Mehmet Ali Çiçekdağ*
Sene 1972. ABD’ye yeni gitmiştim. Evde pencerenin yanında ders çalışıyordum. Bahçe kapısından dev gibi kovboy şapkalı göğsünde kocaman parlak bir yıldızla sarı saçlı bir şerif girdi. Şimdi biz Türk milleti polisi görünce biraz tırsarız. Bir yıl önce Ege Üniversitesi'nde asistanken polis gece ofislerin kapılarını kırmış, benim Sosyoloji ders kitabıma ve Sosyal Sigortalar Kanunu'na el koymuştu. Baktım adam sırıtıyor. "Ben Santa Barbara şerifi Joe Blow. Seçim için tekrar adaylığımı koydum. Bana oy verir misiniz?" diye soruyordu. Aklıma gelen ilk soru, "bu ülkede şerifleri halk mı seçiyor?" oldu. Ben vatandaş olmadığımı söyleyince başını kaşıdı, "O zaman pankartımı bahçenize koymama izin verir misiniz?" dedi. Ondan sonraki altı hafta boyunca evimizin önündeki kocaman "Şerif Joe Blow’a Oy Verin, Canınızın ve Malınızın Güvencesi" pankartını karışık duygular içinde seyrettim. Amerikan rüyasına doğru ilk adımı atmıştım. Baktım, etrafta "Hâkim Jane Brown, Demokrat" pankartı da var. Dehşet içinde siyaset bilimi hocama koşup sordum, "Hakimler hangi partili olduğunu açıklarlarsa nasıl tarafsız olabilirler?" diye. Adam güldü, "onlar genelde tarafsızdırlar, zaten federal hâkim değillerdir, onları Başkan atar. Bizde siyasi partiler de o kadar önemli değildir" dedi.[i]
Sonradan öğrendim ki yalnız şerifleri ve hakimleri değil, savcıları ve valileri de halk seçiyor. Üstelik yeterli imza toplayıp seçime koyabilirlerse onları kovabiliyor da. Arnold Schwarzenegger’den önceki California valisi Gray Davis böyle bir süreç sonucu görev süresini bitiremeden atılmış ve komedyenlere malzeme çıkmıştı. Yol ve okul yapımı, vergilerin azaltılıp artırılması, marijuana kullanımı hep halka soruluyordu.
Boğaziçi’ndeki öğrencilerime ilk derste hep sorarım, "sizi Ankara’daki TBMM’de kim temsil ediyor?" diye. Şimdiye kadar hiç kimse onu temsil eden milletvekilinin adını bilemedi. Tabii ki esas neden ülkemizde milletvekillerini ve onların her ildeki sırasını saptayanların partilerin genel başkanlarının olması. Vatandaş da bazı küçük iller hariç genelde kendi milletvekilini tanımıyor, onunla bir bağı yok, dileklerini ve şikayetlerini iletemiyor.
Oysa ABD’de önseçim mekanizması işliyor. Halk kendi milletvekilini seçiyor. Üstelik bir kişilik dar bölge seçim sistemi olduğundan siyasetle pek ilgisi olmayan Amerikalılar bile bölgelerindeki tek milletvekilini tanıyor. Oturduğum kentin merkezinde milletvekilinin koskoca bir ofisi vardı. Yabancılar bile devletle sorunlarını halletmek için adamın kapısını çalardı, onlar da potansiyel bir seçmen kazanmak için başvuranların işlerini takip ederler ve genelde hallederlerdi. Onun için Amerika’da bir milletvekili Kongre’de oy kullanırken "benim parti başkanım ne der?" diye düşünmez, "bölgemdeki seçmen buna ne der, tekrar seçilme şansımı azaltır mı yoksa artırır mı?" diye düşünür. Bu da yerel demokrasinin, dolayısıyla halkın gücünü artırır. Parti disiplini oldukça zayıftır.
O yıllar Watergate zamanlarıydı. Başkan Nixon adamlarını Demokrat Parti merkezine dinleme cihazları yerleştirmek için göndermiş, sonra da bir gece bekçisi onları yakalamıştı. Nixon örtbas etmeye çalıştı ama skandal büyüdü. Sonunda birkaç yaşlı senatör Kongre binasından Beyaz Saray’a yürüdü ve Nixon’un önüne iki seçenek sundu: Azil ya da istifa. Başkan ikinciyi seçti. Kuvvetler ayrılığı ve kontrol ve denge mekanizması çatır çatır işlemişti.
