Müjde Bilir
Uzun süredir rüya görmüyordu. Ama dün gece polis girdi uykusuna:
Güneşli güzel bir gün. Yanında tiyatrodan, edebiyat dünyasından bir sürü eş dost arkadaş… Omzunda çantası, kucağında kitaplar… Nedense gülümsüyor. Bir arkadaşı zekice bir espri yapmış olmalı. Herkes nedense ayakta ve yüzlerinde huzurlu bir ifade var. Mekânı pek seçemiyor.. Bir oyunun perde arası, fuayede sanki… ya da bir kitapçıda... bir sergi açılışı da olabilir. Ama bu üç mekândan birinde -ya da üçünde birden olduğundan- emin. Seslerin uğultusu içinde birden adını ve soyadını söylüyor bir erkek sesi. Ses birkaç kez yankılanıyor, yaklaşıyor ona doğru. Yaklaştıkça sanki bir kurye, kargoyu teslim etmeden önce kimliğini doğrulama çabası içinde… öyle düşünüyor. Kalabalık aralandıkça burnunun ucuna kadar geliyor ses. İki polisle yüz yüze kalıyor. Biri adını tekrarlıyor. Siz misiniz? Evet, diyor şaşkın… Üniformasına bakıyor, gerçek! Ürperiyor… Sizi OHAL yasalarınca gözaltına alıyoruz, diyor aynı ses. Neden? Sorgulanacaksınız!.. Ben kötü bir şey yapmadım ki diyor içinden. Yüzünü kalabalığa çeviriyor. O huzurlu ifade gitmiş ve birbirinin aynı gri bir mask’a dönüşmüş bütün yüzler… Hiçbirini tanımıyor. Herhangi bir sokaktan geçiyor gibiler. Polisler kalabalığı yarıp onu götürürlerken, haber verin, diyor birkaç kez… haber verin! Ama bir türlü sesi çıkmıyor. Kime haber verilecek?.. Kim?.. En az altı ay içerdesin, diyor -bir yerde okumuş- içindeki ses… Neyse ki rüya, tam bu anda, küçük bir sıçramayla sona eriyor.
Evet “İnsan rüyalarını acilen anlatmalı”ymış. (*) Ben de öyle yaptım! Çünkü uykuma sızan polis arkadaşların ve diğer şeylerin bir karşılığı olmalıydı hayatımda ve bununla yüzleşmeliydim.
Bilinçaltımızın derinlerini, karanlık dehlizlerini bilinç dışına vuran bir kılavuz belki de rüyalarımız.
Bu kılavuzun kimi ayrıntılarını psikoterapi çalışmaları yapan bir arkadaşımdan küçük bir oyunla öğrenmiştim:
Düşünün ki bir senaryo yazıyorsunuz. Bu senaryonun bir teması var ve bir mesaj içeriyor. Öncelikle, bu senaryoya uygun olan kişilerinizi seçiyor ve bir rol dağılımı yapıyorsunuz. Sonra konunun içeriğine uygun bir mekân seçiyor, bu mekânın gerçekliğini de tasarladığınız dekorla, seçtiğiniz aksesuvarla oluşturuyorsunuz. Sonra kurduğunuz bu dekoru ışıklandırıyorsunuz. Karanlık, aydınlık, loş... Tümüyle size bağlı ve siz artık bir yönetmensiniz. Zihninizin ve duygularınızın yönlendirdiği bir film çekiyor ve bilinç / bilinçaltı aralığında bir yerde bu filmi eş zamanlı izlemeye başlıyorsunuz.
Eğer rol verdiğiniz her bir karakteri, her bir nesneyi -gördüğünüz bir kum tanesi bile olsa - birinci tekil şahıs ağzından tek tek anlatmaya başlarsanız… onlar rüyanızdaki rolleriyle, özellikleriyle dile geliyor ve size, duygu durumunuzla ilgili değerli ipuçları veriyorlar (Rüyadan örneklersek: “Ben güneşli bir günüm”, “ ben kucağında tuttuğun kitabım” “ben sergi salonuyum” “ben sana espri yapan arkadaşınım”, “ben sokağım”, “ben polisim” “ben üniformayım”).
Öyle ki bu ipuçları sayesinde -biraz soluklanmak için her şeyi askıya aldığınızı sandığınız, nicedir böyle keyifli bir akşam yaşamamıştım dediğiniz günün gecesinde bile- niçin böyle bir rüya gördüğünüze şaşırmıyorsunuz.
Bugüne kadar ehliyet ve telefon kaybetmelerim dışında polisle karakolla hiçbir işim olmadı benim. Ama bir kâbusa dönüşen rüyamın kaynağını bulmalıydım: Sakın empati olmasın?..
Uzmanlar, empati ya da eşduyum’u, insanın kendini başka bir insanın yerine koyması; onun duygularını, düşüncelerini doğru olarak anlaması, onu içselleştirmesi olarak tanımlamışlar. Ve demişler ki, aslında doğuştan çok yüksek olan bu yetenek, bazı koşullarda hızla kaybedilebilen bir özellik gösterebilir.
