Yıldırım Güngör Ağustos başıydı. Doktora çalışmam için Kaçkarlar’daydım. Onların kapı komşusu Bulut Dağları’nda 15 günlük bir çalışma için kamp kurmam gerekiyordu. Sırtımda 25 kiloluk bir çanta; içinde de kamp malzemeleri ve yiyecekler vardı. Bir çanta da önümde asılıydı. Onda da jeolog çekicim, balyoz, demir murçlar, haritalarım, altimetrem, saha defterim, kalemlerim ve jeolog pusulam vardı. Attığım her adım, içine girdiğim Bulut Vadisi’nin büyüleyici atmosferinin bir parçası yapıyordu beni. İki ana derenin birleştiği eski köprünün yanından kıvrılarak uzanan patikada yavaş yavaş ilerliyorum. Aşırı sıcak kavuruyor ortalığı. Ama vadinin sonunda, zirveleri hâla karla kaplı dağlar vardı, sis vardı, duman vardı. Adını vadiye veren dağların başından ise bulutlar hiç eksik olmaz. Patika, bir süre sonra, bakımsızlıktan bozulmaya yüz tutmuş taraçaların bulunduğu dik bir yamacı kesti. Bir zamanlar buralarda yoğun bir tarım faaliyeti olduğunun deliliydi bunlar. Birçok yerde karşıma çıkan beyaz güllerin kokusuna dağların güzelliği, derelerin uğultusu karışıyordu. İlerledikçe patika yavaş yavaş genişledi. Yokuşu çıkınca köyün ilk evlerini gördüm. Karamolla Mahallesi sanki ilk yapıldığı yıllardan kalmaydı. Tek bir beton bina bile yoktu. Köye girer girmez hemen çeşmeye yöneldim. Kana kana içtiğim suyun tadı aradan geçen onca yıla karşın hala damaklarımdadır. "Biz sana burada kamp kurdurmayız"Birden birkaç kişi bitti yanımda. Çalışma belgemi gösterdim ve Satelef Yayla civarında kamp kurarak jeolojik çalışma yapacağımı söyledim. İçlerinden biri gülerek baktı: “Biz sana burada kamp kurdurmayız!”. Birkaç yerde daha bu tür durumlarla karşılaştığım için “eyvah” dedim içimden “yine tartışmaya başlayacağız”. Çok kararlı bir ses tonuyla “neden” diye sordum, “ben resmi bir iş yapıyorum. İzin belgem de var!” Karşımdaki yine gülerek: “Biz varken sana kamp kurdurur muyuz? Bizde kalır çalışmanı öyle sürdürürsün. Çadırda kalarak jeoloji mi yapılır? Kafanın rahat olması lazım.” Böyle tanıdım Hilmi Zorba ve ailesini. Misafirperverliğin böylesi… Hilmi Zorba’nın oğlu Hüseyin, eşi Sabiha Gökçen ve ailenin diğer fertleri ilginç kişiliklerdi. Sanki bir vahaya düşmüş gibiydim. Bu insanlar ineğin süt sorunundan, patateslerin donmasından, baldan, peynirden söz etmiyorlardı. Bir akşam Yaşar Kemal ise konumuz, diğer akşam felsefe oluyordu, ya da Hilmi amcanın babasının yardım ettiği General Ali İhsan Sabih Paşa. Akşama kadar örnek almak için kırdığım taşların getirdiği yorgunluğu Hilmi amca ve Hüseyin’le yapmış olduğumuz kültür içerikli sohbetler hafifletiyordu. Evlerinde kalmam ise çalışmamı çok kolaylaştırmıştı; onlar da bunun bilincindeydi. Çünkü yaptığım iş çok ağırdı. Doğanın sırrını çözmek için bölgedeki kayalardan aldığım örnekleri, İstanbul Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Laboratuvarları’nda inceleyerek bu bölgenin jeolojik evrimi hakkında bilgi sahibi olacaktım. Her gün kilometrelerce yol yürüyerek ortalama ağırlığı bir-iki kilogram civarında örnekler alıyor ve bu örnekleri akşama kadar sırtımda taşıyordum. Sabah boş olan çantam akşama doğru 20-25 kilogram taşla doluyordu. Bir köy evinin duvarının tamamen kitaplarla kaplı olduğunu görmek beni çok şaşırtmıştı. Felsefeden sosyolojiye, klasikten çağdaş edebiyata kadar bir sürü kitap vardı ve Hilmi amca bunların tümünü okumuştu. O yaz 10 gün