Füsun Erbulak / Cumhuriyet*
Devasa Cahide Sonku hakkındaki kitapları okumuş, oyunları izlemiştim. Yaptığı zengin evliliği, parasız kaldığında garsona, bahşiş yerine pırlanta yüzük armağan ettiğini biliyordum.
Altan, bana, bir zamanlar kocaman kenarlı şapkasıyla, Beyoğlu’nda dolaşırken, yayaların iki kenara dizilip, Cahide Hanım’ı aralarından geçirdiklerini, Muhsin Ertuğrul ile filmler çekmiş olduğunu ve ne denli ünlü olduğunu anlatmıştı...
Ne yazık ki onunla bir tek kez karşılaşabildim.
Dormen Tiyatrosu’nda
Altan’la evlenmişim (1964), Dormen Tiyatrosu’nda çalışmaktayım. Ses Tiyatrosu’nun arka kapısı (şimdilerde Ferhan Şensoy Tiyatrosu oldu), Abanoz’un (genelev sokağı) az ötesindeydi. Bu evler artık kapandı, ama sokaktaki tüm kapıların üzerlerinde açılan gözetleme delikleri hâlâ duruyor. Amerikan askerleri ülkeye geldiğinde tadilat görmüştü bütün evler... Yıldız Kenter Hoca da, fahişelikle ilgili bir oyununda, rol alacak olanları oraya gözlem yapmaları nedeniyle götürmüştü. Araya ben de sızmıştım. Çoğunun çocuğu bile vardı.
Şakır şakır yağmur yağıyor; hani İngilizlerin gökten kedi köpek düşüyor dedikleri cinsten... Ben kulisteyim. Oyun oynanıyor bir yandan... Eskiden Fransız Tiyatrosu olan Ses’te, genelde yabancı dansözler, oyun sonrası, erkek seyircilerle buluşurlarmış. Hatta içlerinden biri “Ayfer Hanım’ı görmek istiyorum” dediğinde, Ayfer Feray’ı çağırmıştık, ama hiç tanımadığı biriydi. Yani arka demir kapıyı dikkatlice açmak gerekiyordu. Konya’da müzikaller açık saçıklık nedeniyle saldırıya bile uğruyordu, o zamanlar...
Kapıyı araladım. Uzun, karmakarışık saçlı, yüzünde derin hatları olan, maksi bir etek giymiş, sırtında yerlere kadar uzanan yün şalıyla bir kadın duruyordu karşımda... Sırılsıklamdı... İçeri girmesini, kapının arasına ayağımı koyarak engelledim.
- Altan Erbulak’ı görmek istiyorum, dedi.
Hayli sinirlenmişti.
- Ben Altan’ın komşusuyum. Siz kimsiniz, diye sordum.
- Ben Cahide Sonku’yum.
Bayılacak gibi olup kapıyı ardına kadar açtım. Kendimi bir sinek gibi hissediyordum. - Buyrun ablacığım; çok özür dilerim.
İnsan gibi davranmak için, adımı öğrenmen mi gerekti? Sen de oyuncusun, öyle mi?
Onu buyur ettikten sonra koşarak sahne katına çıkıp Altan’ı buldum. Perde arası olmuştu. Aşağıya indi, sarılıp öpüştüler.
- Altan’cığım bana bin lira gerekiyor. Meyhaneye çok borçlandım.
- Ne demek? Daha fazlasını getiririm.
- Sen ne biçim komiksin? Komikler palyaçolar, insan halinden anlar. Sadaka istemiyorum. Yeniden içebilmek için, borcumu ödemek istiyorum.
Haldun Dormen de indi aşağıya... Gayet kibar, mesafeli bir şekilde selamlaştı.
Eğer istersen yeniden birlikte çalışabiliriz; gibisinden bir şeyler geveledi.
Cahit Irgat’la evliyken, Haldun Bey onlarla, küçük sahnede çalışmış.
- Ben tiyatroyla vedalaştım, teşekkür ederim, dedi.
Kızı, ölümünden sonra tiyatrolarda oynanan Cahide Sonku uyarlama ya da denemelerini hoş karşılamamış, engel olmuştu. Son günlerde Fatoş Güney’e miras davası açan, Yılmaz Güney’in kızını da hem anlamak mümkün hem de kanımca oldukça zor.
Cahide Abla çayını içti; etrafı süzdü; oyun resimlerine, duvardaki panoda asılı, yeni oyun düzenlemelerine baktı.
- Hiç kimseyi tanımıyorum artık... Eskiden bunca oyuncu yoktu. Hele kadın oyuncu hiç yoktu. Maşallah pıtrak gibi çoğalmışlar, dedi.
Notumu vermişti
Göz göze gelmek için çırpındım ama bana hiç bakmadı bir daha... Notumu vermişti.
Parayı alıp arka kapıya yöneldi. Dedim ki;
- Cahide Abla’cığım, Cahide Hoca... Ben kendimi çok kötü hissediyorum. İzin verirseniz ziyaretinize gelmek isterim. İnanın duyarsız biri değilim. Ama bu ayıbımı yaşadığım sürece unutmayacağım. Sizden öğrenecek pek çok şeyim var. Gelebilir miyim?
- Senin insan olmak ya da iddia ettiğin gibi duyarlı olmak için, daha pek çok fırın ekmek yemen gerekiyor. Ömrüm kifayet ederse, ki hiç sanmıyorum; o zaman gelirsin. Önce insan, sonra oyuncu olunmalıdır. Nice ünlü ve ne yazık ki iyi oyuncu, insanlık vasfını taşımaz. Kimi belli bir süre, kimi de ölümüne dek... Hızla çıkıp gitti.
