Osman CAN
(Star, 29 Ağustos 2012)
Yüz yıllık paradigmanın yol açtığı milliyetçilik zehirlenmesi bu derece etkinken, hukuk düzeni baştan sona bu zihniyete göre şekillenmişken; demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlükçü bir düzeni savunanlar sesleri duyulmaz hale getirilirken bu topraklarda demokrasinin yerleşmesi çok güç gözüküyor.
Geçen haftaki yazımda yüz yıllık ittihatçı paradigmanın Kürtlerin yanında Türkleri de vesayet altına aldığını ve milliyetçilikle zehirlediğini dile getirmiştim. Demokrasiye geçiş süreci kural olarak milliyetçiliklere yaramayacağından, ayakta kalabilmek için milliyetçiliklerin örtülü veya en azından taktik işbirliği içinde demokratikleşme sürecini baltalama ve yapısal dönüşümleri engelleme gibi bir hedefte uzlaşmaları doğal. Şiddet ve şiddet dilinin kamuoyuna egemen kılınması bu açıdan çok önemli. Zira başka türlü anayasal düzen değişimini engelleme imkanı yoktur.
Demokratik siyasetin düşmanı şiddettir ve tüm milliyetçilikler de latent (saklı) veya aşikar biçimde şiddetten beslenir. Milliyetçilikler ile şiddet arasında bazen gözlemlenebilen mesafe yalnızca konjonktüreldir ve şiddet dengesinin bozulduğu her durumda yeniden görünürlük kazanır. Bu nedenle demokratikleşmenin önünü tıkamak için Türkiye’de zemin çok müsait ve kimi örgütler (ve hedef ortaklığı içindeki ulusal, bölgesel veya küresel aktörler) çok küçük hamlelerle bu etkiyi yaratabiliyor. Yüz yıllık karanlığın ürettiği ve maalesef değiştirmekte ayak sürüdüğümüz hukuk (!) düzeni bunun için biçilmiş kaftan. Anayasa başlangıç kısmı, cumhuriyetin niteliklerini düzenleyen ikinci maddesi ile birlikte buna bir bütün olarak ideolojik zemin hazırlamakta, öngördüğü araçlar da hukuk (!) kılıfı altında çözümler üretebilmekte.
Fırsatların bini bir para. Muhteşem bir tek kale maç oynanıyor adeta. Milliyetçiliklerin birinden gelen güzel bir ortaya, ötekinden güzel bir vole ve demokrasi kalesinde ise tehlike üstüne tehlikeler... Buna isterseniz insanlık, akıl, izan ve vicdan kalesinde tehlikeler diyelim. Milliyetçiliklerin şovu sürdükçe beri taraftan insanlığını, aklını, izanını ve vicdanını kaybedip milliyetçilikler safına geçişler de yaşanmakta. 11-11 oynanan maç iki yıl önce 9-13 demokrasi lehine iken, kabul edelim milliyetçilikler dayanışması sayesinde 13-9 aleyhe dönüşmüş durumda.
İşte dokunulmazlıklar konusundaki değişiklik önerisinin gündeme gelmesi tam da böyle bir sahne. Bir milliyetçiliğin ortasını, ötekinin volesi tamamlıyor.Demokratik siyaset safında durmakla birlikte milliyetçi söylem, icraat ve zihniyet dünyasına mensup olanlar ile milliyetçilik şovları karşısında kafası karışık olanları gördükçe bu vole gol ile sonuçlanır herhalde.Bir tarafın kucaklaşma “ortası”na diğer tarafın anayasa değişiklikleri volesi geldi şimdi.
