Londra
Britanya siyaseti, uzun süre sonra Brexit haricinde bir konuyla, Başbakan’ın liderliğinin sorgulanmasıyla çalkalandı bugün. Fakat bu yeni gündemi tetikleyen de ülkenin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma çabasının sonucunda varılan anlaşma oldu. Hükümeti ve Meclis çoğunluğunu elinde tutan Muhafazakâr Parti, Brexit anlaşması için pazarlıkları yürüten ancak reddedilme tehlikesi nedeniyle vardığı anlaşmanın Meclis’ten oylamasını ertelen Başbakan Theresa May için ‘güven oyu’ sürecini başlattı. Bu, May’in istifası ile sonuçlanabilecek bir siyasi hamleydi ama parti içi muhalefet Başbakan’a karşı, yeterli oy sayısını bulamadı. Öte yandan May’in liderliğini korumak adına son bir çare olarak partisine ‘bir sonraki genel seçimlerde liderliğini sürdüremeyeceği’ yönünde söz verdiği, yani bir nevi belirli bir süreliğine lider kalmak için otoritesinden vazgeçtiği de basına yansıdı.
Aslına bakılırsa May, ‘seçilmiş bir Başbakan’ değil. Koltuğa gelişinin sebebi, önceki Başbakan David Cameron’ın istifası. Cameron, 2011 yılında ‘ülkesinin ekonomik önceliklerini, AB’ninkilerin üzerine koyduğu’ gerekçesiyle Birlik’in ticari kararlarından birini veto ederek başlattığı süreçte Britanya’nın Brexit’e varmasına sebep olmuştu.
2013 genel seçimlerinden önce seçmenine ‘çoğunluğu kazandığı takdirde AB ile üyelik şartları üzerine pazarlık etmek maksadıyla masaya oturacağını’ söyleyen Muhafazakar lider, çoğunluğu elde etmesiyle beraber Birlik’in kapısını çalmıştı. Cameron’ın gündeminde Avrupa Ekonomik Pazarı’nda Britanya için yeni ve özel şartlar yaratılması, mültecilere yardım amacı güten finansmanda artış gibi meseleler vardı. Brüksel’den eli boş dönmedi Cameron; Brexit’i de yanında Londra’ya getirdi ve 23 Haziran 2016’yı referandum tarihi olarak belirledi.
Başbakan, özellikle AB’den çıkışın ülke ekonomisi için ‘büyük olumsuz sonuçları olabileceğini’ düşündüğü için referandumda ‘kalalım’ diyordu. Ancak partisinin önemli isimlerinin ve özellikle yükselmekte olan aşırı sağcı Büyük Britanya Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) aşırı milliyetçi/ırkçı kampanyası toplumda karşılık buldu. Oysa Britanya’nın Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun yeni üyelerinden olduğu 1975 yılında toplumun yüzde 70’e yakını, Avrupa’nın yanında duruyordu. İlk Brexit girişimini yapma potansiyeline sahip olan dönemin Britanya yönetimi, bu sonuca bakarak karşı bir hamle yapmamıştı. Ancak 2016’da yüzde 52’lik bir çoğunluk, ‘çıkalım’ dedi. Cameron da dümeni bıraktı; bu süreçte İçişleri Bakanı May, kendini Downing Caddesi’in 10 numaralı konutunda, Başbakanlık’ta buldu.
Aslında May de referandum sürecinde AB’de kalınmasından yana olduğunu beyan ediyordu; ancak Başbakanlık’ı ‘halkın isteğini uygulamak’ maksadıyla kabul etti ve AB ile boşanma şartlarında pazarlığa başladı.
May’in liderliğindeki Britanya’nın da en hayati konusu elbette Brexit oldu. Toplumun Başbakan’dan beklediği, referandum kampanyası sırasında ‘çıkalımcı’ların verdikleri sözleri tutan bir boşanmayı gerçekleştirmesiydi. Oysa bu sözlerin birçoğu dayanaksız ve hayalperestti. Kimi Brexit destekçileri AB ile Britanya’nın sahip oldukları ekonomik koşulları tamamıyla koruyabileceğini; hukuk, mülteci ‘sorunu’ gibi konulardaysa AB’den ‘çıkabileceğini’ söylüyordu. Başka bir deyişle Britanya hem oyunun kurallarını belirleyecek hem de istediği zaman gol atabilecekti. AB de buna itiraz etmeyecekti.