kadar Hilmi amcaların misafiri oldum. Bulut vadisinden Büyükçay vadisine geçtiğimde ise aynı desteği 30 yıllık dağ rehberi olan ve gide gele aile dostu olduğum İsmail Altunay’dan görmüştüm. Pansiyonunu benim hizmetime açmıştı desem yalan olmaz. Daha sonra hemen hemen her yıl hiç ummadıkları bir aşıttan geçerek gittim Bulut Vadisi’ne kimi zaman Kaçkar’dan, kimi zaman Palakçur Yayla’dan kimi zaman ise Altıparmak Dağları’ndan. Her seferinde de ya çok zor durumdaydım ya da çok yorgundum. Kimi zaman sağanak altında, kimi zaman karlara bata çıka. Her seferinde güler yüz ve bir tas sıcak çorba hiç eksik olmadı. Dağlarda geçen yoğun günlerimden sonra sığındığım ilk yer oluyordu burası. Hilmi amca köye yalnız başıma gitmeme alışmıştı. Hiç şaşırmıyordu bile. Onu şaşırtmaya hâla devam ediyorum. Dağların gölgesinde zorlu yaşam Yaylalar köyü Artvin –Yusufeli’ne bağlı. Eski adı Hevek. Her biri başka bir vadinin içinde yer alan 5 mahallesi var. Bunlardan ikisi olan Körahmet ve Karamolla mahalleleri Bulut vadisinde. Vadi, Yaylalar köyünden başlıyor. Bulut Dağları’ndan gelen birçok su birbirine karışıp Bulut Dere’yi oluşturuyor. Dere, köyü biraz ilerisinde Kaçkar dağlarından gelen Büyük Çay’la (Hevek çayı) birleşerek Barhal Çayı’nın ana kollarından biri haline geliyor. Yaylalar köyü Bulut Dağları’nın güneyinde. Bulut Dağları ise Kaçkarlar ile Altıparmak Dağları arasında uzanıyor. Yüksekliği 3 bin metrenin üzerinde birçok zirveye sahip bu dağlar. En önemli iki zirvesi Bulut Tepe (3 bin 380 metre) ve Kındevul Tepe (3 bin 562 metre). O yıllarda Karamolla ve Körahmet mahallelerinin yolu yoktu. . Kışın gereksinimlerini Yaylalar köyüne katırlarla inerek karşılıyorlardı. Bir keresinde köyden dönerken çığa yakalanmışlar. Gürültü üzerine dışarı çıkan köylüler Hilmi amcayı epey uğraşarak çığın altından çıkarmışlar. Sordum: “Nasıl buldular seni?” Gülerek yanıtladı: “Bir bacağım dışarıda kalmış. Hüseyin bacağımı görünce hep birlikte kazarak çıkarmışlar.” Bu olay Bulut Vadisi’nde yaşamın olağan akışı içinde çok doğal kabul ediliyordu. Çünkü burada yazın bile yaşamak çok zordu. Yolun yapılamama nedeni ise aynı köyün iki mahallesi arasındaki klasik köylü anlaşmazlığıydı. Hakan Öge ile 1998 yılında Kaçkar Dağı kış tırmanışı yaptığımızda da yol henüz yapılamamıştı. Hilmi amcayı ziyaret etmemi de patikadaki çığ riski engellemişti. Beş yıl önce gittiğimde ise mahallenin artık bir yolu vardı. Ama öykü yine garipti.Yolu patikadan geçirmek yerine tepelerden dolaştırmayı tercih etmişlerdi. Arazi sahipleri izin vermemekte ısrar edince devlet de yolu tepelerden aşırarak getirmişti. Zirveleri keşfediyoruz Yıl 2006. Yine Hilmi amcada çay içiyoruz. Dile kolay tam ilk karşılaşmamızın üzerinden tam15 yıl geçmiş. Anılar o kadar canlı ki sanki dün yaşamışım gibi. Hilmi amca gözündeki katarakt sorunu yüzünden birkaç yıldır kitap okuyamıyormuş. Geçen yıl ameliyattan sonra yine başlamış okumaya. Yıllarca sadece dağ geçişlerinde ve bilimsel araştırmalarımda ziyaret ettiğim Bulut Vadisi’ne gelmemizin nedeni bu kez zorlu zirvelerini keşfetmek. Bulut Dağları’nda bir hafta geçireceğiz. İstanbul Üniversitesi Dağcıları’ndan oluşan dört kişilik bir ekiple önce Bulut Tepe’ye tırmanacağız. Bulut Tepe çok yüksek olmamasına rağmen heybetli ve ürkütücü. Ardından da 3 bin 562 metrelik Kındevul Tepe’yi deneyeceğiz. İki zirveye de ilk çıkışımız