Gazeteci Mustafa Dağıstanlı, "Medyanın Mutfağından Sansür ve Otosansür Hikâyeleri" alt başlığıyla bir kitap hazırladı. 5 Ne 1 Kim? adlı kitapta Dağıstanlı çoğunlukla, çalıştıkları medya kuruluşlarında sansüre ve baskıya maruz kalan, otosansüre zorlanan gazetecilerden dinlediklerini aktarıyor. Sansür ve otosansürün yanında "cehaleti" sorguluyor. Sansürün cehaleti her zaman beraberinde getirdiğini düşünen Dağıstanlı, gazeteciliğin vasıfsız bir iş haline getirildiği görüşünü savunuyor.
Kitabı vesilesiyle konuştuğumuz Mustafa Dağıstanlı’ya sansüre direnç göstermenin yollarını sorduk. Cep telefonu kullanmamasının bile bir kabahat olarak karşısına çıkartıldığını söyleyen Dağıstanlı, kendi hikâyesini anlattı.
- Kitapta yaşadığınız ve tanık olduğunuz gazetecilik serüveninizle birlikte kişisel ilişkileriniz iç içe gidiyor. Bu durum kitapta ismi geçenlerin kaygılanacağı bir şey olabilir mi?
Kitabı yazarken kişisel bilgi sayılabilecek hiçbir bilgiyi yazmadım. O anlamda dedikodu malzemesi olabilecek hiçbir şeyi yazmadım. Üstelik bunların bir kısmı meseleyi açıklama bakımından işe de yarayabilirdi. Çünkü kitapta gazeteciliğin nasıl çarpıtıldığını göstermeye çalışıyorum, fakat gazetecililerin kişiliğinin nasıl çarpıldığını da göstermek istiyorum. Roman falan yazsaydım çok daha kolaydı bunu anlatmak; ama işte roman yazacak kadar becerikli değilim. O yüzden o tür işlere tevesül etmedim.
- Ragıp Duran, yazdığı önsözde kitabı bir öfkeyle yazdığınızı söylüyor. Katılıyor musunuz?
Ragıp bana "Önsöze bir bak, itirazın olan yeri söyle" demişti. Ben de "itirazım falan yok, olsa da söylemek istemem" dedim. Fakat belki bunu söylerim. Öfkenin burada kastını aşan bir şey olduğunu düşünüyorum. Öfkeyse, asıl öfkelendiğim zamanlar, çalışırkendi. Kavga etmeden hiçbir yerde çalışmadım.
- Bu öfke nerede yoğunlaşıyor?
New York Times'da da sansür var. Hatta bazı konularda sansürün Allah'ı var. Mesela Filistin meselelerinde daha da ziyade var. Ama yine de burayla oradaki gazetecilik zanaatini karşılaştırınca arada bariz bir fark görürsün. Buradaki düpedüz aptallık boyutunda. Öfkem asıl sansür ve otosansürle ilgiliydi, fakat bir zincirin halkaları gibi öbürlerini de kollarına alıyor. Ragıp'ın dediğine dönersem, şu bakımdan haklı: Bu, birikmiş öfkenin sonucunda yazılmış bir kitap. Öfkelenmeseydim bu kitabı yazamazdım, ama kitabı öfkeyle yazmadım.
- Bu öfke sadece sizde mi var? Bu konuda kendinizi yalnız hissediyor musunuz?
Hiç yalnız hissetmiyorum, meyhane masasında! Onun için sık sık meyhaneye gidiyorum. Gazetecilerin çoğu, yakın arkadaşlarım da var, bir kısmını kitapta yazdım. Meyhane masasında konuşunca, ooo tamam. Aynı senin gibi konuşur. Senden daha fazlasını da söyler. Fakat ertesi gün işe gittiğimiz zaman, meyhanede kızdıkları, küfrettikleri, eleştirdikleri şeyleri yapar çoğu ya da yapmasalar bile göz yumarlar.
- Peki sizinle gazeteciliğe sahip çıkmadığını düşündüğünüz gazeteciler arasındaki fark ne?
