkı sürecinde iyice ortaya çıkmış olan yerel dinamiklerini derinlemesine irdeleyip eleştirirken, bunun aslında küresel değişimin de bir parçası olduğunu unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda hem Türkiye’de anayasal ve demokratik bir hak olan örgütlenmenin, hem de bu örgütlenmeyi uluslararası bir alana taşıyarak sosyal ve ekonomik hakların da unutulmadığı, ‘enternasyonal’ bir platform yaratmanın önemi çok büyük.”
Zeynep Türkyılmaz ise, konuşmasında tarihsel bir perspektif sunmaya çalıştığını belirtti. “31 Mart’ın yeniden okumasıyla başlayıp, mülkiyet, Ermeni, Alevi ve Kürt meseleleri üzerinden Gezi’yle birlikte yoğunlaşan Neo-Osmanlıcılık tartışmalarını Cumhuriyet tarihi bağlamına oturtmaya çalıştım. Bence kişilerin iyiliği kötülüğü tartışmasının ötesine geçtiğimiz yapısal olarak süreci anlamamıza yardımcı olan başarılı bir panel oldu” dedi.
Türkyılmaz, panelde, kurulmamış Cumhuriyet’in ilk darbesi olarak tanımladığı 31 Mart’ın, 2. Meşrutiyet’in ilanından yalnızca 9 ay sonra meşrutiyeti korumakla görevli olarak Balkanlar’dan gönderilen öncü kuvvetler tarafından başlatıldığı halde, ısrarla 2. Abdülhamid’in teşvikiyle çıkartılmış meşrutiyeti hedef alan bir isyan olarak gösterildiğinin ve bu tür bir tarih kurgusunun Türkiye siyasetinde hem Kemalist çizgidekiler, hem de muhafazakar-İslamcılar tarafından “kullanışlı ikilemler/karşıtlıklar” kurulmasını kolaylaştırdığı için canlı tutulduğunun altını çizdiğini söyledi.
Türkyılmaz, ilk askeri darbenin başladığı, İttihat ve Terakki’nin hem 2. Abdülhamid’i tahttan indirip hem de Anayasayı askıya aldığı, bugün yıkılmış olan Topçu Kışlası’nın AKP hükümetince yeniden inşasıyla anıtsallaştırmak istenmesini şöyle açıklıyor:
“Askeri vesayeti bitirmekle övünen bir iktidarın, ilk darbenin mabedini yanında bir camiiyle yeniden inşa etme isteği, bir yandan İttihat ve Terakki’nin yaratığı irticai-ilerici, şeriatçı-laik söyleminin başarısı, bir yandan da 2. Abdülhamid’in rejimiyle ittihadciler arasındaki çizginin biraz daha bulanıklaşması anlamına geliyor.”
Neo-Osmanlılık söylemi böyle bir bulanıklaşmanın ürünü mü?
Neo-Osmanlılık söylemini ben kullanmıyorum, böyle bir söylem gerçekten bir karşıtlık varmış algısını yaratıyor. Aslında, AKP’nin izlediği politikalara bakıldığında bunun iddia edildiği gibi, Kemalizmin 2. Abdülhamid’in panislamizmiyle karşıtlığı değil tam tersi ‘evliliği’ olduğu düşünülebilir. Panelde, bu ideolojik evliliğin, sorgulanamaz karizmatik bir liderin yönetiminde kutsiyet atfedilmiş güçlü bir devlet ve ideal vatandaş yaratma projesi olduğunu anlattım. Şu anda yaşadığımız sorunlar da ilk değil ancak devletin giderek artan gücüyle birlikte bireyin hayatına müdahale ve dönüştürme kapasitesinin artmasına bağlı.
Neo-Osmanlıcılık diye ifade edilen siyaset, aslında imparatorluk sınırlarından ulus devlete geçişte görülen daralmadan kaynaklanan sancıyı azaltmaya yönelik bir çaba. Daha önceki dönemin siyaseti elitinin bunu daha çok Kıbrıs ve gayri müslimlere dair politikalarıyla ifade ederken, yeni dönemde Arap coğrafyasındaki müdahalelerle ve Suriye kriziyle daha yoğunlaşan Alevi ve Kürt politikalarında ifadesini buldu. Mesela, Alevi meselesi ilk defa ortaya çıkmış gibi konuşuyoruz, ama modern merkeziyetçi devlet ve belirli kısıtlamalarla da olsa vatandaşlık kavramının çıktığı ilk andan itibaren Alevilerin varolma biçimlerine müdahale edilmeye çalışıldı. 2. Abdülhamid döneminde ‘hata’ olarak görülüp inançları düzeltilmeye çalışıldı. 1930’larda Cumhuriyet eliti Alevileri, Şaman inancını korumuş asıl Türkler olarak sınıflandırdı.
Ancak aynı zamanda Cumhuriyet, kendi tanımladığı bir sünni İslamı temel aldığı için, Alevileri bir yandan idealize etti, ama bir yandan tehdit olarak algılayıp bastırmaya çabaladı. Şu anda Alevi meselesi devlet tarafından ilk defa tanıyor ama ancak ‘hata’ söylemi ve pratiği artarak devam ediyor. Devlet, bu ‘sorunu’ Aleviler olmadan alevilere rağmen tanımlıyor, ve bunu yaparken de Alevileri giderek artan şiddette nefret söylemine, sekteryen ayrımcı pratiklere, hayatlarına, inançlarına ve yaşam alanlarına müdahaleye maruz bırakıyor. Daha foucauldian bir devletle karşı karşıya olduğumuz için de sonuçta asimilasyonu tek çözüm olarak dayatıyor.
