Perihan Mağden - TarafSize anlatamam; basit bir roman yazmaya çalışmak kadar güç bir şey yokmuş hayatta.
Üstünde “debelendiğim” romana geçen ekimde Amerika’da (günde bir avuç depresan atıyomuşum ağzıma etkisini natürel olarak yaratan) korkunç bir “residency”de başladım: Başlayamamış o başlayamamış!
Belki “Ali ile Ramazan”dan sonra çabuk kendime güvendim: Romanlarım arasında 8-10 yıl soluklanmam gerekir. Gerekiyor. Gerekirse–
Her neyse –her roman yazdığımda yaptığım üzre– BİR DAHA ASLA! diye sözler verdim kendime. Veriyorum, yani günde 5-10 kez. Şu “basit”i bitireyim de!
Ki, Teoman çok bilindik/ tanıdık bir şey yapmış. “Karşınıza çıkmaya bir daha utanayım diye yolladım ayrılık kolyesini, pardon, mektubunu”, demiş.
İşte tanıdık topraklardayız.
Ben de köşelerimden giderken (3-5 kez gittim; di mi?) hep ilan ediyorum ki gitmek zorunda kalayım. “Biraz daha. Azzz birazzz daha” diye uzatmayayım. Her zaman söylemişimdir: Vampirlik zor zanaat. Özellikle kurtulmaya çalışıyorsan!
Ve de Teoman’ın bırakmasını anlayamayanları, harbiden anlayamadım.
Zaten Bırakma Hastaları bırakamayanları (hiçbir işi/ eşi/ şeyi) anlayamıyorlar. Ama Bırakma Hastalarının sayısı öylesine az (ki, özellikle bu topraklarda) ve her geçen gün/ ay/ yıl öylesine umutsuzca azalmakta ki–
Bırakalım dağınık kalsın: Karşılıklı anlaşamayalım yani. Zira konumuz: Selma Ann Desmond.
Bu nası acayip bi şey: kadını hemen hiç tanımıyoduk nerdeyse. Selma Taran diye bir “Ali Taran eşi”ydi en iyi ihtimalle. Meğer bambaşka –yarı USA– bir adı varmış. Şusu varmış, busu varmış.
Kanseri varmış! Ve de bu yazı o yüzden yazılıyor. Şimdi Facebook diye bir icat var ya. Hoş Cikcik İnsanları “onu” tercih ediyorlar anladığım artık Facebook’a.
Zira Cikciklend: daha da şıpın işi, daha da “immediate”, daha da hemen, kısacık ve şimdi.
Neyse orda “Saçlarım yine gitti. Kel kaldım. Peruğu çıkardım. Yıkamadan taktım. Hastalık kokuyor” yazmış Selma Ann Desmond.
Harbiden dokundu bana. Peruğun hastalık kokması. Yıkayacak mecalinin olmaması. “Sinemaya gidiyorum, olmuyor. Yatmaya, uyumaya çalışıyorum; yine olmuyor”, tarzı şeyler de yazmış.
Ki benim hayatım –özellikle roman yazarken– tam da bu hissiyatlanmalarla özetlenebilir. Benim ki de ruh kanseri olabilir. Ki, kaç milyon kanser hastası varsa; o sayının on misli filan ruh kanseri de var. Yabana atmayalım.
Niyetim Selma Ann’ın kanserini “küçük” görmek değil. Aksine o kadar büyük geldi ki gözüme, oturdum bu yazıyı yazıyorum.
Nedense cümlemizin gözünün önünde yaşıyor kanserini/ terk edilişini/ yaralanmasını/ iyileştim sanmasını/ sandırmasını.
Tamamen onun tercihidir. Ona öyle iyi geliyor ki, öyle yapıyor. Ya da öyle iyi geldiğini zannediyor ki–
Bir de tabii feci bir kısasa kısas var. Yalnızca egzantrik reklamcı Ali Taran diye tanıdığımız; en iyi ihtimalle “reklam dahisi Ali Taran”, en kötü ihtimalle “Cem Uzan’ın Genç Partisi’nin kampanyalarını hazırlayan arlanmaz” diye tanıdığımız adam–
Önce gitti harbiden, Türklerin çapaçul yeteneksizliğini ve fakat bu derin yeteneksizliklerini sergilemekteki kayıtsızlıkları/ aldırışsızlıkları ve de şuursuzluklarıyla beni neredeyse derin yeis ve kederlere boğdukları–
Bu nedenle de 5 DAKİKA DAHİ seyredemediğim bir yarışmada JÜRİ olarak, tam orta yerimize umulmadık bir popüler karpuz kültürü olarak yuvarlandı.
Çok kuru, gıcık, kendini beğenmiş birine benziyor–du. Ama onu yakından tanıyan çok yakın bir arkadaşım “Delidir! Komiktir! Çocuktur!” diye öyle samimi savundu ki.
Ben de bir marj bıraktım. Hoş, bırakmasam ne yazar? Twitlemiyoruz kanaatlerimizi, naftalin basıp sandığa kaldırıyoruz.
Sonra bom! zat ! çort! buuuum! o “happening”e maruz bırakıldık milletçek. Ali Taran Hülya Avşar’la dedikoduları ayyuk yapmışken (Borsa’da tavan yapmanın popüler Hintçesi) gittiler “Ali ile Ayşe: Magazin Sahillerinde” başlığıyla–
Harbiden “egzibisyonizmin eski tadı yok” diyen (varsa yani öyle bi Oscar Wilde) Türkler’den Antartikalar kadar uzakmış– Öyle bir teşhirci şiddetine maruz kaldık ki yaz başlarında.