olacak. Bulut Tepe’ye daha önce çıkmış dağcı kaydı yok. Tabi köyde yaşayanları dağcı saymazsak. Hüseyin Zorba’ya rota hakkında bir iki soru sorayım diyorum. “Ben bir kere çıktım ama annem birkaç kez çıktı ona sor” diyor. Şaşırmadım desem yalan olur. Sabiha Gökçen’e dönüyorum şaşkın bir şekilde - Sen çıktın mı Bulut’a? Gülüyor... - Çıktım ama genç kız iken. Hem de bunlardan daha çok. - Çok dik bir dağ. Ürkmedin mi? - Yoo, niye ürkeyim ki? Biz her gün burada taşın kayanın üzerine çobanlık yapıyoruz. Alışkınız. - Niye tırmandın? - Niye olacak, Bulut aşağıdan çok güzel görünüyor. Bir de yukarıdan burası nasıl gözüküyor diye merak etmiştim. - Fırsatın olsa yine çıkar mısın ? - Çıkarım tabi. Dağlar, dereler, yaylalar, köyler o kadar güzel gözüküyor ki oradan. İstemem mi çıkmak ama ayaklarım çok ağırıyor. Düz yolda bile zor yürüyorum. Sabiha Gökçen bize sabırla rotayı anlattı. Gerekli bilgileri aldıktan sonra Körahmet’ e doğru yürümeye başladık. Karamolla’dan Satelef Yayla’ya kadar uzanan patika, sadece bu vadinin değil Kaçkar Dağları Milli Parkının da en güzel patikasıydı. Şimdi bu düş patikaları biraz kısaldı yeni yapılan yol yüzünden. Artık o patika Körahmet’ten başlıyor. Birkaç yıl öncesine kadar terkedilmiş gibiydi Körahmet. Sonra birden eski sakinleri geri dönmeye, evlerini aslına uygun restore etmeye başladılar. Artık Temmuz ve Ağustos aylarında çok kalabalık oluyor. Zirveye yolculukTerkedilmiş iki yaylayı geçtikten kısa bir süre sonra vadideki son yerleşim yerine Satelef Yayla’ya vardık. Körahmet ve Karamolla sakinleri burada sırayla çobanlık yapıyorlardı. Hayvanları iyice azaldığı için bu şekilde çoban tutmaktan kurtuluyorlarmış. Kısa bir moladan sonra tekrar yoldayız. Hava yavaş yavaş bozmaya ve gökyüzünün maviliği birkaç dakika içinde siyaha çalmaya başladı. Bu ürkütücü görüntünün pek yağmur getirmeyeceğini bu bölgede yıllarca çalışarak öğrenmiştim. Belki biraz çiselerdi o kadar. Zaten buralara Bulut Dağları denmesinin asıl nedeni de bu. Dağların tepe noktalarından geçen su ayrım çizgisinin kuzey tarafından gelen yağmur bulutları buradaki yüksek dağlara takılarak güneye geçemez. Bu olay Kaçkar Dağları Milli Parkı’nın her tarafında olur ama Bulut Dağları’nda biraz daha fazla gözükür. Bu nedenle ne zaman bakarsanız bakın dağların üzeri çoğunlukla bulutlarla kaplıdır. Bir keresinde Ağustos sonunda Palakçur derenin ana kaynağı olan Derebaşı gölünün kenarından aşıta kadar kar ve tipide yürüdüm. Tipi öyle zorladı ki bir an düz bir alan bulup çadır kurmayı bile düşündüm. Ancak aşıta gelince, Artvin tarafında yakıcı bir güneşle karşılaştım. İlginç bir noktadaydım: Birkaç adım beride tipi hâkimdi, birkaç adım ötede kavurucu sıcak. Biraz aşağıya inip sıcak bir kayanın üzerine uzanıp güneşlendim. Yirmi metre yukarıdaki aşıtta tipiden göz gözü görmüyordu. Bulut Dere ile Kındevul Dere’nin birleştiği noktaya doğru yürümeye başladığımızda Satelef Yayla arkamızda kalmıştı. Rota saptamak zorunda olduğumuz için kampı Bulut’a yakın bir yere kurmalıydık. Bulut Tepe nihayet o nazlı yüzünü gösterdi bize. Görünüşü nefes kesici ve ürkütücüydü. Kuzeyden gelen bulutların kuşatması altındaki zirve bir görünüp bir kayboluyordu. Bir zirveye ancak bu denli doğru bir isim verilebilirdi. Yaklaşık yarım saat sonra cov pınarının altındaki düzlüğe kamp kurmaya karar verdik. Bölge sakinleri ahududuya “cov” diyordu. Bulutlar