May, bir buçuk yıla yakın süre boyunca Brüksel’den hep eli boş döndü; Britanya, AB’ye ‘üyelik ücreti’ ödemeye de devam etti. Planlanan boşanma tarihi, 30 Mart 2019, yaklaştıkça da May’in liderlik ve pazarlık becerileri sertçe sorgulanmaya başladı. Muhalefetin önemli bir kesimi de Muhafazakâr Parti’deki belli bir grup da May’in ‘elinin boş kalacağını’ ve bu yüzden ülkenin ‘anlaşmasız Brexit’e sürükleneceğini öne sürdüler. Bu süreçte de Muhafazakârların içinden May’in eski Dışişleri Bakanı, ‘sert Brexit’ destekçisi Boris Johnson gibi kimi isimler, parti içinde Başbakan’a karşı ve liderliğe aday olduklarını gösterdiler.
Fakat May, geçtiğimiz günlerde Brüksel’den Londra’ya elinde bir anlaşma ile döndü. O anlaşma ise Başbakan’ın liderliğini en çok zayıflatan, Brexit düğümünü iyice körelten bir metin olacaktı…
May, anlaşmayı kabinesine onaylattı ama dört bakanın istifa etmesinin önüne geçemedi. Anlaşmanın en çok eleştiri toplayan kısmı, Britanya’nın Avrupa Ekonomik Pazarı’nda kalırken pazarın ‘kurallarının belirlendiği’ masada söz hakkını bırakıyor oluşuydu. Yani May’in anlaşması, AB’ye kuralları koyma yetkisini verirken Britanya’yı karşısında etkisiz olduğu bu kurallara uyma zorunluluğuna sokuyordu. Kimi Muhafazakârlar bu anlaşma ile ülkelerinin ‘aşağılandığını’ söyleyerek May’e mesafeli durdular; muhalefet ise Britanya’nın AB üyesi olduğu statükoda çok daha avantajlı bir konumda bulunduğunu söylediler. Özetle May, ne kendi partisinde bütünlüğü sağlayabildi ne de muhalefete yaranabildi.
Bu tablo, uzlaşmaya vardığı anlaşmanın Meclis tarafından onaylanmayacağını açıkça gösteriyordu. Parlamento’nun onayı olmaksızın anlaşma geçerli kılınamayacak; Meclis tarafından reddedildiği takdirde ise hem Brexit yeni bir siyasi kaosa dönüşecek hem de May’in liderliği sorgulanacaktı. Başbakan, bu siyasi atmosferin içinde, 11 Aralık’ta gerçekleşmesi gereken Meclis oylamasını oylamaya bir gün kala erteledi. Gösterdiği sebep ise ‘Avrupalı liderle görüşmelere devam edeceği’ idi. Oysa AB, varılan anlaşmayı onaylamış, ‘pazarlık süreci’nin bittiğini çoktan duyurmuştu.
10 Aralık günü May, Meclis’te vekillerin sorularını yanıtladı. Elbette konu, Başbakan’ın anlaşmayı Parlamento’dan kaçırıyor oluşuydu. May, muhalif cenahtan da kendi partisinden de gelen sert eleştirilere karşı durmaya çalıştı; oylamanın ne zaman yapılacağına dair ise net bir cevap vermedi. Anlaşmasının arkasında durmakta direniyordu ama hükümeti kontrolden çıkmış, inatçı bir lider portresi çiziyordu daha çok. Ülkenin tekrardan referanduma gitme ihtimalini “Halkımızın isteği bu. Demokrasimizin arkasında durmalıyız” diyerek geçiştirdi. Muhalif vekillerden biri ise May’in hükümetteki pozisyonun sorgulanmaya açık olduğunu, Muhafazakâr Parti’nin ülkeyi ve Brexit’i yönetemediğini söyleyip devam etti:
“Başbakansız kalmak, kötü bir Başbakan ile olmaktan iyidir.”