ABD’de hayran olduğum bir diğer konu özgürlüklerdi. O yıllarda Daniel Ellsberg adlı bir sivil görevli Pentagon’dan ABD’nin Laos’u ve Kamboçya’yı gizli bombalamasını ve işgalini kanıtlayan belgeleri çalıp New York Times’e vermişti. Yüksek Mahkeme casusluktan içeri atılan adamı ve gazeteyi anayasadaki şeffaflık, basın ve ifade özgürlüğü maddelerine dayanarak akladı. New York Times de devletin kirli çamaşırlarını tefrika gibi yayınladı. Komedyenler tüm başkanları yerin dibine batırıyor, herkes gülüp geçiyordu. Hiç kimse hiçbir şeyi buğulamıyor, okulun tiyatro salonunda porno filmler gösteriliyordu. Her yer, hava ve su temizdi. Yere çöp atanlar sadece biz yabancı öğrencilerdik. Yeşilci Ralph Nader büyük şirketlere önemli tüketici taleplerini kabul ettiriyordu.
ABD siyasal sisteminde en beğendiğim olgu seçim tarihinin kesinliği ve değişmezliğidir. 1845'te kanunla kasım ayının ilk salısı seçim günü olarak saptanmıştır. Tabii Başkanlar için dört yılda bir, Kongre için iki yılda bir seçim yapılır[ii]. Hiç kimse bu tarihi değiştirmeyi aklına bile getirmez, tüm hazırlıklar buna göre yapılır. Geçenlerde onların milli damadı Jared Kushner "Korona yüzünden belki seçim tarihi değişebilir" dedi de hiç kimse ciddiye almadı. Oysa biz Türkiye’de erken seçimi konuşmak için harcadığımız zaman ve enerjiyi örneğin sepet örmek için kullansaydık dünyanın bir numaralı sepet ihracatçısı olurduk.
Bu ülke hiç de fena değildi. Oysa Mülkiye’de ağır abiler bana neler demişlerdi... Ben Amerikan emperyalizminin bu yüzünü hiç düşünmemiştim.
Kültür şokunun birinci aşaması: Hayranlık ve balayı.
Zaman geçtikçe ve daha çok şey öğrendikçe farkına vardım ki ülkede pek çok haksızlık ve manipülasyon vardı. Güçlünün kazandığı, altta kalanın canı çıksın mantalitesinin egemen olduğu bir ortam vardı. CEO’ların milyarları götürdüğü, şirketlerin bir kuruş vergi vermemek için ülke dışına konuşlandığı, bireylerin geçinmek için birkaç işte birden çalışmak zorunda olduğu bir düzen vardı.
Örneğin beğendiğim dar bölge seçim sistemi güçlüler tarafından manipülasyona çok müsaitti. Üstelik her seçim bölgesinden sadece bir temsilci çıktığı için küçük partilerin ve çıkarların temsil şansı sıfırlanıyordu. Sistem istikrarlıydı, ama fazla demokratik değildi.
Özgürlüğün büyük ölçüde var olduğu bu ülkede büyük eşitsizlikler mevcuttu. Erkekler kadınlardan, beyazlar azınlıklardan fazla para kazanıyordu. Hele CEO'larla ölümlü bireyler arasındaki ücret farkı yüzbinlerce kattı. Birkaç üniversite hocasından ve federal memurlardan başka hiç kimsenin iş güvenliği yoktu. Herkes kendini anında kapının önünde bulabiliyordu.
Bu dünyanın en zengin ülkesinde sağlık sigortası olmayan kişilerin sayısı çok yüksekti. Trump'ın gündemindeki ana başlıklardan biri halka kısmen de olsa sağlık sigortası sağlayan Obamacare'e son vermekti. Birkaç büyük şirketi korumak için ilaç fiyatları anormal yüksek tutuluyordu, Kanada'dan bile ilaç ithalatı yasaktı.
Silah taşıma ve bulundurma anayasal güvence altında olduğu için aşağı yukarı herkesin silahı vardı. Sık sık durup dururken okullar, sandviççiler basılıp günahsız insanlar öldürülüyordu. ABD'de bir gün sınıfta "silahı olanlar el kaldırsın" dedim. Yirmi kişilik sınıfta gariban bir Meksikalı hariç herkes elini kaldırdı. Genç bir oğlan "benim yatağımın altında koca bir sandık silah var, 18. yaş günümde babam bana bir AK-47 hediye etti" dedi, aynı sınıftaki annesi de kıkırdayarak başını salladı.