İktidar önemsiz bir şey değil. İlle de siyasi iktidar olmak zorunda değil. Sözünün dinleniyor olması bile bazıları için önemli olabiliyor. Fakat sözünü ancak ekonomik bir kazanç, satın alma, satın alınma ilişkisi sayesinde ya da bir konuma geldiğin için dinletebiliyorsan, o bulunduğun yerdeki iktidara karşı söyleyecek bir sözün yok demektir. Bunu gördüğüm için söylüyorum.
Şöyle anlatayım: Yayınevinde çalışırken (NTV Yayınları) bir problem çıkmıştı. İşi bırakayım diye düşünüyordum, para pul işleri de vardı. Enis Batur yayınevinin danışmanıydı. Enis devreye girdi bir şekilde, Cem'le konuşmuş falan. Enis aradı şunu dedi: "Mustafa bir kere şunu bil" dedi, "şu müessesede, 800-1000 kişi çalışıyor, diyorlar, senden başka bir Allah'ın kulu yok ki, Cem'in odasına girecek ve senin konuştuğun gibi konuşacak." Benden rütbeli insanlar vardı orada, ancak benim gördüğüm de buydu. Bir itiraz gördüğümü, duyduğumu hatırlamıyorum. Fakat belki uluorta konuşmuyorlardır da, sonra birebir konuşuyorlardır, o olabilir bilemiyorum.
- Kendi açınızdan doğru gazeteciliği tarif ediyorsunuz, ama gazetecilik hakkında benzer düşündüğünüz insan sayısı az...
Burada bir Guardian çıkarmayacağımızı biliyordum, karamsardım hep, ama ümidin bir anlamda rüşvet olduğunu düşünürüm. En ümitsiz anlarda bile elinden gelenin en iyisini yapmak gerektiğine inanırım. Elimden ne kadar geliyorsa ve ne kadar kavgasını verebiliyorsam bunu yapmaya çalıştım yıllar içinde. Bunu yaptığım için de galiba her yerde kendime özerk bir alan yaratmayı başardım. NTV'den atılırken bile Cem Aydın, NTV Yayınları için “Burası senin özerk alanın gibi” dedi. Kendisi de bir anlamda bundan memnundu.
- Madem orası özerk alandı ve sıkıntı yoktu, neden atıldınız o zaman?
Sıkıntı yok değil, her zaman vardı. Cep telefonu kullanmamam da sıkıntıydı. Cem söyledi bir kere, "Abi bilmem ne ama sen de cep telefonu kullanmıyorsun."
- Ne demek istemişti?
Başıma buyruk davranıyorum falan filan. "Fakat abi sen de cep telefonu kullanmıyorsun." Cep telefonu kullanmamam bir kusur, bir kabahat, bir suç olarak söylendi bana Cem Aydın tarafından.
- Neden bu kadar önemli cep telefonu?
Diyelim ki bana ulaşılamadı, kaldı ki ya ev numarasından ya da gittiğim meyhanenin numarasını bırakırdım, ondan ulaşılabilirdi. İkincisi ben dış haber masasına güveniyordum, bir tek ben değildim o işi yapan. Evet, ben onlardan tecrübeliydim ama benim onlardan fazlalarım olduğu gibi onların da benden fazlası vardı. Ben olmasam da o işin yürüyebileceğini düşünüyordum. Zaten böyle olmazsa büyük bir problem var demektir. O tek adam sistemi aynı zamanda bi kontrol sistemidir. Bir dış haberler masasının da Allahı olmayı önemseyen insanlar var. İşte o zaman seni bilmem kaçıncı Allah ya da havarisi yerine koyup öyle kontrol eder. Sana belirli imkânlar bahşeder. O şu demektir aynı zamanda: Abi sen burayı kontrol et.
- Althusser'in eşini boğduktan sonra ya da başka birçok yazarın daha sonra yaptığı gibi bir suçla ya da geçmişle yüzleşmek gibi motivasyonunuz var mıydı kitabı yazarken? Ve de kitabı bitirdiğinizde sizi tatmin etti mi bunları yazmak?
