Kürşat Bumin
(Yeni Şafak, 7 Ağustos 2012)
Başbakan önceki akşam bir televizyon programında gerçekten de "PKK'dan başkanlık sistemine, Suriye'den cumhurbaşkanlığı seçimlerine, Hatay'daki olaylardan Şemdinli'ye kadar birçok konuda" açıklamalarda bulundu.
Görüyorsunuz, Ramazan ayı da Türkiye'yi kamusal alanda haddinden fazla konuşulan bir ülke olmaktan çıkarmadı.
Okumuşsunuzdur muhakkak, gazetemiz yazarlarından Ayşe Böhürler son yazısında "susma orucu"ndan söz ediyordu. Bu Ramazan'a kadar oruç türünden benim de haberim yoktu. Bu bilgi ile ilk kez Prof. Süleyman Ateş'in Ramazan münasebetiyle Milliyet'te yayımlanan yazılarından birisinde karşılaştım. İlahiyatçı yazar konuya ilişkin şu bilgileri veriyordu: "Fakat bizim dinimizde tam susma orucu yoktur. Yalnız Ramazan'ın son on gününde yapılması sünnet olan i'tikâf ibadeti, bu oruca yakın bir ibadettir. Konuşmak orucu bozmaz, fakat oruçlu iken mümkün mertebe gereksiz sözler konuşmayıp susarak Allah'ı anmak, tefekküre dalmak mendubdur (güzeldir, hoştur)."
Ateş'in bir "İtikaf", yani özetle "dış dünyadan sıyrılmak" ibadeti olarak söz ettiği bu oruç türünün memleketimizin kamusal alandaki konuşmaları bir miktar da olsa sınırlayabileceği umuduyla memnun da olmuştum doğrusu. TBMM "tatilde" olduğu için "Salı konuşmaları"nın ateşli havasından birkaç ay için de olsa kurtulmuş olmanın üzerine "susma orucu"nun getireceği sükunet ile kafamızı biraz olsun toparlayabilecektik...
Ama ne mümkün! Hiç şüphe yok ki bu imkansızlığın haklı birçok nedeni vardı. Ülkenin bugüne kadar "sıfır sorunla" yakın ilişkide olduğu ülkelerin kısa sürede azami sorunlu diyarlar haline gelmesi bir yana, PKK'nın Şemdinli başta olmak üzere Güneydoğu'da (geçenlerde bir yazar haklı olarak soruyordu: Türkiye'nin diğer bölgeleri -Karadeniz, Akdeniz, Ege- makul adlarla adlandırıldığı halde,"Güneydoğu" adının ortaya çıkmasının esbab-ı mücibesi neydi acaba?) başlattığı silahlı mücadele ve askeriyenin buna karşılık geliştirdiği operasyonlar "susma orucu"na riayet edilmesini engelliyordu. Ancak her şeye rağmen bugünlerde de karşılaştığımız konuşma yoğunluğu "susma orucu"nun bu ülkede hiç mi hiç kale alınmadığını göstermesi bakımından güzel bir örnek oluşturuyor diyebiliriz.
Söylediğim gibi Başbakan, karşısındaki gazetecilerin aklına gelen hemen her soruyu cevaplamış bulunuyor. Bu televizyon programında en fazla dikkat çeken husus –bence- Başbakan'dan hakkında açıklama istenen konuların haddinden fazla geniş tutulmasıdır.. Gerçekten de akla gelebilecek hemen her konuyu içeren kocaman bir soru paketi... PKK, Suriye, Irak, İran, medya, Cumhurbaşkanlığı, İlker Başbuğ, Obama, yeni anayasa, başkanlık sistemi, Hilmi Özkök'ün tanıklığı, Dolmabahçe görüşmesi, dünya ekonomik krizi, olimpiyatlar, Karacaahmet'teki cemevi...
Bu konular içinde bir tanesi var ki onu (görüyorsunuz!) sona sakladım. Şu konu yani: Sedat Selim Ay'ın İstanbul Emniyeti'nde terörle mücadeleden sorumlu müdür yardımcısı olarak atanması...