Normal şartlar altında Meclis’te oylamanın gerçekleşmesi beklenen 11 Aralık günü ise Muhafazakâr Partili 48 (yahut daha fazla) vekil, parti temsilcilerine May’in liderliğini sorguladıklarını ve partiyi ‘güven oyu’ kullanmaya davet ettiklerini bildiren mektuplar yazdılar. 48 kişi, Başbakan’ın istifasıyla sonuçlanabilecek ‘güven oyu’ sürecinin başlaması için yeterli sayıya ulaşıldığı anlamına geliyordu. May, kendi partisi önünde sınava çıkacak; vekillerin çoğunluğu May’e karşı ‘güvensizlik’ bildirirse istifa etmesi beklenecekti.
Gün içerisinde toplanan Meclis’te muhalefet lideri, İşçi Partisi Genel Başkanı Jeremy Corbyn ‘güven oylaması’ meselesinin üzerinde hemen hemen hiç durmadı; hatta konunun ‘ülkenin karşı karşıya olduğu zorluklarla hiçbir ilgisinin olmadığını’ söyledi. Aslında Corbyn, Meclis genelini ‘güven oyu’na götürecek kapıyı da aralayabilirdi ama bunu tercih etmedi.
Olası sebeplerinden biri, Brexit sebebiyle zorlu bir dönemden geçen Meclis’in, yeni bir kaosa sebebiyet vermekten kaçınma olasılığıydı. May’in kazanması mümkün gözüküyordu. Bir diğeri ise, lider değişikliğinin Brexit koşullarında değişikliğe sebep olmayacağı gerçeğiydi. Tersine, Muhafazakârların May’e nazaran ‘daha sert bir Brexit’ isteyen bir lider belirlemeleri de imkânlıydı. Muhalefetten gelen en net ‘güven oyu’ eleştirisi ise doğrudan Muhafazakâr Parti’yi hedef alıyor, bu süreci başlatan insanların “Parti içi meseleleri, ülke meselelerinin üzerine koyduğu” söyleniyordu.
May, partisinin ‘güven oyu’nu aldı ama kapalı kapılar ardında partisine seslenirken ‘bir sonraki genel seçimlerde liderlik yapmayacağı’nın sözünü verdiği de dışarıya yansıdı. Toplantı sırasında Twitter’dan açıklama yapan Muhafazakâr vekil George Freeman, Başbakan’ın ‘Brexit sürecinin ardından kenara çekileceğini’ ifade ettiğini belirtti. May, bir yıl daha partisinin Genel Başkanı ve ülkesinin Başbakanı olarak kalmak adına, liderliğinden fedakârlık etti. Partisinin kurallarına göre May, yalnızca bir yıl boyunca liderlik koltuğunda rahatsız edilmeden oturabilecek.
Şunun da altını çizmek gerek: May lehine oy kullanan vekillerin önemli bir kısmı, Başbakan’ın liderliğini destekledikleri için değil, parti içi tartışmanın kritik Brexit sürecinin önüne geçmemesi için May’e arka çıktılar. Muhafazakar vekil Nicky Morgan da Twitter’dan yaptığı açıklamada bunu net bir şekilde ortaya koydu ve “Bugün May’i destekleyeceğim ama bu, bir sonraki genel seçimlerin öncesinde parti önderliği ve politikaları hakkında önemli bir tartışmalar yapmamız gerektiğini değiştirmiyor” diye yazdı.
‘Günün sonunda Başbakan’ın eline ne geçmiş, savaşı nasıl bir sonuçla kazanmış oldu’ diye soracak olursak; May’in otoritesinin sarsıldığını, liderlik vasfını Brexit sürecinin ardından kaybedeceğini ve Muhafazakârların yeni bir lider arayışının resmiyete bindiğini vurgulamak gerekir. Buna ek olarak Başbakan, Brüksel’den getirdiği anlaşma ile bir başına durmaya da devam ediyor. Güven oyunu almış olması, onu Parlamento karşısında daha güçlü kılmıyor.