Barış Acar
[email protected]Günümüzde genel olarak sanatın, özel olarak çağdaş sanatın başat problemi nedir diye sorulacak olsa, tereddüt etmeksizin “gazetecilik” derdim. Özel olarak çağdaş sanatı ayırırdım, keza çağdaş sanat bu problemi yıkıcı bir biçimde yaşıyor. Onu “güncel”i zorlayan yapısıyla gündelik yaşantının içine sızma girişimi olarak değerlendirirsek ne demek istediğim daha rahat anlaşılacaktır. Bir ayağı gündelik olanın arkeolojisini yaparken, öbür ayağı moda ve magazine takılıyor çünkü. Güncellikle ilişki kurmanın en hızlı biçimi hâlâ “gazete”de görüldüğünden gazeteler de çağdaş sanat uzmanlarıyla dolup taşıyor. İnternetin olanaklarının farkında olmayan, blog yayıncılığı vb. gelişmeleri takip etmek yerine CV’lere eklenecek basılı kağıt arayanlar için “gazete” tek seçenek gibi görünüyor.
Sanat Tarihinin Hayaleti Üniversitelerin edebiyat bölümlerinde bir köşeye sıkışmış, kurumsal olarak tasfiye olmanın eşiğinde duran sanat tarihinin yerine bugün gazetecilik konuşuyor. Belirlemeler yapıyor, manüpile ediyor ya da görmezden geliyor.Bunun suçu kimde? Sanat tarihçisinin, pozitivizme bilimsel rüştünü ispatlamak adına, malzemeye gömülmesini gözden hiç kaçırmamak lazım. Yaşamı ve eleştiriyi terk ederek kendini kurumsal duvarlarının içine sımsıkı kapadığından beri akademiden fayda beklemek zor görünüyor. Sanat tarihi şimdi tozlu raflar arasında kendi hayaletini arıyor. Ancak sorun bu kadarla sınırlı değil.
Eleştirinin kalbi olan süreli yayınların bugünkü durumu ne?Büyük kurumların prestij üretiminin bir parçasına dönüşmüş ya da sürekli yer değiştirmekten bir hal olmuş yöneticilerinin o anki ruh durumlarına göre şekil değiştiren, parasızlıktan yakınan, okunmamaktan muzdarip, her geçen gün içeriği biraz daha boşalan süreli yayınlar, plastik sanatların sığınacağı en güvenli liman değil. Onlar tanıtım ilişkileri içinde çoktan piyasalaşmış durumda. Öyle değilmiş gibi görünenleriyse kendi aralarında topu çevirmekten memnun. Sürekli egosantrik yönü öne çıkan metinleri yeniden üretiyor oldukları gibi eleştiriye de tümüyle kapalılar. Sonuç olarak, sanat eleştirisinin -eleştirinin her alanında olduğu gibi- alıp başını uzaklara gittiği 20. yüzyıl sonunda bir takım “sanat adamları” (Terry Eagleton buna yüzyıl başındaki gazetecilik patlamasını işaret ederek “edebiyat adamları” diyor) gazetelerin magazin sayfalarına yakın köşelerinde eleştiri görevini sürdürüyor.
Peki, “gazete” kültür ve sanata nasıl bakar?Kültür-sanat alanı gazetelerde magazin boyutu içinde değerlendirilir. Gündemin, politikanın, dünyada ve ülkede olup bitenin uzağında “çerezlik” alanlar olarak görülür. Bu yüzden de sanat yazıları yazanlar ya gazeteye yazı yetişsin, eksik kapansın duygusuyla hareket eder ya da ekmek teknesine hamur yetiştirmek telaşesindedir. Bir üçüncü ve “duygusal” bir nedeni de vardır bunun ya, gazetecilik mesleğine enikonu hakaret etmiş durumuna düşmemek için oraya getirmiyorum konuyu. Eleştirinin tedavülden kalkmasının ilk suçlusu sanat tarihindeki kemikleşme eğimiyse, ikinci suçlu “edebiyat adamı”nın geçen yüzyıl başındaki orta seviye derinliğini bile kaybetmesi. Entelektüel kimliğinin yavanlaşması. Piyasanın elinde her geçen gün daha da çiğleşleşmesi.
Modern’i Çağdaş’tan Ayırmak Çağdaş sanatçı, ilişkilerindeki çarpıklığı daha okul sıralarında ilk elden fark ettiği, modernist ideolojinin yaratısı olan seri üretim bandına oturmak istemiyor. Üslup kaygıları, malzeme zorlukları, bütünsellik vb. problemlerin yerine “güncel”liği geçirmesinin sıkıntısı ise bu noktada ortaya çıkıyor. Seri üretim bandının “insanı soyutlama yeteneğinden ayıran” tanımlayıcı, tasnif edici, tektipleştirici yönüne karşı çıkarken büyük bir zihinsel birikimden faydalanıyor. Baudrillard’ın Andy Warhol’lu 70’lere vurgusuyla “hakiki bir simulakr” üreterek, kendini ele geçirdiğini düşünenleri şaşkınlığa uğratmayı hedefliyor. Ancak bu avangard yönüyle piyasa ilişkilerini bertaraf etmeye çalışırken, söylemler evreninde ancak piyasa onu tanımlıyor, biçimlendiriyor, ondan faydalanıyor. Bu yüzden de aynada izlediği yansısı, çarpık, tatmin olmamış, kirli bir görüntü halini alıyor. Yetmezmiş gibi, “gazete” her geçen gün sanatın alanını daha da baskılıyor. Biraz dikkatli bakıldığında onun sanat tarihinin bıraktığı boşluğu piyasa adına nasıl ikame ettiğini görmek mümkün. 20. yüzyıl boyunca “modern”i tanımlamakla uğraşan sanat tarihinin “tasnif etme işlevi”ni bugün gazeteci yükleniyor. “Çaktırmadan”, hiç de o değilmiş gibi gerçekleştirilen bu faaliyete modernin kalıplarını kırıyormuş, sanatı özgürleştiriyormuş izlenimini de eklenmeden geçmiyor. “Modern”i tefe koyup çalmak eğiliminde öncelikle yeni bir dil yaratıyor kendine. Güzelli çirkinli, bol dedikodulu bu dille sergileri gözlemlemekten “keyif alıyor”, “zevkleri kıyaslıyor”, “keyfi öldürenleri” kınıyor; ona “bildik tekerleme” diyor, berikini “iflas etmiş” ilan ediyor, beğenmediğini ya da gücünün yetmediğini “sanatçıları kafesliyor” diyerek itham ediyor. İç kıyıcı yazılar yazdığı yetmiyormuş gibi üç kuruşluk sanat tarihi bilgisiyle ders vermeye soyunuyor. Saçlarını önüne atarak poz vermeye alışkın olduğundan, açıkta kalan gözünün de eğitimsizliğini örtmek için geçirmiş eline bir değnek dövecek modern arıyor. Çağdaş sanat gazeteciliğe tahvil edilirken sanatçıların, sanat kurumlarının, -hâlâ nefes alıp veriyorsa- sanat tarihinin daha dikkatli olması gerekiyor. “Modern” tek parça değildi. Gazeteciliğin ustaca örtbas etme çabasına karşın “çağdaş” da tek parça değil. Arada devamlılıklar ve sıçramalar var. Kimlikler ve konumlanmalar asıl üzerinde durulması gereken şeyler. Bunu anlamak ve yorumlamak ise, felsefi ve sosyolojik çözümlemeler yapabilmeyi, finans kapitali yorumlamayı bir kenara bıraktım, en azından entelektüel bir kıvrak zekâ ve görgü gerektiriyor.