iyice ürkütmeye başlamıştı. Yağmur çiseliyordu. Çadırları kurup kendimizi zor attık ve sağanak… Kaçkar’da yağmur yağdı mı bir başka yağar. Damla diye bir şey göremezsiniz. O kadar yoğundur ki kalın bir çizgi halindedir. On beş dakikalık gövde gösterisinden sonra yağmur yerini tekrar güneşe bıraktı. Bu bile bölge için çok önemliydi. Dağları aşan kahraman bulutlar kısa sürede güneye büyük bir bereket bırakarak geri dönmüşlerdi. Ertesi sabah kısa sürede zirvenin dibine varmayı başardık. Bulutlar dağılınca zirve tüm heybeti ve ürkütücülüğüyle karşımıza dikildi. Bu noktadan sonra Sabiha Gökçen’in tarif ettiği rotadan gittik. İri kaya bloklarından oluşan dik eğimli bir parkuru geçince, yukarı doğru yükselen bir duvar karşıladı bizi. Tam tarif ettiği gibi. Yanımızda teknik malzeme vardı, gerekirse duvardan çıkabilirdik. Ama önce Sabiha Gökçen’in sözünü ettiği geçidi aramalıydık. Aramaya girişmeden biraz mola verdik, iyice dinlendik. Sırtımı bir kayaya dayamış aşağıdaki muhteşem manzaranın tadını çıkarıyordum. Ağustos sonu olmasına rağmen büyük bir kısmı hala buzla kaplı olan Şeytan Gölü’nün üstündeki bir yamaca takıldı gözüm. Uzaktan çok dik ve tehlikeli gözükmesine rağmen kayaların dibindeki yeşilliklerden geçebileceğimizi düşündüm. Ekip de böyle düşünmüştü. Doğru karardı. Yeşillikleri geçerek kayanın etrafını dolaştığımızda rotayı da gördük. Çok iyi bir tarif almıştık. Karşımızda yine bir duvar vardı ama geçit vereceğine emindik. Duvarın dibine varınca zirveye kadar uzanan geniş bir baca keşfettik. Kaya tırmanma konusunda deneyimli olan dört kişilik ekibimiz bu noktadan sonra yarım saatte zirveye vardı. Birkaç yerde emniyet alıp almama konusunda teredütte bile kaldık. Zirveye birkaç metre kala başımın üstünde süzülerek geçen bir kartalla çarpışıyorduk neredeyse. Asıl sürprizi ise zirveye vardığımızda yaşadık. Aşağıdan sipsivri gözüken Bulut Tepe’nin zirvesi yayvan ve oldukça genişti. Birkaç yüz metre uzağımızda, kuzey tarafında fırtınalar kopuyor, bulutlar dağa çarpıp geri dönüyorlardı. Ayder Yaylası'na doğruBuluttan sonra bu dağların en yüksek zirvesi olan Kındevul Tepe’ye tırmandık. Aynı adla anılan dereyi takip ederek, Bu bölgenin Ayder Yaylası’na en yakın geçidi olan, Kındevul aşıtına vardık. Bu noktadan sonra bazen kaya tırmanarak, bazen de yürüyerek zirveye vardık. Kındevul Tepe’nin doğusunda Altıparmak Dağları uzanıyor. Zaten Kındevul Tepe, Bulut Dağları’nın Altıparmak Dağları ile sınırı. Libler Tepe ve biraz daha uzakta Karataş ve Marsis tepelerinin zirveleri bulutların arasında birere ada gibi gözüküyor. Kındevul Tepe’den görünen muhteşem bulut denizi beni milyonlara yıl öncesine götürdü. Günümüzden tam 65 milyon yıl önce bulutların bulunduğu yerler Neotetis okyanusu ile kaplıydı. Okyanusun güneyinde Anadolu, kuzeyinde de Pontid kıtaları bulunuyordu. İki kıta birbirine yaklaşmaya başlayınca okyanus yok oldu ve kıtalar çarpıştı. Tüm bu dağlarda o olayların sonucunda meydana geldi. Yeniden misafirlik...