İktidarın Kürt siyasetinde 2. Abdulhamid’in medenileştirme söylemini sürdürmekle birlikte daha çok ulusal sınırları baz alan tek parti dönemini takip ettiğini, bunun özellikle Suriye meselesindeki ittifak seçimleriyle netleştiğini düşünüyorum.
Türkyılmaz’a göre, Gezidekilerin de onlara karşı olanların da yüzleşmesi gereken bir gerçek var: “1915’te, emval-I metrukeyle, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olaylarında da yaşanan mülksüzleştirme ve mülkün el değişimi pratikleri, cumhuriyet dönemindeki iktidarlar için, kendinden görmediklerini dışlama ve taraftarını desteklemenin bir mekanizması olması. Şu anda yaşanan kentsel dönüşüm de, Gezi vesilesiyle ortaya çıkan Ermeni mezarlığının istimlakiyle birlikte düşünülürse, kimin şehre, siyasete ve ekonomiye dahil olabileceğini belirlemesi bakımından bu modelin bir devamı niteliğinde.”
Peki, Geziyle ortaya çıkan krizin nedeni ne idi sizce?
Krizin nedeni, AKP’nin, Kemalist bürokratik yönetiminin değişik dönemlerde hakim varyantlarından farklılılığı ile değil, tam tersi benzerlik ve hatta devamlılığı ifade eden bir projeyi başarıyla gerçekleştirmesiyle açıklanabilir. Çözümün sanal, sekteryen ikilimlerin ötesine geçip, devletin gücünü sınırlayan, tek tek hakları devlet aklıyla tanımlanan grup kimliği değil, birey bazında evrensel insan haklarını ve özgürlüklerini tanımlayan ve onları genişletmeyi hedef alan bir siyaset olması gerekiyor.
Penelde, son 15 yılda Türkiye’yi sıkça ziyaret ettiğini belirten Chomsky’nin, o dönemki devlet baskısına örnek vermek için Diyarbakır’da verdiği bir konuşmada yaşanan bir olayı aktardığını öğrendik:
“Chomsky, kendisine Türkiye’de o dönem yasak olduğu için Fransa’dan kaçak biçimde sokulmuş, içinde “anadilimizi kullanabilmek istiyoruz” yazılmış olan bir Kürtçe-İngilizce sözlük hediye edildiğini, daha sonra hediyeyi veren gençlerin gözaltına alındığını ve kendisinin onlardan haber alamadığını belirtti.”
Türkiye’de 1990‘larda yaşanan köy yakma ve zorunlu göçlere varan devlet terörüne dikkat çeken Chomsky, bu konuda ABD’nin de suçsuz olmadığını, o dönemde ordunun kullandığı silahların yüzde 90’ının ABD’den geldiğini ve 1997’de olaylar tavan yaptığında Clinton döneminde ABD’den Türkiye’ye giden silah miktarının bütün Soğuk Savaş dönemine eşit olduğunu kaydetmiş.
Chomsky’nin panelde yaptığı konuşmadan bazı kesitler şöyle:
“2005’e kadar Türkiye’de demokratik anlamda iyileşmeler yaşandı. 2005’te Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi almak istemediğini açıkça belli etmesinin de Türkiye’nin politikalarının değişmesinde etkisi oldu. İnsan hakları sorunları çözüldükçe çıtayı daha da yükseğe koymaya başlayan AB, Türkiye’yi istemediğine dair mesaj verdi, bunun nedeni de Avrupalı ırkçılığı idi.
Thilo Sarrazın’ın yazdığı “Almanya Kendini Yok Ediyor” isimli kitap Angela Merkel dahil olmak üzere zorunlu olarak eleştirildi, ancak örneğin Merkel, aynı konuşmada çok kültürlülüğün iflas ettiğini savundu.
2003’ten önce medyanın çok da ilgi duymadığı Türkiye, 2003’te Irak tezkeresini reddederek bir “insanlık suçu işlemesinin!” ardından ABD kaynaklı basın tarafından cezalandırıldı.
Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün 19 Aralık 2012 tarihli “Türkiye: Gazeteciler için en büyük cezaevi” başlıklı raporunu dikkate alırsak, basın özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar darbe yönetimlerinden beri bu kadar kötü duruma düşmedi. Aynı zamanda Türkiye’de devlet baskısı diğer alanlarda da çok yüksek bir düzeye erişti. Türkiye, kişi başına terör suçlarından cezaevinde yatan kişi sayısında da birinci.
Bu noktada terörist organizasyon listelerini ele alırsak, Türkiye’de bu listeyle ilişkili hale gelmenin uzun süre cezaevinde yatmaya neden olabildiğini, ABD’de de bu liste üzerinde hükümetin tek söz sahibi olduğunu ve listenin yargısal düzenlemeye açık olmadığını söyleyebiliriz. Nelson Mandela’nın daha 4 yıl öncesine kadar ABD’nin terörist listesinde olması durumun garipliğini özetliyor.
“Hrant Dink: İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü” Konferansı sırasında, Türkiye’de fikirlerin nasıl değiştiğini gözlemledim. Türkiye, entelektüellerin, yazarların, yayıncıların, gazetecilerin çoğu zaman hapis gibi cezalarla karşı karşıya kalmalarına rağmen devletin suçlarını vazgeçmeden protesto etmeye devam ettikleri, benim bildiğim tek ülke. Bu da ABD’de bizim kendi devletimizin yarattığı zulümleri öğrenmeye yönelik çabamızın yeterliliğini sorgulatıyor.”