Althusser'e haksızlık etmek istemem, ama ben gazeteciliği boğduğum için yazmadım bu kitabı. Birileri boğduğu için yazdım. Birileri gazeteciliği boğarken ben de boğuldum ya da benim gibi gazeteciler de boğuldu. Tatmin etti mi? Benim adım yazıyor, ama bu kitabın kolektif bir kitap olduğuna inanıyorum. İsmini veremediğim birçok kişiyle konuştum, (isimlerini veremiyorum başları belaya girmesin diye) o insanlar bunları bana anlatmasaydı bir tek benim anlatacaklarım olurdu. Bu da bir şey, ama daha fazla kişi konuşsa, (konuşmak istediğim bazı insanlar -bunların bir kısmı yakın arkadaşım- konuşmak istemediler) daha zengin bir içerik sunabilirdim. O zaman benim için de, okur için de daha tatminkâr bir durum olurdu.
Mesela bugün Türkiye gazetelerinde çıkan herhangi bir haberin iyi bir İngiliz gazetesinde yayınlanabileceğini sanmıyorum. İyi bir ingiliz gazetesinde yayınlanabilecek hiçbir haber bugün gazetelerde yok bence. Bunlarla uğraşmak istiyorum, ama burası büyük bir gayya kuyusu ve neyle nasıl uğraşacağımı bilmiyorum.
- Kitabınızın haberini yazacak olsanız kitaptan hangi olayları öne çıkarırsınız?
İyi ki gazeteci değilim, çünkü bu kitabın merkez medyada haber yapılması gerektiğini düşünürüm, fakat o büyük medya bu kitabı haber maber yapmayacaktır. Bir sessizlik perdesiyle gömmeye çalışacaklardır.
Beni en çok etkileyen olay; Gezi sırasında alanda çalışan muhabirlerin haleti ruhiyesini merak ediyordum ve her konuştuğum kişiye de bunu sordum. İnsanların orada yaptıkları işe saygısı yoktu ve hepsi çok mutsuzdu, en azından böyle söylediler. Kanalların yayın politikasına, sansüre, otosansüre karşı bir şey yapamıyorlardı. Fakat rahatsız da olmayabilirlerdi. Rahatsız olmasalardı eğer boku yemiştik. Yeni gazeteciler geliyor ve bunlar iyi örnek görmüyorlar, en azından orada deneyimli gazetecilerin ölesiye rahatsızlığını görürlerse bence bu da öğretici bir şey.
Kitapta önem verdiğim bir diğer olay tarafsızlıkla ilgili bir şey. Akif Beki, 2008’de galiba, o zaman Başbakan'ın danışmanı, Cem Aydın NTV Genel Müdürü. Cem'i arıyor, ben de odadaydım. Cem, Akif Beki’ye şöyle diyor: "Zaten taraflıyız, sizin tarafınızdayız, taraflı yayın yapıyoruz, hükümeti tutuyoruz, sadece tarafsız görünmeye çalışıyoruz. Bu sizin işine gelecek bir şey, bunu niye anlamak istemiyorsunuz?"
Bu medya tarihine geçecek kıymette bir anekdot bence. Yanlış bir şekilde kutsallaştırılan tarafsızlığın nasıl gerçeği saklayabileceğini gösteriyor. Ve Cem aslında onu itiraf ediyordu.
- Cem Aydın'ın taraftarı olduğu iyi gazeteciliği yapmasının mümkün olmadığını, çünkü “iktidara karşı durmadan”, “karakterli olmadan” iyi iş yapmak istediğini yazmışsınız. Oysa yine NTV'de çalışmış ve sizin gibi kovulmuş olan Çiğdem Anad, Medyaradar'a verdiği söyleşide Cem Aydın'ı NTV'de gazeteciliğe sahip çıkan kişi olarak anlatıyor.
Cem aslında çok şey anlatan bir karakter. Bir yerden bir yere gelmiş bir adam.