Ben Semiramis Pekkan’ın evinin daha detaylı fotoğraflarını da isterdim; o ayrı.
Yani, hayatımdaki çok değerli arkadaşım tatil için Amerika’dan gelmişti. Deniz kenarında bu düğünün/ derneğin/ dramanın fotoğraflarını inceleyerek harikulade bir hafta geçirdik.
Sabah başlayıp akşama anca bitirebiliyorduk gaste yumağımızı.
Allah bu ikisinden razı olsun!
Konuş konuş bitiremedik bu YAZIN DÜĞÜMÜnü! Ayrıca ben az çok tanıyorum Ayşe’yi. “Ya Rabbim! Bana ennn nihayet bir koca nasip ettin”, diye aşırı coşkulanmasını –düğününde gülüp ağlayıp –havuz taşırıp –köşesinde BU DENLİ buldumcuklanmasını–
Yani “Sex & The City” olsun, “Kazma Kozmolar” olsun bizleri on-on beş yıldır bu kadın psikolojisi zoraki tandırında alt üst ettiler.
Ama içimden “Kızım gençsin, güzelsin. Yaşıtın bir adamla olsaydın–” tarzı annanelikler yapmadan sizi temin ederim, benim kadar kredi ve borçlar müdiresi okur– Edemedim.
ANCAK: Vay kanserli karısı varken topukladı muhabbetini harbiden iğrenç bulduğumu da ilan etmeliyim.
1) Adamcağız üç-beş yıl muhabbet kuşları gibi bakmış kanserli eşine.
2) Kimse kimsenin Ebedi Florence Nightingale’i olmak zorunda! diye bir kural yok hayatta.
3) Evlilik çok süper bir halt mıdır ki yapış yapış sahip çıkcaz?
4) Belli ki âşık olmuşlar: helali hoş olsun. İçleri cıvıltılarla dolsun.
5) Selma Ann yalnızca “kanserli eş”e indirgenmiş oluyor habire. Besbelli ki çok sevilmiş/ çok didişilmiş/ çok cerzebeli bir kadın söz konusu. Onu yalnızca Terk Edilen Kanserli Eş’e indirgemek de feci ayıp olmuyor mu?
Çift –belki de aşkın sulusepkenliğinden– kantarın topuzunu ağır kaçırarak, kare kare kare bize kendilerini gözetlettiler.
E, biz de gözetlemeseydik. O esnada Shakespeare’den sone okuyanlar, okumaya devam ettiler zaten. Yemin ederim; ruhları dahi duymadı.
Benim gibi magazin müptelaları bu gösterişçilikten gözlerini ayıramadıysa da–
Ne demişler? “It takes two to tango.”
Ama hem yalamadan yutacaksın bütün fotoğrafları (fonda Tarkan “Yak bütün fotoğrafları”) hem onlara “Utanmaaaz! Teşhirciiii!” tadında dersler yazıktırıcaksın, hem Terk Edilen Kanserli Eş’in yanındayım ayağına onun teşhirciliğine ayrı bir kota açıp bir nevi yaralarına tuz basmasına aracı olacaksın.
Selma Hanım; size iyi geliyorsa bütün duygularınızı bizlerle paylaşın. (Fonda “Ben içerim/ Bana getir”) Kısasa kısas, ve de “göze göz/ gözlüğünü parçalarım” öğretisi de var bin yıldır dünyamızda.
Ama sanki size ARTIK bunca hastalığınızı/ ruhunuzu/ içinizi gösterme iyi gelmiyormuş/ gelmeyebilirmiş/ bazen ne kadar bağırırsan yara o kadar derinleşirmiş gibi hislere esir düştüm.
Beni arayın dilerseniz.
Süper peruk yıkarım. Yani hiç peruk yıkamadım da, on dört yaşına kadar bebeklerimin saçlarını yıkamaktan helak oldum obs.comps. bi zırva (uzatılmış) çocuk(luk) olarak.
Sinemaya da gidebiliriz dilerseniz.
Ben o denli sıkılabiliyorum ki hayatta her şeyden, sayemde kanseri dahi katlanılabilir bulabilirsiniz.
Çok iddialı oldu.
Ama gözünüzü seveyim, koyverin ipin ucunu. Herkesin her yaşta/ her durumda âşık olmaya hakkı var. Ve olmalı.
Çok tuhaf ve giderek nadirleşen bir hastalık “maladie d’amour” bence.
Siz yalvarırım ve ne olur, kendi keyfinize bakın. Bu da ancak affetmek, unutmak, hatta onları eğlenceli ve gülünç bulmakla mümkün. Tamam “Bekâra karı boşamak kolaydır.”
Ama Harran ovasında bin sekiz yüz baş hayvanı olan bir ağa bile benim kadar kolay (ve içinden gelerek) “karı” (benim vakamda “koca” oluyorlar) boşamamıştır.
Yani adam boşamak ne kadar kolay ve ferahlatıcı–dır bu konuda bir ordinaryüs, bir okyanus, bir silindir şapkadan bin kunduz–
Hizmetinizdeyim.
Yanınızdayım.
Hepimiz yanınızdayız. Ne olur iyi hissedin. Sevgiyle kucakladım.