Çözüm sürecini değerlendiren siyaset bilimi profesörü ve BDP Parti Meclisi üyesi Büşra Ersanlı, “Türkiye’nin siyasi kültürü açısından tek adam tek örgüt olarak bakıp, meseleyi halka yaymadan kendi istediği gibi; en çok koparabileceğini sağlayabilmek için kısıtlı tutulan, halkın meselesi değilmiş gibi yapılıyor. O zaman olay sana bana yayılmıyor. Çünkü öyle gizli ve tek adam tek örgüt, birkaç elit çerçevesinde durursa bu gizli olur ve her detayını bilmezsin, tartışamazsın, öneride bulunamazsın. Oysa ki bu halk için bir barış. Yani sadece Öcalan ya da partinin elit kesimi, Erdoğan ve birkaç bakanın rahat etmesi için istenen bir barış değil” dedi.
Türkiye’nin siyaset bilimi profesörü, BDP parti meclisi üyesi Büşra Ersanlı, Terörle Mücadele Yasası TCK madde 301 kapsamında, KCK operasyonu çerçevesinde tutuklandı. 28 Ekim 2011 ve 13 Temmuz 2012 tarihleri arasında tutuklu kaldı. Ve bu süreçteki anılar, içeride ve dışarıda olan bitenler bir kitaba dönüştü.
Radikal Kitap’tan Müge Akgün’e konuşan Büşra Ersanlı, “Bulut Falı: Bir BDP’linin Cezaevi Tanıklığı” adını verdiği kitabın yanı sıra, tutukluluğu ve çözüm sürecini anlattı.
Büşra sekiz ay Bakırköy Kadın Cezaevi’nde, iki hafta da Silivri Cezaevi’inde yaşadın. Belki bu süreci anlamak için öncelikle şunu sormam lazım. Neden 58 yaşında ilk kez bir siyasi partiye üye oldun ve neden Barış ve Demokrasi Partisi’ni (BDP) seçtin?
Aslında birçok nedeni var ama en önemlisi kadınların siyasete katılımına eşit değer vermesiydi. Onun yanı sıra demokratikleşme, insani değerler ve ilerleme açısından en büyük engel teşkil eden Kürt sorununun çözümlenmesi gerektiğini ve bu açıdan da en gerçek ve değerli örgütlenmenin bu partide olduğunu düşündüğüm, yani Türkiye’de demokrasi için tek umut olarak gördüğüm için. Bir de Türkiye’de özellikle son bir kaç yıldır o kadar fazla yalan dönüyor ki ben gerçek insan ilişkisini o arkadaşlarımın yanında görüyorum. Ve çok rahat ediyorum aralarında. Ama bu söylediklerim partinin sorunları yok, Türkiye’deki birçok rahatsızlıktan onlar hiç etkilenmiyor demek değil. Birçok sorunlar var.
Şöyle bir algı vardır, Türk bir kadın hem de devlet üniversitesinde akademisyen nasıl bir Kürt partisine üye olur? Diğer yandan Kürtler de bir beyaz Türk’ün (sen gerçi kendini “kumral Türk” olarak tanımlıyorsun ama) ne işi var aramızda diyor mu?
Orada da oluyor ama bu takdir ve minnet duygusuyla karışık ifade ediliyor. Sizin gibi insanlar olursa bu sorun çözülür demeyi de biliyorlar. Yani minnet, dayanışma ve sadakat duygusu daha gelişmiş bir halk olduğunu görüyorum.
Bir yanda barış ve çözüm süreci, bir yanda KCK operasyonlarıyla BDP’lileri içeri almak, bir anlamda cezalandırmak bir çelişki değil mi?
Tabii ki çok çelişkili… Bir yanıyla ona darbe gibi. Herhâlde Oslo’daki tıkanmadan dolayı iktidar kavgası yaşayan rekabet hırsıyla gözü dönmüş birtakım insanlar bu durumu engellemek istedi. Ama tutuklamaların sorumlusu “cemaattir” demek istemiyorum. Böyle bir şey olamaz, bunlar tamamen ortaktır. Bir yanıyla aralarındaki mücadelenin patlak vermesiyle ilgili ama esas olarak önemli olan ikinci yanı Türkiye’deki siyasi kültürün devamlılığını ifade ediyor: Nefret söylemi, kendinden olmayanı kenarda tutmak, ezik tutmak, alternatif örgütlenmeyi kabul etmemek, düşman görmek, tehdit görmek. Esas ana çizgi bu.