Başbakan'ın konuşmasının dökümünü dikkatle okuduğunuzda hakkında konuşulan konulardan özellikle bazılarına ilişkin yapılan açıklamaların ciddi bir eleştiriye tabi tutulması gerektiği muhakkak olduğunu söyleyebilirz. Ama ben bugün sadece biraz önce anons ettiğim konuya (Sedat Selim Ay konusu) ilişkin açıklamaları gözden geçirmek istiyorum.
Açıkça söyleminin zararı değil yararı olduğuna inanıyorum: Başbakan keşke sözü edilen polis şefinin atanmasına ilişkin yaptığı açıklamalarda bulunmaktan sakınsaydı. Takdir kendilerinin tabii ki, ama keşke medyada "Arkadaşımızı yedirtmeyiz" başlığıyla yer alan son derece kararlı bir cümleyi hiç değilse "susma orucu"nun hatırına kurmasaydı...
Başbakan şöyle diyor:
"Bu arkadaşla ilgili yapılan spekülasyonlar üzerine içişleri bakanlığından bütün dosyalar ve AİHM kararları önüme geldi. Bu arkadaş suçlu olarak görünmüyor, hakkında mahkumiyet kararı yok. Bu yargısız infazdır."
Kendimizi kandırmayalım. "Bu arkadaşla" özel olarak ilgili AİHM ve Yargıtay çıkışlı bir kararın olmadığı doğrudur. Ancak AİHM'den çıkan ve Türkiye'yi mahkûm eden kararda "Bu arkadaş"ın da aralarında olduğu bir timin yargılanmasına ilişkin ciddiyetsizlikten söz edildiğini ve açılan davaların yerel mahkemeler ve Yargıtay'ın marifetiyle zaman aşımına uğratıldığını da unutmayalım. Ayrıca konu "yargısız infaz"dan söz edilebilecek türden de değil. Konuyla ilgili olarak "yargısız infaz"dan söz edilecek ise, bu terim bugün sayıları giderek artan işkence mağdurlarının hikayelerinde karşımıza çıkan korkunç tablodadır...
Başbakan şöyle diyor:
"Aradan 14 yıl geçmiş, bu sürede yazı yazmadılar; hele hele Diyarbakır gibi bir ilde görev yapan bu arkadaşımızla ilgili yazmayanlar, İstanbul'a gelince niye rahatsız oldular bunu sormak lazım. Aradan 14 yıl geçiyor ve şimdi ortaya çıkıyor. Dosyaya baktım; ne hüküm var ne de AİHM aleyhinde karar vermiş. Asıl işkence burada başlıyor. Bazı medya grupları, bazı köşe yazarları yazdı diye terörle mücadele etmiş bir arkadaşımızı onlara yedirmeyiz."
İşkence mağdurlarının 14 yıl susmadıkları bir yana, işkence gören kadınların nihayet, yani kendi içlerinde giriştikleri büyük bir mücadeleden sonra başlarına gelenleri bu derece açıklıkla anlatabilmelerinin aleyhlerinde bir delil olarak sunulmasının savunulur bir yanı var mıdır?
Başbakan şöyle diyor:
'" Çok ilginçtir, ismi geçen bayan terör örgütünün bir mensubu. Ve kendisi pişmanlıktan istifade ediyor... Sonra işkenceyle ortaya çıkıyor. Ciddi tezgahlar var burada. Terör örgütü mensubu olan biri ve teröriste karşı benim polis müdürümü yemeye kalkıyorlar. Kusura bakmasınlar yedirmeyiz..."
Başbakan'ın özellikle arada bir benimsediği konuşma tarzını, üslubunu epeyce tanıyoruz. Ancak hepsi bir yana bu konu bu tarzı-üslubu kaldırır nitelikte midir? Son günlerin bu en ciddi tartışmasında "bayan terör örgütü mensupları" günlerdir söz konusu polis şefi ya da onun emrindeki tim mensupları tarafından nasıl bir muameleye tabi tutulduklarını anlatıyorlar.Toplumun hiç de azımsanmayacak bir bölümünü isyan ettiren bu açıklamaların "ciddi tezgahlar" olarak nitelenmesi çok yaralayıcı çok... Yaralayıcı olmaktan da öte yanlış bir "güvenlik politikası"nın eseri de aynı zamanda.
"Arkadaşımızı yedirtmeyiz"
İyi güzel ama on binlerce insan da "Bedenimizin dokunulmazlığını hiç kimseye yedirtmeyiz" diyor.
Ne olacak şimdi?