Altan, Ayfer Feray’ın evine gizlice girmiş ve odasının duvarını martılarla, bulutlarla süslemiş
1962 yılında Haldun Dormen, Küçük Sahne’den Ses Tiyatrosu’na taşındı. Liseyi bitirmiş, edebiyat fakültesi felsefe bölümünde okuyorum. “Ayı Masalı- Refik Erduran” yazıyor, kapıdaki kocaman afişte... Ayberk Çölok’un önerisiyle içeri giriyor ve inşaat molozları arasında işe alınıyorum. Ailem karşı çıkıyor, ama dinlemiyorum.
“Eğlendiren değil, eğlenen ol” diyor babam... Beni yurtdışına gönderip yönetmen yetiştirmekten söz ediyor.
Acaba duruyor mudur?
Kadroda Ayfer Feray, Nisa Serezli ve Şevkiye May da var.
Güçlü bir oyuncu Ayfer Feray... Dirençli. Bir keresinde Altan’a:
O kadar küçük bir odada yaşıyorum ki, pencereyi açtığımda, karşımda aydınlığın duvarını görüyorum. Hep orada denizi, martıları, güneşi görebileceğim günleri özleyip duruyorum, diyor.
Altan da evinin anahtarını araklayıp, bir matine suare arası odaya giriyor. Kalın fırçasını bir uzun dal parçasına bağlayıp karşı duvara deniz, martılar, bulutlar, bir de kayık resmediyor. Yağmurda akmasınlar diye, üzerlerini fiksatifle örtüyor. Acaba bu resim, o boşlukta hâlâ durmakta mıdır?
Ertesi sabah Ayfer, pencereyi açtığında çılgına dönüyor. “Altan’ın işi bu” diye düşünmeden edemiyor.
“Son Yaprak” öyküsü ile filmini de hatırlıyor. Tiyatroda oyuncular kıskançlık krizleri geçiriyorlar.
“Bizde öyle boşluk falan yok ama duvarlarımıza bir şeyler çizebilirsin” diyorlar.
Ayfer’in başından bir evlilik geçmiş. Bir kız ve bir erkek çocuğa kavuşmuş. Ben tanıdığımda duldu.
Samsun’un ünlü ailelerinden, (yani çok zengin demek oluyor) ünlü birinin oğluyla flört etmeye başlıyor. Ama aile oğullarına,
- O bir oyuncu. Namuslu olamaz. Dilediğin gibi yat kalk, eğlen, ama evlenemezsin, buyuruyor. Samsun’a turneye gittiğimizde, herif onu gezdirir düşüncesiyle, hepimizden çok gece elbisesi getirdi Ayfer... Ama İstanbul’da hemen hemen her gün görüştüğü adamı, Samsun’da hiç göremedi.
Ve Amazon kadınlığı depreşip, çok üzülmesine karşın, herifi terk etti. Onu sözüm ona teselli ederken, Simone de Beauvoir’dan cümleler aktarırken, kadın-erkek ilişkileri üzerine doçentleştim adeta. Bana çok şey öğretti.
Ailelerin namuslu, el değmemiş kız takıntıları halen geçerli maalesef... Aynı şey biricik kızımın da başına geldi, ama kızacağı için anlatamıyorum.
Ayfer, turnelerde çok neşeli bir kadındı. Tuvalet bulamadığımız uzun yolculuklarda, yol üstündeki tek katlı gecekonduların kapısını tıklatır ve “Çok sıkıştım” derdi. Peşinden çoğumuz eve doluşurduk. Evdeki çocuklar, genç kızlar etrafını sarar, onunla şakalaşırlardı. Çoğuna resim imzalayıp verirdi. Çaylarımızı da içip, yeniden yola çıkardık.
Bir film çekiminde, ateşe eğilip fal bakan bir kadını oynuyor. Uzun peruk takmışlar, saçlar tutuşunca peruğu çıkarmak ya da ateşi söndürmek kolay olmuyor. Hastanede ziyaretine gittiğimde hamileydim. Yüzüm ne hale geldiyse,
- Korkma. Karnında bebeğin var. Bana fazla bakma, dedi.
Ayna vermiyorlar. O da sürekli, “Ne olur söyleyin, çok mu berbat” diye soruyor.
Bir Hürriyet muhabiri, üst kat odayı kiralayıp kendini bağlayarak Ayfer’in odasına sarkıp fotoğrafını çektiğinde, Altan,
- Sakın kızmayın. İşini yaptı, demişti.
Yine sahneye döndü
Haldun’un sevgili eşi Betül Mardin Londra’daydı. Beyaz örtülere sarılıp havaalanına gitti. Betül’ün aracılığıyla Londra’da uzun bir tedavi süreci geçirdikten sonra, gene sahnelere dönüp çılgınca alkışlandı. Jean Coeteau’nun tek kişilik “İnsan Sesi”ni oynadı. Sırtı dönük başlardı oyuna... Göğsünde gıdısında yanık izleri belirgindi. Kendine güveniyle salonu birkaç ay doldurabildi.
Yıllar sonra, Erol Simavi’nin- Bodrum’daki köşkünde, müştemilatta yaşamaya başlıyor. Erol Bey kendisine orada bir ev veriyor. Annesi ve kız kardeşiyle oturuyorlar.
Kalabalık davetleri organize ediyor. Erol Bey’in sohbetlerine katılıyor ve pek tabii, deniz gören pencere hayali gerçekleşiyor.
Altan’la ikimiz, Çevre Tiyatrosu ile Bodrum’a turneye gittiğimizde,
Ayfer’e uğradık. Evde kimse yok.
Altan, açıktaki barın üzerinden tuz alıp yere “Ayfer seni çok seviyorum” yazıyor. Ayfer her zaman dilediği gibi yaşadı. Ne mutlu!..
Altan her zaman mutluluk ve sevinç dağıttı. Ne güzel!..
*Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır.