'Bu defa babam gelse kurtaramaz seni Ahmet Kekeç...'

'Bu defa babam gelse kurtaramaz seni Ahmet Kekeç...'

Kerem Altan (Taraf, 10 Eylül 2012)

 

Veli toplantısı

 

Geçtiğimiz perşembe günü, Başbakan’ın mahdumlarından en heveslisinin ısrarlı çağrılarına uyup bu köşede hem kendisinden bahsetmiş hem de kendisine ve onun gibilere ufak bir tavsiyede bulunmuştum.

Gelin görün ki, yazılarında ısrarla adımı zikrettikten ve kendisine verilen cevaptan sonra Başbakan’ın bu mahdumu çareyi kaçmakta bulup “Sen git baban gelsin” gibi orijinal bir talepte bulundu.

Bunlar böyledir... Bağıra bağıra çağırırlar, “Hayrola” deyince de “Sen git baban gelsin” derler. Tecrübesinden dolayı kendisinden daha akıllıca, esnekliğinden dolayı da daha kıvrak bir yanıt beklerdim. Çünkü şu anda benimle herhangi bir konuda tartışmak isteyen herhangi birisi ancak yavaş yavaş tartışmadan kaçmak için bu “Baban gelsin” klişesini kullanır.

Tabii bu “talep” karşısında ne yapacağımı bilemedim ilk önce... Acaba bu ağır mı ağır cevabın altından nasıl kalkacaktım?

Sonra aklıma daha iyi bir öneri geldi. Madem bu tip bir “veli toplantısı” söz konusu, ben de Başbakan’ın mahdumu Ahmet Kekeç’in bu teklifini kabul etmekle kalmayıp daha ilginç bir öneri sunuyorum: Ben geleyim, mahdumu olduğum Ahmet Altan gelsin, senin mahdumu olduğun Başbakan gelsin ve hadi sen de gel. Ha istersen ağabeylerini ve kız kardeşlerini de çağır, onlar da gelsin. (Yalnız Elif Çakır gelecekse, yanında Taraf gazetesine veda yazısını da getirsin. Bakarsın sıkılırız, açar okur duygulanırız)

Velilerimiz memleket meselelerini konuşurken biz de seninle misket oynarız.

Sen mızıkçılık yapar sonra da “Mızıkçılık yapıyorlar” diye bağırırsın.

Velin de seni teselli etmek için televizyona çıkarır.

Öyle çizgi film gibi durursun orada.

Şimdi babam gelse kurtaramaz seni

Gelelim “terbiye özürlü” meselesine...

Uyarayım, belgelerle yani arşivle konuşacağım... Yani bu defa babam gelse kurtaramaz seni Ahmet Kekeç...

Hem yazı işleri müdürlerimizden Tuncer Köseoğlu hem de benim için durmadan “terbiye özürlü” ya da “seviyesizliği düstur edinmiş yazı işleri müdürleri” diyorsun... Sana küfürler ettiğimizi, hakaretler yağdırdığımızı söylüyorsun hiçbir kanıt göstermeden...

Ben de üşenmedim ve sana verilen köşede insanlara ne hakaretler ettiğini birkaç örnekle bir güzel derledim... Asıl “terbiye özürlü”nün kim olduğunu öğren istedim. Ya da kimin “seviyesizliği düstur edindiğini”... Yerim dar olduğu için de bulabildiğim örneklerin hepsini sıralayamadım burada. Ama bir itirazın olursa önümüzdeki günlerde devam ederiz.

Başlıyoruz...

17 Mart 2012- “Böyle Kindar Yazı Görmedim” başlıklı yazın, hedefinde Can Dündar var:

“...Bir de sinik ki, sormayın... Hem sinik, hem ‘kindar...’”

“...Romantiksin, isyankârsın filan da... Aynı zamanda uyanıksın...”

19 Mart 2012- “Bu Yazarda Fikir Bulunmaz” başlıklı yazın, hakaretlerinin adresi yine Can Dündar:

“...kimlerin ‘yönetim sorumluluğu’ altında bu işe kalkıştıklarını anlatacaksın ki, ciddiye alabilelim seni... ‘Dürüst ve objektif gazeteci’ diyebilelim... Bunu diyemiyoruz...”