- Nereden nereye gelmiş?
Şu iyi bir örnek: 1989 1 Mayıs'ı olduğu zaman ben Güneş Yayınları diye bir yerde çalışıyordum. Dergi çıkartıyorduk. Bir de bir gençlik dergisi çıkıyordu, Boom diye. Cem de bu dergilerde çalışan gençlerden biriydi. O zaman hukuk fakültesinde okuyordu. 89 1 Mayıs'ı şiddetli geçmiş bir 1 Mayıs'tı. Yayınevi Harbiye'de idi. Taksim'de gösteriler vardı. Bizim gençlik dergisindeki gençler de ilgilendiler bununla ve haber yapmak için Taksim'e çıktılar. Kurşun filan sıkıldı. Ölen oldu mu hatırlamıyorum, ama yaralanan oldu. Cem'in heyecan içinde yayınevine gelip sonra tekrar gidip, yani nasıl bir gazetecilik heyecanı duyduğunu bunu yazmak, haber yapmak için nasıl debelendiğini iyi biliyorum. Şimdi aynı Cem, Gezi olayları başladığında, tamam ilk başta anlamadın, 27'sinde anlamadın, 28'inde anlamadın, 29'unda anlamadın... Meşhur cuma akşamı anlamadın... O özür konuşmasını çarşamba günü, yani bir hafta sonra yaptı. İşte nereden nereye geldiğini gösteriyor bence. Sonra da özür diledi, eyvallah. Ama bu 24 senede bir şeyler oldu. Birden buraya atlamadı. Cem gibi NTV'nin kendisi de adım adım Gezi'yi vermemeye doğru evrildi. Cem 2000'lerin ortasında hâlâ şöyle diyordu: "Abi biz bu işin yanında bir de dergi mi çıkarsak kafamıza göre?" Bu şu demek, yaptığı işin kafasına göre olmadığını düşünüyor. Fakat bir yerden sonra, o işlerden vazgeçti.
Ama şunu da söylemek lazım: Cem Aydın NTV'de olmasaydı, orada işe de başlayamayabilirdim. Herhalde 3,5 sene dış haberlerde duramazdım. Belki üç ay bile duramazdım. O tamamen Cem'le alakalı, Cem'in hakkını yememek gerekir. Cem NTV'nin en başındaki kişiydi ve en tutucu olması beklenen kişiydi, ama öyle değildi. Kitapta bir haber toplantısını yazdım, “terörist” kelimesiyle ilgili. Çatır çatır tartıştım. Hiç makul şeyler söylemiyordu bence, komik şeyler söylüyordu. Fakat “bunu tartışmamız gerektiğini ve beni ikna etmesi gerektiğini” düşünen ve bunu söyleyen tek kişiydi. Onun altındakiler, ondan daha tescilli solcular falan mesela, öyle bir şey demediler.
- Kitapta Türkiye'de medyada cehaletin büyük bir sorun olduğu görüşü sık sık yükseliyor…
Aslında daha fazla cehalet örneği vermek isterdim. Sansür ve otosansürle doğrudan alakalı bir şey cehalet; çünkü sansür, cehaleti beraberinde getirir.
İngilizce basını biliyorum, orada bayağı bir uzmanlaşma var. Mesela Türkiye'de dış haberler editörü varken, BBC'de dış haber editörünün yanında bir de Ortadoğu editörü var. Çünkü Ortadoğu'da o kadar karmaşık işler var ki, onunla ayrıca ilgileniyor olmak gerekir. Afrika için filan da böyle... Üstelik BBC'nin Kudüs'te, Beyrut'ta, Şam'da her tarafta muhabiri var. Buna rağmen bir de Ortadoğu editörü var. Bu editör dediğimiz şey bilgili insan. Bütün gazetecilik, zaten böyle bir şey.
Cehalet dediğimiz şey önyargılar için bir cennettir. Bu memlekette Tolstoy'un Müslüman olduğunu iddia eden bir kitap yazıldı ve en az bir milyon sattı. Buna bir cevap kitabı çıktı, “hayır canım böyle bir saçmalık olamaz” diyen. Üç bin bile satmadı.
