Bulaç'tan 'rüşvet fetvası' tartışmasına devletleşen cemaatler yorumu

Bulaç'tan 'rüşvet fetvası' tartışmasına devletleşen cemaatler yorumu
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, 'rüşvet fetvası' tartışması kapsamında kaleme aldığı köşe yazısında, "1994-2014 derken aradan 20 sene geçti. “Büyük ve hayırlı faaliyetler için büyük malî kaynaklara ihtiyacımız var” fetvasınca kamuya bağlanan cemaatler, dernekler vakıflar ve örgütler, safiyetlerini kaybedip kirlendiler, dinamizmlerini kaybettiler, usulsüzlüklere bulaştılar. Bu arada helal-haram kaynak demeden çeşitli imkânlara sahip oldular, onlara araziler, binalar tahsis edildi, ihaleler verildi; ama STK olmaktan çıktılar SDK oldular. Neticede cemaatlerin, dernek ve vakıfların ne beşerî-sosyal dinamizmleri kaldı, ne entelektüel bir hamle yapabildiler" dedi. 
 
Bulaç ayrıca, "İslam davasının paraya, hele kamudan yardım ve bağışa  ihtiyacı yok. Bu dava 'söz, ahlak ve adalet arayışı davası'dır. Ben 'önce Hizmet, sonra AK Parti, en sonda diğerleri hedefte' derken, kendilerini aktüel havaya kaptıranlar, 27 Mayıs ve 12 Eylül’de 'Kemalist-Atatürkçü', 28 Şubat’ta 'ulusalcı-sol' ve şimdi 'yeşil muhafazakâr' kimlik edinmiş olan o heyulanın yeni bir kaba girip yeni bir renge bürünmekte olduğunu göremiyorlar, kontrollerinde olduğunu vehmediyorlar. İnşallah yanılıyorum!" dedi. 
 
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç'ın, "Kamudan cemaatlere bağış" başlığı ile kaleme aldığı (27 Ocak 2014) yazısı şöyle:
 
 
 
1996 yılında birer kamu kuruluşu olan belediyelerden ihale alan işadamlarının çeşitli cemaat, vakıf ve derneklere bağış yapıp yapmaları konusu gündeme gelmişti.
 
Hakim görüşe göre ihale alan bir işadamı gösterilen bir yere yüzde 10 bağış yapabilir, “zor faktörü” kullanılmayacaksa bunda bir sakınca yok. Çünkü gelişip daha yaygın ve etkin hizmet yapabilmek için finansa ihtiyaç vardı, işadamlarının bağışta bulunması faaliyetleri daha hızlandırır.
 
O günden bu yana şu dört noktadan bu tür “bağış”ın doğru olmayacağını düşünüyorum: 
 
1) Yüzde 10 bağış yapan bir müteahhit bunun birkaç katını çıkarmak ister. Ya malzeme üzerinden maliyeti düşürür veya işi pahalıya satar ki bunun zararı eninde sonunda kamuya çıkar. “Kamu” dediğimiz şemsiyenin altında envai türlü din, inanç, felsefi ve siyasi görüşe mensup topluluklar vardır. Bu toplulukların bir cemaatin yararına olmak üzere dolaylı yollardan zarara uğramaları hak ihlalidir. 
 
2) Karakterleri itibarıyla “sivil” olan İslamî cemaatler dünyevî beklentisi olmayan hayırsever insanların yardımları, bağışları (infak, zekât, kurban derisi vs.) ile var olmuşlardır. Bu onların manevî bereketi ve sosyal dinamizmlerini oluşturmuştur. Dinî hareketlerin enerjisi Allah rızasına dönük ihlaslı faaliyetleridir. Cemaat, tarikat ve derneklerin dolaylı yollardan da olsa “kamu kaynakları”na bağlanmaları a) Dinamizmlerini sona erdirir, b) Onları farkında olmaksızın kamuya bağlı-bağımlı hale getirir. Bu da bugüne kadar tamamen devletin dışında kendi kendilerine var olan kişilik profillerini “STK (Sivil Toplum Kuruluşu)” olmaktan çıkarır, “SDK (Sivil Devlet Kuruluşu)” yapar. 
 
3) Cemaatlerin sınırlı düzeylerde “kamu”ya bağlanmaları “devlet”in arzu ettiği bir şeydir. Böylelikle bu toplumsal oluşumlar “hükümet dışı, özerk ve gönüllü” vasıfları sona erdiğinden “sarı sendikalar” misali “görüntüleri özerk” tüzel kişilikleri “yarı resmi hüviyet” kazanmış olurlar. 
 
4) Daha önemlisi devlet suç işletir. Kamudan iş almak bizzarrure “usulsüzlük” yapmayı gerektirir. Zira tayin ve tespit edilen usule harfi harfine riayet edip ihale alıp bitirmek neredeyse imkânsızdır. Devlet mevzuatı öylesine ayarlamış ki en dürüst işadamı bile ister istemez küçük ölçekte de olsa “usulsüzlük” yapmak zorunda kalır, aksi halde ne iş alabilir ne aldığı işi bitirebilir. Devlet bunu kasti yapar. Çünkü suç işleyenin dosyası olur, rafta tutulur, zamanı gelince indirilir. Kamu üzerinden olan “yolsuzluklar”ın çoğu “usulsüzlük” üzerinden olur. Dolayısıyla “Canım, bunda ne var, aptalca hazırlanmış mevzuatın bir miktar dışına çıkıp işimize bakalım” dediğiniz anda “yolsuzluk” yapmış, tuzağa düşmüş olur; dosyanıza zamanı gelince kullanılmak üzere bilgi-belge koydurmuş olursunuz. 
 
1994-2014 derken aradan 20 sene geçti. “Büyük ve hayırlı faaliyetler için büyük malî kaynaklara ihtiyacımız var” fetvasınca kamuya bağlanan cemaatler, dernekler vakıflar ve örgütler, safiyetlerini kaybedip kirlendiler, dinamizmlerini kaybettiler, usulsüzlüklere bulaştılar. Bu arada helal-haram kaynak demeden çeşitli imkânlara sahip oldular, onlara araziler, binalar tahsis edildi, ihaleler verildi; ama STK olmaktan çıktılar SDK oldular. Neticede cemaatlerin, dernek ve vakıfların ne beşerî-sosyal dinamizmleri kaldı, ne entelektüel bir hamle yapabildiler. Sadece büyüdüler, büyüdüler, hormonal olarak şiştiler, obez oldular. İktidar narkozuyla uyuştular. Kaynak kesilir diye kaygılanıyorlar. Hâlâ “sivil” olduklarını zannedip “destek bildirileri” yayınlıyorlar. Devlet “sınırı aştıkları”nı düşünüp topunu yeniden tehdit değerlendirmesine almaya koyuldu. 
 
Ve fakat temel bir hakikati unuttular: İslam davasının paraya, hele kamudan yardım ve bağışa ihtiyacı yok. Bu dava “söz, ahlak ve adalet arayışı davası”dır. Ben “önce Hizmet, sonra AK Parti , en sonda diğerleri hedefte” derken, kendilerini aktüel havaya kaptıranlar, 27 Mayıs ve 12 Eylül’de “Kemalist-Atatürkçü”, 28 Şubat’ta “ulusalcı-sol” ve şimdi “yeşil muhafazakâr” kimlik edinmiş olan o heyulanın yeni bir kaba girip yeni bir renge bürünmekte olduğunu göremiyorlar, kontrollerinde olduğunu vehmediyorlar. İnşallah yanılıyorum.