Bugün “paralel yapı” bambaşka bir şeye dönüştü ama bir süre önce KCK paralel yapı olarak gösteriliyordu sanki?
Evet, sonra gün döndü devran döndü paralel yapı iktidar kavgasında oldukları, ideolojik olarak yakın durdukları insanlar olmaya başladı. Şimdi burada çok büyük hatalar var. Birincisi, KCK ve PKK örgütüyle bizim tutuklanmaların hiç bir alakası yok. PKK ile bağlantılı olarak eskiden tutuklanan insanlar zaten on-on beş yıldır içeride. Bu tamamen şehirdeki partinin yatay örgütlenmesi. Elitist olmayan bir örgütlenme tarzından korktukları ve ürktükleri için bu şehirlerdeki partinin yayılmasını, güç kazanmasını engellemek hem de bu müzakereyi başlatan siyasi iradenin aslında özünde Türk milliyetçisi olduğunu hatırlatmak. Yani o kadar çok katmanlı bir sorun ki bu. Ama sonuca bakarsanız gizli bir örgütle ilişki yok. Herkesin adresi belli, herkesin yaptığı iş belli ve böyle yüzlerce kişi her şehirde içeri alınıyor. Van Belediye Başkanı ve arkadaşları neden içeri alındı? Deprem yaşadıkları ve halkla bağlarını kesmek için alındılar. O insanları tanıyorum ve başka bir açıklamasını bulamıyorum.
Van depremi ve birkaç gün sonra Datça’da tutuklanman, zaten kitap da böyle başlıyor...
Van depremi benim için travmatik derecede öğretici oldu. Çünkü o deprem olduktan beş gün sonra tutuklandım. Bu felaketin nasıl iktidar alanına, menfaatine çekildiğini, insanların acısı üzerinden nasıl popülizm yapıldığını hissederek bizlerin de hiç bir bağlantı olmadan tutuklandığını gördüm. Çünkü savcılıktan gelen tutuklama emrinde PKK Kongra-Gel örgüt üyesi olarak yazıyor. KCK yazsa şehir örgütlenmesindeki öngörülen fikirlere benzediği için, partiyi bu şekilde suçlamak istiyorlar, diyeceğim.
Gizli örgüt üyesi olarak suçlandınız ve içeri alındınız...
Gizli örgüt lafı bir kez çok problemli. Bir kere hiçbirimiz gizli örgüt üyesi değiliz, her birimiz belli bir adreste oturuyor. O gizli örgüt hem PKK hem de Kongra-Gel, onun silahlı kesimi. Komikti ama bunlar komik olduğunu anlar ve vazgeçer diye düşünmedim. Yerel seçimlere kadar birçoğumuzun burada kalma ihtimali var diye düşünmeye başladım. Çünkü partiyi rehin alma dürtüsünün yüksek olduğunu Van depreminden çok net öğrendim.
Bir akademisyen olmana karşın ders vermen üzerinden gitti suçlamalar. Ama bir akademisyen ve sivil toplum aktivisti olarak zaten uzun yıllardır sivil toplum örgütlerinde ders veriyordun...
Evet, zaten böyle bir gelenekten geliyorum. 2004’ten beri yaptığım bir iş. KADER’de yirmi bir ile gidip aynı kitabı öğretmişim. En basit dille, partinin il ve ilçe çalışanlarına yapılan bir eğitimden suçlanmak. Üstelik de vakitsizlikten üç ya da dört kez gidebilmişim. En sonuncusu da Van. Onun da nedeni Van’da sevdiklerimin, yakınlarımın olması. Bunun yanı sıra delil içinde gösterdikleri şeyler on yıl içinde evde biriktirilmiş olan çeşitli pasif konumda olduğum toplantı notları. Birbiriyle bağlantısı olmayan, asla ders notu olamayacak dağınık farklı günlerde alınmış notlar.