Verdiğim cehalet örneklerinden biri şu: NTV Kültür Sanat Şefi, Sezai Karakoç'u bilmiyor. Sezai Karakoç herhangi biri değil, herhangi bir şair değil. Cumhuriyet döneminde Türkçe'nin en önemli şairlerinden biri. Ve şu an yaşayan en büyük bir-iki şairden biri. Fakat onu bile bilmiyor.
- Bugün bu değerler değişmiş olabilir mi? Bu ölçüde kimse bilmiyorsa en önemli şair olmaktan çıkmış olabilir mi?
Hayır, olamaz. Nazım Hikmet'i bilmemek gibi bir şeyden bahsediyorum. İngiltere'de bir gazetecinin, Harold Pinter'ı bilmemesi gibi bir durumdan bahsediyorum.
- Peki şu an Türkiye'de Sezai Karakoç'u bilmemek ayrı bir ilgi gerektirmiyor mu?
Şurada haklı olabilirsin: Zaten Sezai Karakoç'u lise bitiren her öğrenci bilmek zorunda. Sezai Karakoç ayarında bir şairi İngiltere'de liseyi bitiren her öğrenci bilir.
- Gazeteciliği biraz aştık…
Evet, aştık. Fakat kültür-sanat editörünün bunu bilmemesi? Kitapta yazdım: Toplantıda adını hatırlayamıyor da, kimdi diye kâğıda bakıp okuyor. Olamaz böyle bir şey. Üniversitede seçmeli bir ders veriyorum. Bazen orada sorup da öğrencilerin bilmediklerini görünce şaşırıyorum. Fakat üniversite öğrencisi ile gazeteci arasında hiçbir fark yoksa bu bakımdan, zaten iş bitmiş demektir.
Habere gelelim. Başbakan konuşuyor. "Başbakan bilmem ne dedi” diye yazıyorlar. Burada bir muhabirlik yok ki. Başbakan'ın ağzından çıkan şeyleri bazen olduğu gibi veriyorlar, bazen de bazı yerleri atlıyorlar çok uzun olduğu için. Bu gazetecilik filan değil.
Hep şunu söylerim: Başbakan'ın ya da Allah'ın söylediği şey haber değildir. Haber gazetecinin yazdığı şeydir. Başbakan ne kadar önemli şeyler söylerse söylesin, onun bir haber değeri vardır; haber o değildir. Eğer haber Başbakan'ın söylediği şey olursa, o zaman propaganda yapmaktan başka bir yere gidemez. Zaten öyle olacaksa getir bir ortaokul öğrencisini, “Başbakan şunları dedi iki nokta üst üste” diye onları yapar. TV'ler ne yapıyor? Canlı yayın diye veriyorlar onu. Arada bir süzgeç yok, başka bir laf yok. O zaman seyirci ile gazeteci arasında nasıl bir fark oluyor? Hiçbir fark yok ki.
- Yaklaşım farklılaşmış olabilir mi? Mesela kültür-sanat servisleri artık Justin Bieber'ı takip edip, onunla ilgili bilgiye sahip olabilirler mi? Ya da haberin ağırlık merkezi kaymış olabilir mi?
Bütün dünyada okuma oranları Türkiye'den fazla. Ne bileyim İngiltere'de, Rusya'da, Fransa'da şurada burada... Fakat yine de insanların çoğu gazete ve TV'lerden besleniyor. Oralarda iyi bir gazetenin okuru kesinlikle kültürlü biridir, iyi bir eğitimden geçmese bile. Niye? Çünkü iyi bir gazeteyi yapan gazeteciler bilgilidir de ondan.
Cahit Arf'ı bilmeyen matematikçi var mıdır diyeceğim, ama Türkiye'de vardır herhalde. Ama olmaz! Heidegger'i bilmeyen felsefeci olabilir mi? Felsefe dergisi çıkarıyorsun, Heidegger'i bilmiyorsun. Olmaz yani.
