Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Departmanı
Yolsuzluk krizi başladığından beri aklımda Haydar Darıcı’nın Sabancı Üniversitesi’nde Leyla Neyzi danışmanlığında yazmış olduğu tezden bir bölüm var. Tez 2006’dan itibaren Terörle Mücadele Yasası kapsamında yargılanan, nam-ı diğer taş atan çocuklar hakkında. Çocuklar Darıcı’nın Adana’da yaptığı mülakatlarda göçü, baskıyı, yoksulluğu, kentteki ve okuldaki ayrımcılığı ve daha binbir dertlerini anlatırken, bir noktada “Büyükler siyasetin ne kadar ciddi bir iş olduğunu anlamıyorlar” diyorlar. Kulağıma küpedir.
Yolsuzluk karşısında sevinen, AKP iktidarının felaketi afişe olduğu diye tebessüm edenlerden değilim. Tam tersine. Bir zulümkar iktidarın daha gözlerimizin önünde çöküşü karşısında Sırrı Süreyya Önder’in deyimiyle memleketin haline efkarlıyım. Bu olanları Tayyip Erdoğan’ın kötülüğü, diktatörlüğü, açgözlülüğü filan ile de açıklayamıyorum. Tayyip Erdoğan ve AKP toplumsal birer vakadır ve hepimizin takkesini önüne koyup nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu, çok uzun yıllardır AKP’den öncesinden beridir, nasıl bir Türkiye’ye rıza göstermiş olduğumuzu düşünmenin zamanıdır. Ne de olsa Türkiye’ye çeteciliği, devletin içinde devleti, devletle işbirliğinde bir medyayı, kadrolaşmayı, kini, nefreti, suç şebekelerini, sermaye-siyaset işbirliğini, AKP getirmedi. AKP’nin tüm bunlara verdiği yeni biçimin nedenleri, nasılları tarihsel ve küresel bağlamda incelenmesi gereken bir mesele olarak karşımızda duruyor. O kadarına burada girmeyelim.
Üstelik Erdoğan gitmemeye niyetli gibi gözüküyor. Bu son derece tehlikeli bir durum. Suriye’ye kadar yolu var. Saddam’ıyla, Kaddafi’siyle, Esad’ıyla; Ortadoğu, gidince başına geleceklerden korkanların, ülkelerini, ülkeleri ile birlikte her türlü değeri yanında götürenlerin topraklarıdır. Şimdilik bu felaket senaryolarını da bir yana bırakalım. Geleceğe umutla bakmaya çalışalım.
Dediğim gibi Erdoğan ve AKP sosyolojik bir vakadır. Bu sebeple Erdoğan’ı ve AKP’yi bu günlere getirenin ne olduğunu iyi tahlil etmek gerekir. 12 yıldır geçen onlarca anti-demokratik yasaya, tutuklamalara, tahribata, doğanın, kentin canına okunmasına, Türkiye’nin bir bina mezarlığı, bir tutukevi, bir haksızlıklar ve adaletsizlikler, bir ırkçılık ve ayrımcılık cehennemine, birbirinden nefret eden bir kutuplaşma, ayrışma nüshası haline gelmesine rağmen Erdoğan’ın ve AKP iktidarının hangi saikle yüzde 50 oylarla tekrar ve tekrar iktidara geldiğini, hangi umutları hangi yöntemlerle kendine bağladığını iyi hatırlamak gerekir. Her şeyi bir “kirlilik” ve “ahlaksızlık” yaftasıyla unutmaya kalkmak, Türkiye’nin başbakanlar mezarlığına bir başbakan daha katmaktan ileriye gitmeyecektir.
Türkiye’nin bugünkü durumu yapısal bir meseledir, bir “sistem” meselesidir. Her on yılda bir, büyük yolsuzluk ve hortumlama vakalarıyla güne uyanmak, birilerinin devran dönünce ortalığa belge saçması, 30 yıldır süren bir savaşta onlarca kez masaya yanaşıp yanaşıp sonra apar topar savaşa yol verilmesi, yakamızı bırakmayan katliamlar ve linçler, uluslararası krizlerden her defasında beceriksizce ve düşmanlıkla ayrılmak ya da Türkiye’nin ekonomisini her on yılda bir yeniden “dönüştürülmesi” gereken bir inşaat sektörüne teslim etmek; Bunlar sadece AKP midir? Ya da bunlar Türkiye’nin kaderi midir? Ve bu döngü nasıl değişir?