Şimdi uykusu kaçmış rüyamın başında, oturmuş anlamaya çalışıyorum rüyamda izlediğim bu filmi. Gördüklerim tek tek dile geliyor, tuhaf bir sancıyla:
Daha fazla devam edemedim. Öğleye doğru, akşam olanları geç öğrenmenin utancını hissederek sarsıldım çünkü. Beşiktaş’ta patlama! Siviller, o güzelim çocuklar!.. Polisler!..
Ne kadar yansak da, oradaki ateşin yaktığı gibi yanmıyor işte insan! Ne kadar üzülsek, yetmiyor üzülmek…
Olan bitenin ağır etkisiyle bu yazının anlamsızlığını sorgularken Kayseri haberi geldi üstüne. Hikâyeleri, kimlikleriyle insanı altüst eden, hemen hepsi yoksul aile çocuğu bir otobüs dolusu asker… Ölüm, bulaşıcı bir hastalık gibi kol geziyor, bir uçtan bir uca. Peki kim suçlu?.. Gözaltılar, tutuklamalar, soruşturmalar… Nedense hep yanlış adreslerde o failler! Bir film izler gibi izliyoruz olanları…
Adliyede her türlü ağır vakayla uğraşan, çok zor süreçler yaşamasına rağmen, işini özveriyle yapan bir psikolog arkadaşım, bir gün demişti ki bana: “Empatiyle kalkan zararla oturur.” Kurduğu bu cümle, işinin duygusal yorgunluğunu anlatmak için yaptığı bir espriydi kuşkusuz, ama gerçekliği üzerinde epey düşünmeme neden oldu. Haklıydı belki de: Korkuyor muyuz uğrayacağımız zarardan?..
Korkuyor muyuz yüzleşmekten? Bu yüzden olabilir mi hoşgörülü bir empatiyle aramızın bu kadar açık olması. (Keşke sempatiden de söz edebilsek.) Bunca üzülmekten yorgun mu düştük yoksa? Fütursuzca çıkan sesleri dinleyin: biriken öfke, kontrolünü yitiriyor ve bir patlama anına hazırlık yapıyor sanki… Bizse aynı şeyleri konuşmaktan çaresizce kaçıyoruz artık?
İçinde olduğumuz süreç, her şeyi değiştiriyor, dönüştürüyor istemeksek de. Bizi empatiden hızla uzaklaştıran koşullarını da yaratıyor sanki. - Gözümün önünden çekin o fotoğrafları!
-Lütfen artık konuyu değiştirelim! - Haber izlemeye katlanamıyorum!
Böylece doğuştan yüksek olan bu yetenek her gün biraz daha kayıp gidiyor avuçlarımızdan? Neyi yitirmekte olduğumuzu pek de umursayamıyoruz. Bu yüzden olmalı, hep başka birileri ölecek sanıyoruz genellikle. Hep başka birileri özgürlüğünden ya da işinden olacak ve sıra hiçbir zaman gelmeyecek size bana! Oysa kanın, kinin… nefretin ve öfkenin yarattığı o bulaşıcı hastalık, gözü dönmüş bir hırsla... onca kötülüğü önüne katmış, ölüm olarak geliyor üstümüze…
Kötü haber çabuk duyuluyor, duymak istemesek de: Ne yazık ki Rus Büyükelçisi… Ne yazık ki El Bab'daki askerler… yeni ölümler… yeni intikam yeminleri…
Ve yine ölümler... Reina... İzmir Adliyesi...
Doğal olarak bu yazı da Sisifos’un kaderine benziyor karşımda durdukça…
Sisifos büyük bir kayayı, Olimpos’un tepesine kadar sonsuza değin taşımakla cezalandırılmıştı. Kaya her seferinde tepeden aşağı doğru hızla yuvarlanıyor ve her seferinde hep baştan başlamak zorunda kalıyordu Sisisof. Hep baştan…
Büyük bir umutsuzluk içinde acı çekiyor gibi görünse de, Albert Camus’ya göre Sisifos, yine de umutlu bir kahramandır. Çünkü cezasını bilinçli olarak kabullenmiştir. Eylemi, “saçma”dır, “boşu boşuna”lığın sürekliliği vardır onda. Ama yine de direnir. Bilinci onu, yukarı taşıdığı kayadan daha güçlü kılar. “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter.” der Camus. Bu nedenle “Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”
Yaşam bize, var olmak için ikna edici, pek çok güzellik sunuyor her gün. Bakın etrafınıza, kendiliğinden olan hiçbir şey kötülük barındırmıyor. Hatta ölüm bile!
Aklımız, bilincimiz ve vicdanımızla görebilmeliyiz bunu. Öfkeyi olumlu bir değere dönüştürebilmeliyiz, her koşulda sakin olmayı telkin ederek birbirimize… Çünkü kinden, nefretten yarar umanlar yanılıyor: “kana kan” ölümden başka bir şey getirmedi hiçbir zaman.
Yaşamın kutsallığını, barış içinde özgürce var olmayı her şeye rağmen savunmak zorundayız. Dünyaya bakışımız, inancımız ne olursa olsun... En azından insanlık onuruna borçluyuz bunu…
Yoksa acı bir sonsuzlukta, biteviye yankılanıp duracak üzgün sayıklamalarımız…
Tıpkı Melih Cevdet’in şiirinde “Ölü Timur”un sayıkladığı gibi:
“Baştan baştan. Bu ceza ne güne sürecek böyle?”
(*) Didem Madak