İki yıldır pişirilip kıvamına gelmiş siyasi ortamda bu değişiklikler geçebilir. Hatta 2010 referandumundaki taktik izlenebilir, “değişikliğin sadece kürt sorunu bağlamında değerlendirilmemesi, yolsuzluklarla mücadele ve temiz siyaset için bunun şart olduğu” şeklinde ifadelerle süslenebilir, farklı kesitlerin desteği de alınabilir. Üstelik anayasal engel kaldırıldıktan sonra “dokunulmazlıkları kaldırma” gibi siyaseten nahoş bir işe bulaşılmamış olur. Yargının önü açılır. Milliyetçilikler söz konusu olduğunda refleksleri belli olan mümtaz yargımız da nasıl bir ayıklama yapacağını bilir. Ama anayasa değişikliği yöntemi biraz zahmetli olabilir. Bu durumda ikinci bir “orta” gelir ve “bıçak kemiğe dayandı” volesi ile anayasanın 83. Maddesi işletilir. BDP’liler derdest edilir, Parlamento temizlenir. Milliyetçilikler rahat bir nefes alır. Böyle bir parlamento kararına karşı Anayasa Mahkemesi hayır demez. Zira atılanlar da atanlar da memnun. Herkes kendi kamuoyuna karşı sırıtan yüzünü gizlemek için mağrurluk ve mağdurluk maskelerini takar. Ama oyun bitmez. Sıra parti kapatma aşamasına gelir. Bir iki “orta” ve volenin ardından milliyetçiliğin hukuk yoluyla koruması rolünü üstlenen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ya kendiliğinden veya bir iki siyasi parti tarafından harekete geçirilir. Anayasa Mahkemesi’nde dava açılır. Kapatma davasının açılmasını zorlaştıran değişiklikler 2010’da yine milliyetçilikler dayanışması sayesinde engellenmiş, bu sayede oyunu uzatmalara götürme imkanı doğmuştu. Anayasa Mahkemesi’nin yapısı yine aynı dayanışma sayesinde yeteri kadar çoğulculaşmadığından ve Kürt muhalefetinin temsiline imkan sağlamadığından kapatma kararının çıkması çok zor olmaz. Mahkeme kapatma konusunda direnince, 2009’da DTP dava sürecinde olduğu gibi, yeniden bir iki “orta” yapılır sonuca ulaşılmış olur.
Yüz yıllık paradigmanın yol açtığı milliyetçilik zehirlenmesi bu derece etkin iken, Türk kimliği bu zehrin etkisinde provokasyonlara bu kadar açık iken, hukuk düzeni baştan sona bu zihniyete göre şekillenmişken ve bu sistemi her bir değiştirme girişimi milliyetçilikler dayanışması sayesinde hızla akamete uğrayabiliyorken; demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlükçü bir düzeni savunanlar sayısal ve düşünsel olarak bu kadar kırılgan iken ya da hızla itibarsızlaştırılırken, sesleri duyulmaz hale getirilirken veya hedef haline getirilip susturulabiliyorken ve iktidar partisi bu olan bitene karşı gerekli duyarlılığı göstermezken, bu topraklarda demokrasinin yerleşmesi gerçekten çok güç gözüküyor. Ve kabul edelim ki, son on yılda demokrasi mücadelesinde esaslı adımlar atılırken, milliyetçilikler de özellikle son iki yılda esaslı rövanşlar alma imkanı buldu. Milliyetçilikler son on yılda hiç olmadığı kadar kamuoyunun gündemini belirlemiş durumda... Dua edelim ki, bu nihai bir savaşın yaşanması kaçınılmaz şiddetinin bir ifadesi olsun, ödenen bedeller ne olursa olsun, sonunda bu topraklarda Türkler, Kürtler ve sair unsurların demokrasi, özgürlük ve çoğulculuk temelinde birlikte yaşamasına imkan sağlayan bir düzen mümkün olsun. Bir merakımı da belirtmeden geçemeyeceğim: Siyasi parti yetkilileri acaba kendi parti programlarını ve son seçimde topluma sundukları seçim beyannamelerini en son ne zaman okudular?
Bekir Ağırdır t24’teki köşesinde şiddet dilinin egemen olduğu bir ortamda Anayasa meselesinin de neredeyse rafa kalkacağını, en azından minimum değişikliklerin ötesine taşamayacağını belirtiyor. Buna yönelik pek çok işaret var. Bir kere milliyetçiliklerin en büyük ortak hedefi anayasal düzen değişikliğine izin vermemek, en azından değişikliği revizyonla sınırlı tutmaktır. Herhalde barışını tesis etmiş demokratik bir Türkiye’yi hazzetmeyenler de buna destek verir. İkinci olarak anayasa yazımı toplumsal taleplerden koparıldı ve sadece parti pazarlıkları ekseninde yürütülüyor. Siyasi partiler kendi kırmızı çizgilerini tokuşturmak suretiyle Anayasa yazımını yönlendiriyor. Bu da milliyetçiliklerin ortak hedefiyle örtüşüyor. Uçüncü olarak Anayasa metnini kaleme alan ekip ve yardımcıları mevcut Anayasanın sistematiği ve paradigması içinde hareket ettiğinden dolayı ortaya çıkacak sonuç bu tabloyu tamamlıyor. Analiz bu; peki sessiz mi kalınmalı?