Hatta birçoğunun üstünde kimin o cümleleri söylediği de yazıyor. Ben, bir öğretim üyesi Kürt sorunu üzerine çalışıyor, araştırma yapıyor. Ki o zaman, özerklik üzerine çalışıyorum. Nasıl çalışacaktım? Çalıştıklarımı yakacak mıydım? Özerklik çalışırken Demokratik Toplum Kongresi’nin belgelerini okumayacak mıydım? O notları almışlar kanıt olarak. En büyük şokum, ülkede bu kadar demokrasi yokluğu olduğunu anlamam oldu. Bu kadarını beklemiyordum. Elle yazılan fikre dayanan notların bir soruşturma konusu olacağını düşünemezdim. Gerçekten şok geçirdim. Bunlara ders notu demeleri, akademide ayaklandırma için kullanıldığını söylemeleri tamamen grotesk bir şey, daha ötesi olamaz.
Bir devlet üniversitesinde öğretim üyesi olarak iki kez suçlusun, senin görevin devleti savunmak çünkü!
Esas mesele de bu zaten... Emniyete gidiyorum polis bana, “Bu koltukta ne paşalar oturdu” diyor. Bunun paşayla ne ilgisi var. Onlar zannediyor ki, ordu, üniversite, her kurum hükümetin emri altındadır. Zaten son YÖK’le gelen disiplin yönetmeliği de hâlâ öyle düşünüldüğünü gösteriyor. Devlete hizmet eder. Vakıf üniversitesi de piyasaya hizmet yoluyla devlete hizmet etmelidir. Bilim dünyası bilginin üretildiği alan. Onun vazifesi eleştirel olmak, toplumsal sorunları çözmeye yardımcı olmak. Bu iki vazifesini ifa etmedikten sonra üniversitenin ne anlamı var?
Genç bir üniversite öğrencisi olarak 1972 yılında düşünce suçuyla tutuklanıyorsun, kırk yıl sonra yine şekilde hapishane macerası, hiç mi bir şey değişmedi bu ülkede bunca yıldır diye hayal kırıklığı yaşadın mı?
Evet, çok şey benziyor ama bu duvar daha da kalınlaşıyor. Hapiste duvarların arkasında olmak zaten büyük bir acı ama bu duvar daha da acı. Demokrasi varmış gibi ama daha çok yok. İletişim kuramayacağın derecede vicdansız bir rejim kendini ileri demokrasi diye adlandırıyor. Şeffaflık sıfır, ifade özgürlüğü, bilimsel özgürlük sıfır. Yaratıcı emek nasıl ortaya çıkacak. Mizah patlaması olur ve gezide de oldu zaten.
Daha geçen gün Hrant Dink’in kapısının önüne gittiler ve “Biz bu ölümü uygulamada haklıyız”ı ifade eden bir pankart taşıdılar. Bu, hayal kırıklığı ve korku ötesi bir şey Müge. Bugün hâlâ o pankartla gazetenin önüne gitmeye birileri cesaret edebiliyorsa bu çok ürkütücü bir şey. Suyu, ekmeği, çocuklarımızın gittiği okulları paylaşıyoruz. Nedir bu nefret söylemi, ne oluyor yani. Devlet vatandaşının bir kısmına, “Bunlar öldürülmeye de hapse atılmaya da müstahaktır” diye bakıyor. Böyle demokrasi mi olur?
Çözüm sürecinin yapılış yöntemine bakınca ne görüyorsun?
Türkiye’nin siyasi kültürü açısından tek adam tek örgüt olarak bakıp, meseleyi halka yaymadan kendi istediği gibi; en çok koparabileceğini sağlayabilmek için kısıtlı tutulan, halkın meselesi değilmiş gibi yapılıyor. O zaman olay sana bana yayılmıyor. Çünkü öyle gizli ve tek adam tek örgüt, birkaç elit çerçevesinde durursa bu gizli olur ve her detayını bilmezsin, tartışamazsın, öneride bulunamazsın. Oysa ki bu halk için bir barış. Yani sadece Öcalan ya da partinin elit kesimi, Erdoğan ve birkaç bakanın rahat etmesi için istenen bir barış değil.