İstanbul’a dönmeden önce yine konuk oluyorum Zorba ailesine. Köyden ilk göçlerin ne zaman başladığını soruyorum Hilmi amcaya. Her zamanki gibi gülerek cevap veriyor: “Çünkü iş çoktu ve çok ağırdı. İnsanlar birkaç balya ot için yüksek tepelerin yamaçlarında dedeleri tarafından yapılmış olan taraçalara kadar giderek, otları biçiyor, kendi haline kuruması için orada bırakıyor ve kuruduktan sonra da aşağıya indiriyordu. Ardından buğdaylar biçiliyor, harmanlanıyor ve öğütülüyordu. Bir yaz uğraşıyor, ancak hayvanların ve insanların kışın karınlarını doyurmalarını garanti altına alıyorduk. Buğday işi biter bitmez 2 bin 400 metre yükseklikte yetişen patateslere geliyordu sıra. Dağların yamaçları oyularak yapılmış taraçalarda ekilen patatesleri çıkarıyor ve kışa hazırlıyorduk. Bir bakkalımız vardı. Mal almak için 35 kilometre yol gitmesi gerekiyordu. Astarı yüzünden pahalıya geliyordu. Zaten ilk terk eden de bakkal oldu mahalleyi. Ama gitmelerinin asıl nedeni bu da değildi. Çocuklarına iyi eğitim veremiyorlardı. Şimdi buradan gidenlerin okuyan çocuklarını toplasan Artvin’e yeni bir üniversite kurarsın. Sen de biliyorsun yolumuz yapılalı henüz beş altı yıl oldu. Daha birkaç sene öncesine kadar İsmail’in oraya katırla iniyorduk. Tüpümüzü, şekerimizi erzağımızı katırla taşıyorduk yukarı. Yani 1960 yıllarından pek farkımız yoktu. Yine yol kapanıyor ve bazen bir ay bile açılmadığı oluyor. Hastalananlar bazen sırtta taşınıyor hâlâ. Yani değişen pek bir şey yok aslında. Şu televizyon çıkalı ben de pek tembel oldum. Artık eskisi kadar okumuyorum.” Ayrılık zorBulut vadisi gitmeye doyamadığım muhteşem bir vadi. Ana vadiye dökülen her bir dere bir başka güzellik barındırıyor. Yaşadığım sürece bu vadiye gitmeye devam edeceğim. Yakında burada bir çalışma daha başlatacağım. Doktoramı yaparken küçücük bir çocuk olan Körahmet köyünden Burcu Kara şu an benim öğrencim. Bitirme projesini bu dağlarda yapmaya karar verdik. Burcu kendi doğduğu yerlerin jeolojik özelliklerini araştıracak. Ancak Burcu gibilerin yetişmesi bile buradaki gerçeği pek değiştirmiyor. Ne yazık ki bir göç daha başladı buralarda. Sekiz yıllık eğitim kararından sonra okullar tek tek kapanıyor. Bölgenin en eskisi Yaylalar köyünün okuluydu, o da bu yıl kapatıldı. Bu yıl okula gidecek sadece beş çocuk var koca köyde. “Her şeyi düşünürdüm de bir zamanlar yoksulluktan olan göçün şimdi okul yüzünde tekrarlanacağını düşünmezdim”diyor Hilmi amca. “Bir zamanlar Körahmet ve Karamolla’da kışın hane sayısı yüze yaklaşırdı. Şimdi ise beş-altı civarında. Onlar da benim gibi yaşlılar.” Yalnız kalan vadi...Hüseyin de oğlunu okutmak için bu kış Çorum’a gitmiş. Bir daha gelir mi bilinmez. Hilmi amca ve onun gibi birkaç kişi ise sonuna kadar direnmeye devam edecekler. Bir zaman sonra artık kimse cov pınarına, şeytan gölüne pikniğe gitmeyecek. Köyden birinin mutluluğunu ortaklaşa paylaşamayacaklar buralarda. Sırayla çobanlık yaptıkları Satelef Yayla’nın düzlüklerinde koyun sesi duyulmayacak yakında. Yayla ise patika üzerindeki diğer yaylalar gibi kısa sürede harap olacak. Bulut vadisinin taş evleri ise ancak yazın bir aylığına konuk edecekler insanları ve tekrar sessizliği gömülecekler. Bir zaman gelecek köye ev yaptıran insanların çocukları da gelmemeye başlayacaklar ve evler bu kez bir insan sesine bile muhtaç olacaklar. Artık Sabiha Gökçen gibi Bulut Tepe’ye meraktan çıkan kimseler de olmayacak. Ne yazık ki kısa bir süre sonra bu muhteşem vadi sadece yazın tatile gelenlerin, ya da dağ geçişi yapanların sesleriyle avunacak. Doğayla bütünleşmiş, adeta onun bir parçası olan insanlar terk ediyor doğayı. İnsanın doğaya yabancılaşması doğanın değil insanın sonu aslında. Çünkü bu yalnızlık doğanın geri dönüşü de aynı zamanda.