Telesiyej (Taraf, 24 Mayıs 2012)
Sanat galerisinin duvarlarında bir ortak mülkiyetsizlik sergileniyor!
Sokak duvarlarının yüzeyindeki semiyolojik mülkiyetsizliğin, resimde (tablolarda) yeniden üretimi bu çizgiler, bu lekeler, bu yırtıklar ve kabartmalar...
Duvarların sahibi vardır ama duvarların yüzeyinin mülkiyeti yoktur tabiatıyla...
Bu yüzey tarihe, kamuya, klimaya, insanın ve kentin hoyratça eskitmesine, yıpratmasına aittir aslında.
Aynı zamanda insanın içinin her türden dışavurumunun yer aldığı, adeta lekelendiği yaşayan yüzeylerdir bunlar; aşkın, küfrün, isyanın, yalnızlığın, açlığın ve mizahın yerleştiği özgür yüzeyler...
Yüzeyin mülkiyeti yoktur.
Bir zaman tüneli lekesinin, bir çiş lekesinin, bir yapıştırma lekesinin mülkiyeti olabilir mi zaten?
Burhan Doğançay’ın İstanbul Modern’de dün açılan Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı sergisini –henüz açılmadan– özel izinle, bomboş salonlarda gezerken, bunları düşündüm hep.
A’sından z’sine isyana düşmüş bu resimlerde düzen (sistem) altüst edildiği gibi, insanın toplumsal, siyasal, kültürel ötekileştirilmişliği de acılı ve sancılı da olsa netleştirilerek görüntüleniyor. Ve bu resimleri seyredenler de, o ötekileştirilmişlikle kadeh tokuşturabiliyor bence.
Burhan Doğançay, bu kolajlarında ve derinlik izlenimli (olağanüstü üçüncü boyut izlenimli) çalışmalarında, öyle görünüyor ki, resmi değil ama, ressamlığı reddetmiş!
Ressamlığın reddedilmesi de, resme derinlik, yeni boyutlar ve yepyeni manalar kazandırır bana göre.
Bu yüklü manaların içinde maniyersizlik var, çerden çöptenliğin düşündürücü güzelliği var. Basit gibi görünenin safiyane isyanı var ayrıca; rengin ve malzemenin popülerliği var.
Sokağın insanının izi, şatonun efendisinin kibrine karşı sanki! Burhan Doğançay, sokağın insanının izini yeniden yaşatırken, şatonun kibrine baskın yapmış adeta!
Kent duvarlarının yüzeyinin komünal kimliğine karşı, erk’in duvarın mülkiyetini öne sürüp, sanki bir beladan kurtulmak ister gibi duvarı yıkması, ya da yeniden –ama bu sefer başka türlü ve tedbirli– inşa etmesinin ortaya çıkardığı çatışmada, sanatçı misyonu devreye giriyor ve komünün (sokağın insanının) safında yer alarak o yaşayan yüzeyi sanatıyla ölümsüzleştiriyor.
Burhan Doğançay, duvarların devriminin mütevazı bir ressamı bence.
Duvara karşı o, ama yüzeyine tutkun!
Çünkü yüzeyinde mazlumun isyanının –çoğunlukla durum böyle– kaydı var.
Burhan Doğançay’ın, Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı adlı retrospektif sergisinde, 1963’den bu yana gerçekleştirdiği yapıtlar, 14 ayrı dönem olarak değerlendirilmiş: Genel Kent Duvarları Serisi, Kapılar Serisi, Sapak Serisi, New York Metro Duvarları Serisi, Hücum Serisi, Kurdeleler Serisi, Koniler Serisi, Boyacı Duvarları Serisi, GREGO Duvarları Serisi, Formula 1 Duvarları Serisi, Çifte Gerçekçilik Serisi, Alexander’ın Duvarları Serisi, New York’un Mavi Duvarlar Serisi ve Çerçeveli Duvarlar Serisi.
Bu duvarlara Burhan Doğançay usulü baktığımızda, kapıları ve pencereleri de görüyoruz ama onları farklı algılıyoruz; onlara yabancılaşmaktan kurtuluyoruz bir bakıma.
Bu konuda Mevlana’dan destek geliyor: “Kapılar ve pencereler gönülden gönüle, zihinden zihine açılır derler. Ancak, duvarlar olmazsa kapı ve pencerelere de gerek olmaz.”
Burhan Doğançay’ın sanatıyla kapısını araladığı tartışma aslında bir tür “ben kimim?” tartışmasıdır bana göre.
İnsanın iktidarla, sistemle hesaplaşmasının yolunu açan bir tartışma bu.
Aynı zamanda resimden geçerek ulaşılabilecek bir kimlik farkındalığı bu yapıtlar.
Burhan Doğançay’ın resmi, insanı kışkırtıyor!
Duvarda iktidar var, yüzeyine bulaştırmaya çalıştığı bir güç estetiği var ve bu estetiğe karşı duran, onu kapatmaya çalışan sokağın insanının doğal estetiğinin lekesi var.
Bu yüzden büyülüyor, Burhan Doğançay’ın ‘isyan’ı temsil eden resimleri...
23 Eylül’e kadar İstanbul Modern’de.