Sanıyorum yapıyı en çok mektuplaşmalar belirledi. İçerden dışarıya, dışardan içeriye olduğu kadar içerden içeriye olanlar beni çok etkiledi okurken...
Bana yazanların çoğu tanımadığım insanlardı. Günlük tutmaya ablam Sırma’nın teşvikiyle 1 Ocak 2012’de başladım. Aslında daha çok roman okuyup daha çok edebiyat eleştirisi yapmaya ruhum daha yatkındı. Ama bu kaydın tutulması gerektiğini düşündüm. Gerçek savunma gerçeğin ta kendisidir.
Yargılanma süreci devam ediyor mu? Savunma hazırladın mı?
Evet, nisanda mahkeme var. Savunmam hazır ama psikolojik olarak kime neyi savunuyorum bilemiyorum. Aslında mahkemelerin bize kendini savunmaları lazım. Neden bu insanları tutukladılar, adresleri, ne iş yaptıkları belliyken öyle suçlamalar var ki, “Partinin seçim çalışmasına katılmış” diyor. Demek ki PKK’li diyor. “Yurtdışına çıkmış demek ki PKK ile görüşüyordu” diyor. Ama dürüst olmam gerekirse ne yapacağımı bilmiyorum, avukatlar da bilmiyor.
Peki bir BDP’li olarak senin beklentilerin neler ve nasıl bir çözüm istiyorsun?
Türkiye merkezi olarak yönetilemiyor. Bu Tekirdağ için de, Antalya ve Çanakkale için de böyle. Burası çokdilli, çokkültürlü, çoğul düşünceli, farklılık açısından zenginliği çok yüksek olan bir ülke. Hem bu nedenle hem de bu kadar devasa bir ülkenin bir merkezden yönetmenin zor olduğunu hatta yönetilemediğini görmüş bulunuyoruz. Dolayısıyla halkını küçümseyen bir yönetim olmak yerine eşgüdümü sağlayan bir yönetimin olmasını istiyoruz.
Bu nasıl olacak?
Bölgesel olarak insanların kendi kültürüne, tarihine göre örgütlenmesiyle. İzmit’te bir depremden sonra en çok gelişen belediyecilik orada oldu. Özerklik konusunda çalışan çok insan var, bir tanesi İlhan Tekeli mesela, Sema Erder var. Bunlarla oturur planlarsın, yörelerin istatistiklerini verilerini alırsın, talebe bakarsın. Sonra o yörelerde insanların kendilerini yönetmesine, kendi vergilendirmesini yapmasına imkan sağlarsın. Bunun başka yolu yok.
En son TEPAV’ın verdiği istatistiklere göre okuma yazma, okullaşma, lise bitirme oranı en düşük olan iller Kürt illeri. Demek ki oraya gerekli ilgi gösterilmemiş. Ve ana dilde eğitim olmadığı için kabul ettirilememiş. Psikolojik gerilim de var aynı zamanda. Fakat kadınlar en çok yerel yönetime Tunceli, Mardin, Hakkâri ve Şırnak’ta katılıyor. Hangi genellemeye koyabilirsin? Eğitim düzeyi arttıkça kadınlar politikaya katılır diyemiyorsun. Dolayısıyla özgün yapılar var. Eşitlenmeyi zihinsel olarak bilmeyen bir toplumda yaşıyoruz. Kamu alanını paylaşmayı öğrenmeden bir adım ileri gidemeyiz. Bu paylaşmayı öğrenmenin yolu, kadınların katılımı yerel özerklikten geçiyor.
Belki de tüm geçmişimizle hesaplaşmamız gerekiyor...
Evet, biz bu nefret söylemişini en çok İstanbul’da Hrant Dink’le yaşadık. Geçmişimizle hesaplaşmaya 1915’ten başlamak zorundayız. Kendi vatandaşına, senin için demokrasi mücadelesine el vermiş bir insana bu kadar nefret duymaya ne hakkın var? Kim besledi bunu diyoruz, eğitim sistemi çıkıyor ortaya. Ermeniler, Kürtler, Aleviler... Liste uzayıp gidiyor. Hepsinin bu toprakların inşasına katkısı var. Hepsinin elini sıkı sıkıya tutmalıyız ama yan yana ve eşit olarak.