02 Haziran 2012- “Kovulmadım” başlıklı yazın, bu defa da ağzını bir zamanlar aynı gazetede yazdığın başyazarın Mehmet Altan için bozmuşsun:

“Bu gazeteden yalnızca gazetesine saygısı olmayanlar kovulur. Bunları da toplasan, bir kişi eder... Daha doğrusu etmez. Neden bu kadar ağır konuştuğumu bilmiyorum. Hayatını hangi ilke, hangi ahlak, hangi centilmenlik, hangi şık tavır, hangi onur üzerine kurduğunu bilmediğimiz birilerinden “ilke ve ahlak” dersi alıyoruz da... Belki ondandır...”

09 Haziran 2012- “Şerefin Varsa” başlıklı yazın, bu yazından örnek vermeyeceğim çünkü sadece başlık yeterli olur nasıl bir kalemin olduğunu anlayabilmek için. İsteyen açar okur.

15 Ağustos 2012- “Pis Kokuyorsunuz”, gerçekten seviyeli bir başlık olmuş:

“...Bu arkadaşımız ‘delikanlı’ bilinir, ‘namuslu ve haysiyetli bir yazar’ olarak geçinir...”

“HAMİŞ: Kendilerini ‘liberal’ diye yutturan ‘kaşar solcuların’ ve paşa torunlarının ‘nesnel anlama çabaları’ndan, ufaktan bir 27 Mayıs kokusu almıyor değilim... Oruç kafayla toparlayamam. Başka bir zaman konuşuruz...”

28 Ağustos 2012- “Seni Niye Ciddiye Almadıklarını Anladın mı?” yazısı... Bu soruyu sorduğun insan hakkındaki, yuvarlayarak söylüyorum 35. yazın. Bu yazınla Akit’in hedef gösterme operasyonuna “iyi” katkı yapmışsın. Son zamanlarda en gözde seyirlik haline gelen “andıçlama olimpiyatlarına” doğrudan katılırsın.

31 Ağustos 2012- “Bu kadarını PKK Bile Yapmazdı”, kelimenin tam anlamıyla coşmuşsun:

“...PKK yayın organı ancak bu kadarını yapabilirdi...” (Akit kafası)

“...Bakın işte gördüğünüz gibi, bu kez ‘ağabeyinize’ hükümeti eleştirdiği için çakmadım. Çakıyorsam, ‘sınıfsal bir bakışı’ temellük ettiği, eleştiriyle düşmanlığı birbirine karıştırdığı, kısacası ahlaksız ve vicdansız bir yazarlık tutumunu benimsediği için çakıyorumdur...”

Ve eylül ayı... “İnsanı İddiasından Vururlar Ahmet Altan”:

“...Taraf gazetesinin, ‘seviyesizliği’ düstur edinmiş bir yazı işleri müdürü var. İsmi Tuncer Köseoğlu...“

“...Tuncer Köseoğlu’nun bir zevzekliği saydım...”

Şimdi bu “seviyeli” ve terbiyeli” üslubun için ne diyeceksin? Sen de Orhan Miroğlu gibi yazılarında ekleme-çıkarma mı yapacaksın bu yaştan sonra? “Eskilerin tabiriyle fıkra muharriri”sin de, insanlara bu seviyesizlikle “seviyesizliği düstur edinmiş” dediğin zaman yenilerin tabiriyle sadece “fıkra” gibi bir adam oluyorsun.

Not: Arşiv taraması yaparken gözüme takıldı. Eğer bu ülkede yaşayan ve hayatını bu ülkedeki siyasi gelişmeleri yazarak kazanan birisi yazılarından birinde “Kürtler artık bu ülkenin eşit vatandaşlarıdır” diyebiliyorsa (24 Ağustos 2012 “PKK’ya kardeşlik çağrısı”-Ahmet Kekeç) ya yaşananları algılayamıyordur ya da öyle olmadığı halde öyleymiş gibi gösterip sahtekârlık yapıyordur. Ki ikinci ihtimal yazının sahibine daha çok yakışıyor.