- Kitapta sansürü, sansüre uğrayanlardan dinlemişsiniz. Neden uygulayanları da dinlemeyi tercih etmediniz?
Bu önceden düşündüğüm bir şey, sonuçta çıkan bir şey değil. Şunu düşündüm: Cem Aydın'a mail atsam mı? “Şöyle bir kitap yazıyorum söyleyecek bir şeyin varsa dinlemeye, yazmaya hazırım” diye. Hakkını yiyorum belki, ama anlatmayacağını düşündüm.
Emir verenler, isim vereyim Ferhat Boratav, Cem Aydın, Kemal Can, Ömer Özgüner, Yetvart Danzikyan her neyse, bunların zaten söyleyecek kürsüleri her zaman var. Cem Aydın çıksa, “şunları anlatıyorum” diye bir kitap yazsa, benim şurada kıçımı yırtarak, bir buçuk sene uğraşarak yazdığım kitabı bir ayda yazabilir. Benim yazdığım kitaptan bin misli ilgi çeker ve bir milyon misli de faydalı olur gazetecilik için. Cem Aydın “anılarımı yazıyorum” dese bence bu çok kıymetli bir şey olur. Bana ihtiyacı yok.
- Peki gazetecilik hayatında siz hiç mi hata yapmadınız? Ya da hayıflandığınız bir şey olmadı mı?
İşte bu kitabı yazdım, istediklerini söylesinler. Ne diyeyim? Meslek hayatımda istediğim her şeyi yapamadım, buna hayıflanırım. Fakat istemediğim hiçbir şey yapmadım. Aklımın yatmadığı bir tane bile iş yapmadım. Zaten öyle olmasa bu kitabı yazmaya yüzüm olmazdı.
- Peki kendi yazdığınız haberin İngiliz medyasında yayınlanabileceğini düşünüyor musunuz?
Ben muhabirlik yapmadım, hep editör olarak çalıştım. Muhabir olmak için gereken meziyetlerin pek azı bende var.
Şöyle bir örnek vereyim: Friedrich Engels, İngiliz İşçi Sınıfının Durumu diye bir kitap yazıyor. Şaheser diye kabul edilen bir kitap. Engels, Manchester'a gidiyor, orada vakit geçiriyor. Guardian'a haber de yazıyor. Zaten Guardian'ın eski adı Manchester Guardian. Oradan çıkan bir gazete. Fakat o kitabı yazarken en çok kullandığı referans Guardian gazetesinin haberleri. Karl Marx'ın yere göğe sığdıramadığı bir kitaptan bahsediyoruz. Bu kadar önemli bir kitabın neredeyse bütün referansları Guardian gazetesinin haberleri. Haberin kıymetini görmek için söylüyorum. İşte orada o haber var, burada da bu haber var. Mesela Şerif Mardin bir şey yazacak, Star gazetesinin haberlerini mi kullanacak? Olamaz. Oradan bir gerçek çıkamaz.
- Kitapta değinilmiyor ama gazeteciliğin birlikteliği, örgütlülüğü bu konularda önemli değil mi?
Muhakkak önemli. Sendika denilen şey önemsiz değil. Sendikasız ya da bu kadar güçsüz sendikaların olduğu bir ortamda da bir şeyler yapılmaya çalışıldı. Daha önceden Gazeteciler Meclisi kurulmaya çalışıldı, toplantılar yapıldı ama bir yere varmadı.
Sonuç olarak mücadele alanı mitingler ya da Gazeteciler Meclisi toplantıları değildir. Onlar yapılmasın demiyorum, yapılsın. Ama asıl mücadele alanı Tuğrul Eryılmaz'ın Gezi sürecinde bir toplantıda söylediği gibi, gazetelerin içidir. Sendika belki de en önemli araç bu konuda. Ama Gezi'yi düşün; insanların burasına geldi ve birden bir kalkışma oldu. Ancak gazetecilerin bir türlü burasına gelmiyor.