Suç işleme oranı çok yüksekti. Hapishaneler özellikle azınlıklarla doluydu. Genç bir siyah erkeğin hapiste olma şansı yüzde 20 idi. Adalet bazen vardı, bazen yoktu. Pahalı avukatları tutabilen yırtıyordu[iii]. Eski eşini ve onun gözlüğünü getiren garsonu bıçaklayarak öldüren, üstünde, arabasında ve evinde kanlar bulunan ünlü siyahi O. J. Simpson ırkçılık argümanını kullanarak serbest kalıyor, San Francisco belediye başkanı Muscone ile gay'lerin lideri Milk'i taammüden öldüren Dan White avukatlarının "çok şeker yemişti" savunması sonucu hapiste yalnız iki yıl yatıyor, çıkınca da garajında intihar ediyordu.
Irkçılık hâlâ özellikle güney bölgelerinde bir sorun olmaya devam ediyordu. Polislerin azınlıklara davranışı evlere şenlikti. Polis George Floyd’u gırtlağına basarak öldürdükten sonra tüm ülkede ırkçılık karşıtı gösteriler başlamıştı. Trump kapsayıcı olmak yerine taraf tuttu, "Yağmacılar vurulur" dedi ve siyahları çok kızdırdı. 3 Kasım’da onların Obama zamanından fazla, hatta beyazlardan fazla oy kullanmaları bekleniyordu. Trump yönetiminin Koronavirüs'le savaşı acınacak kadar yetersizdi. Trump bu ölümcül salgını çok hafife aldı. Uzun süre maske bile takmayarak kötü örnek oldu. Ekonomiyi canlandırmak için yasakları çok erken gevşetti.
Ülkede kişisel verilere erişim büyük bir problemdi. Sosyal medya platformlarının ve 11 Eylül saldırısından sonra hız kazanan devletin topladığı kişisel iletişim kayıtları ve veriler kötü amaçlarla kullanılabiliyordu. Teknoloji sayesinde artık kilometrelerce uzaktan tanım yapılıyor, dudaklar okunuyordu. Aynen 1984 romanındaki gibi Büyük Birader her an bizi izliyordu.
Bana sorarsanız ABD iç politikasının en büyük sorunu seçim kampanyalarının finansmanıdır. Politikacıların zengin şirketlerin emrinde olmalarını frenlemek için çıkarılan tüm kanunlar yetersiz kalmıştır, Yüksek Mahkeme yapılan bağışları anayasal ifade özgürlüğünün bir parçası olduğuna karar vererek kısıtlamaların çoğunu kaldırmıştır. Oldukça karışık ve teknik bir konu olan seçimlerin finansmanını günümüzde kısaca "parayı veren düdüğü çalar" diye özetlemek mümkündür. ABD’nin Sondland adlı zengin emlakçı bir Avrupa Birliği büyükelçisi vardı. Trump'un göreve başlama törenine 1 milyon dolar vermiş, ondan sonra atanmıştı. Sonradan bozuştular. Trump'un azil süreci sırasında Kongrede onun aleyhine ifade verdi. Liyakat mı dediniz sadakat mı?
Kültür şokunun ikinci aşaması: Balayı bitti. Sorunlar, tepki ve isyan.
Şimdi artık mevcut durumu kabullenmiş bulunmaktayım. Atalarımız "düzen değişir, düzülen değişmez" demişlerdi. Trump gider, Biden gelir. Trump’ın peruğu var, Biden de saç ektirmiş. Komedyenler yeni malzeme bulur. Çok şükür halimize. Eski zamanlar daha mı iyiydi? Artık barış istiyorum. Ne demişti George Orwell 1984’in son satırlarında: "… mücadele sona ermişti. Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. Büyük Birader’i çok seviyordu." [iv]
Kültür şokunun son aşaması: Kabullenme ve teslimiyet.
TIKLAYI | Başkan Biden’a hazırlanın
[i] California’da hakimlerin siyasi parti belirterek seçim kampanyası yapmaları sonradan yasaklandı.
[ii] Görev süresi milletvekilleri için iki, senatörler için altı yıldır.
[iii] "Money talks, O.J. walks" bir atasözü oldu.
[iv] George Orwell, 1984, Can Yayınları, 2017, s. 320.