Şimdi elimizde çok zor bir Türkiye var. Bir yanda korkunç bir güvensizlik içinde, bunlar hakikaten olmuş mudur olmamış mıdır tedirginliğinde, Kemalistlerin şerrinden, geçmişin hortlamasından, kinden, istikrarsızlıktan, çöküntüden, yoksulluktan korkanlar. Bir yanda dibine kadar bataklığa batmış bir sermaye-siyasa-medya ittifakı. Bir yanda eski seçkinliğine kavuşmaya yeminli her şeyi AKP’nin suçu sayan bilenmiş ve tahammülsüz Kemalistler. Bir yanda 90’ları cakalı ve suç çeteleriyle geçirmiş, AKP döneminde az buçuk çekinerek durulmuş militarist erkan ve onların ırkçılığı. Bir yanda son derece tedirgin Aleviler. Bir yanda ise bir yıldır müzakere bekleyen ve horlanmaktan, dışlanmaktan bıkmış Türkiye’den tamamen umudunu kesmeye meyil eden Kürtler.
Zeynep Gambetti Siyaset ve Yalan başlıklı yazısında bir asırdır yaşadığımız ve şu anda artık iyice gerçeküstü bir hal almış olan yalan dolan ve düşmanlık rejimini siyaset felsefesi açısından bir bağlama oturturken bir yandan da çıkma ihtimalinin ipuçlarını veriyor. Bu çıkışın ancak sırları ve yalanları zorlaştıracak bir doğrudan demokrasi rejimiyle alt edebileceğimiz kanısındayım. Öncelikle hakikatlerin ortaya çıkmasına ve hakikatlerimizi birbirimize anlatabileceğimiz bir barış rejiminin kurulması ve aynı anda iktidarın belli ellerde toplanmasına izin vermeyecek baştan başa bir demokratikleşmeyle.
Ben AKP’yi bir sosyolojik vaka olarak gördüğüm ve Türkiye’nin bir asırlık kaderinin değişebileceğine inandığım için HDP’liyim. HDP barış dediği için. Şeffaflık dediği için. Örneğin bütçeyi halkın katılımıyla yapacağı ve böylelikle yolsuzluğu yapısal olarak zorlaştıracağı için. Halkın kendi hakkında karar vereceği meclisler kurduğu için. İstifa et AKP ve erken seçime git derken bir toplumsal analizi ve bir toplumsal çözümü olduğu için. İçinde ne Kemalizm’den, ne neoliberalizmden, ne milliyetçilikten medet bulamayacak ezilenlere yer verdiği ve böylelikle yeni bir yöntemin denenmesine dair deneyim ve fikir biriktirdiği için. Sır çetelerini bozacak % 50 kadın temsilini başardığı için. Velev ki ibneyiz diye slogan attığı, meclislerinde gençlere en az % 20, LGBTİ’lere en az %10 temsiliyet sağladığı için. Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin hakkını teslim edeceği için. Hakikatlerle yüzleşmeyi belediye seçim bildirgesine aldığı için. Toplumsallaştırılmış hizmet, müşterek alanlar yani birlikte yaşama ve üretme vurgusu olduğu için. Su hakkını, doğa hakkını insan hakkı kadar merkezine almış olduğu için. Dünyadaki tüm anti kapitalist demokratik hareketlerden beslendiği için. Geleceğe yatırım yaptığı için. AKP’den ve Türkiye’nin tüm sistemsel döngüsünden nasıl kopacağını resmen ilan etmiş olduğu için. Güven verdiği için.
Herkesten HDP’li olmasını beklemiyorum. Ama Türkiye’nin kanımca iç savaşa, totaliterizmin her biçimine, öç ve kinin yönetimine, hiç de uzak olmadığı bu günlerde herkesten demokratikleşme ve müzakere sözü bekliyorum. Siyaseti çok ciddiye alıyorum. Ve bir gün mutlaka güzel günler görmek istiyorum. Bilal Erdoğan ve Tayyip Erdoğan’a bir yerden sonra hakikaten gülemiyorum. Milyon dolarların uçuşmasını unutamadığım gibi 90’ları da unutamıyorum. Ne 90’lardaki ölüm oruçlarını, ne de 2012’deki açlık grevlerini unutamıyorum. 2012 yazını ve savaşı da unutamıyorum. Tersane işçilerini unutamıyorum. Asit kuyularını unutamıyorum. KCK tutuklularını unutamıyorum. Merdiven altı tekstil atölyelerinde çalışan çocukları da, taş atan ve cezaevlerinde çürüyen çocukları da unutamıyorum. Roboski’yi unutamıyorum. Ali İsmail’i unutamıyorum. Ama misal Savaş Buldan’ı, Vedat Aydın’ı da unutamıyorum. Herkesin bir durmasını, kasetleri ve lanetleri bir yana bırakıp 100 yıldır süren bu yıkım döngüsü için ciddiyetle efkarlanmasını, takkesini önüne koymasını bekliyorum. Herkesten ayrımcılığa, ayrışmaya, cinsiyet eşitsizliklerine, sırlara, kapalı kapılara, kirli ittifaklara, tekellere, iş güvencesizliğine, yalana, dolana, savaşa, denetimsizliğe son demesini bekliyorum. Türkiye’nin bu büyük rezaletten bir fırsat çıkarmasını umuyorum.